Lomo'da Güneş
Işık hafif ve solgun geliyordu, gece boyunca soğumuş üzerinde milyonlarca bilinmez ayağın gezmiş olduğu taşlar artık yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. Çizgilerine dolmuş tozlara rağmen taşların yapısı, doğallığı hemen göze batıyor, kapının girişine değişik bir görüntü veriyordu. Solda yol boyunca uzanan kısa, bodur yeşilliklerin arasından güneşi görmek için çaba sarfetmiş, bunu da başarmıs bir kaç çiçek filizi seçiliyordu. Sert, küçük yapraklı çalıların sürtünmelerine aldırmaksızın güzelliklerini sunma çabasındaydılar. Yeşilliğin diplerine doğru daha dikkatli bakıldığında toprağın üzerindeki sayısız bitmiş ve yeniden başlamış hayatlar olduğu görülüyordu. Toprağın kokusu oturduğu yere kadar geliyordu. Yolun sağında 5-6 metre yüksekliğinde, doğmakta olan güneşin ışıklarını yarı kesen ama sıcaklığını emmeye başlayan büyükçe bir sütuna yaslanmıştı. Kafasına hasır kenarları geniş, arkasından fiyonk sarkan bir şapka giymiş karşıya bakıyordu. Oturduğu merdiven basamaklarından sayısız insan, sayısız hayat akıp gitmiş, kim oldukları, ne oldukları bilinmeden bastıkları taşları eskitmiş, yıpratmışlardı.
Paçaları geniş kot pantolonu, t-shirtü, şapkası, bez çantası ve bağcıklı lastik ayakkabıları ile bir gezgine benziyordu. Az sonra yukarılara doğru çıkacağı tırmanışta, biraz daha fazla yetecek soluk almak ister gibi, belki biraz korku, biraz da ürkeklik ve çekingenlikle zaman geçiriyordu. Çıkacağı patika dar, zorlu ve çorak bir yoldu, zaman zaman amansız, zaman zaman ise sert olabilirdi. Bu maceraya tek başına gelmiş olmasını bazen kabul edemiyor, ama içerisindeki istek, tırmanışta yaşayacağı heyecan ve ulaştığı yerdeki alacağı keyif, bu görevden geri adım atmamasına yardım ediyordu. Çantasını ve matarasını yeniden kontrol ederek elleri ile dizlerinden yardım alıp ayağa kalktı.
Patikanın başlangıcındaki küçük küçük taş yığınları yukarı doğru bakıldıkça büyüyor, tepelerden yerçekimine dayanamayarak kopmuş yuvarlanmiş kayaların yolu kapattığı izlenimi ediniliyordu, ama öyle değildi. Yavaş yavaş tırmanmaya başladığında yeşilliklerden uzaklaşarak dünyanın gerçek yapısı, toprağın renkleri etrafını sarmaya başlamıştı. Kahverenginin değişik tonları güneş ışınlarının açılarına göre farklılık gösteriyor, bazen sarımsı bazen siyahımsı renkler alıyordu. Tırmanma başlarda zorlamıyordu ancak zaman zaman soluğunun dağın eteklerinde serin hissedilen havadan daha sıcak çıktığını düşünüyordu. Taşların arasından kıvrılarak hafif bir düzlüğe geldiğinde, yan yana duran iki büyük kayanın üzerine çizilmiş resimleri gördü. Bilinenin aksine, iki budha rahibi sarı elbiseleri içerisinde ellerini önlerine kavuşturmuş halde sanki yoldan geçenleri tapınağa gelmeden kontrol ediyor, yol gösteriyor ve eşlik ediyorcasına kayalarda duruyorlardı. Taşların altlarına çevre gezginler tarafından çeşitli renkte çiçekler konmuştu.
Resimleri geçerek ilerlerken aşağıya bakmak geldi aklına. Eliyle hasır şapkasını tutup aşağılara doğru baktı. Kahverenginin yeşille birleştiği çizgi çok net görülebiliyor, güneşin sarışın etkisi yapraklar üzerinde deniz yakamozu gibi oynaşıyordu. Parıltılar gözlerini kamaştırdı. Gün yavaş yavaş yarılanıyordu. Ayaklarının ağrıdığını, bacaklarının çekildiğini hissettiği anda bulduğu ilk kayanın üzerine oturdu. Sol tarafında beyaz bulutlarla iç içe geçmiş uzun tepelerin oluşturduğu büyükçe bir kanyonun bitiminde mavi, capcanlı bir mavi suyun aktığını gördü. Biraz dikkatlice baktığında ise, başında bir hasır şapka, hafifçe eğilmiş arkasındaki öküzü ipinden tutan ve ona bağlı üzerinde kırmızı, bordo hakimi battaniyeler taşıyan diğer öküzleri gördü. El ile işlenmiş battaniyelerin güzelliğine rağmen köylünün giysileri oldukça eski ve gösterişsizdi, belli ki bir çoban diye geçirdi içinden. Nehir uzaklastıkça gözden kayboluyor, kenardaki dağların arasından kıvrılarak yok oluyordu, bitiminde toprak yine toprağa kavuşuyordu.
Karşı kayaların dibinde üç küçük beyaz şey dikkatini çekti, bunları takip ederken yukarılara doğru yükselen kayalıklara büyük bir keşiş resmedildiğini gördü. Kırmızı elbisesi, mavi şapkası ve elinde tuttuğu büyük bir kase ile tüccar olduğu anlaşılıyordu. Resim o kadar büyük ve heybetli idi ki üç beyaz nesnenin ne olduğunu unutmuştu. Biraz daha dikkatli baktığında bunların birer fener taşı olduğunu farketti. Suyun kenarına sıralanmış ve resmi geceleri de aydınlatabilmek amacı ile konulmuştu.
Sağ tarafına baktığında ise iyice yükselmiş güneş koyu kahve tepelerin üzerine bulutlardan kayarak beyaz sarı vuruyordu. Bulutların olduğu yerler siyah gri, suya doğru inildikçe yeşilimsi maviye çalıyordu. Sarı yeşil otların uzunca yeraldığı su kenarında keçiler ve öküzler otluyor, buna rağmen bulunduğu yere sesleri ulaşmıyordu. Dünya burada dilsizdi sanki, ama nefesini duyuyor, rüzgârı hissediyordu.
Doğruldu, akşam olmadan yol alması gereken çıkması gereken uzunca bir mesafe daha vardı. Bir eliyle destek alarak daha da dikleşen ve zorlaşan yolda ilerlemeye devam etti, ayağının altından küçük çakıl taşları yuvarlanıyor daha aşağıdakilere çarparak harekete geçiriyor ve geriye doğru bir toz bulutunun oluşmasına neden oluyordu.
Matarasından biraz su içerek hızla artan heyecanı ve kendisini esrarengiz bir güçle çeken mabedin gizemli düşüncesi biraz daha enerji vermişti. Şakaklarından akarak yere damlayan iki üç ter damlası düşer düşmez toprak tarafından emilmişti. Geniş adımlarla taşların üzerinden atlamaya ve artık bir an önce varmak istediği amaca ulaşmak için neredeyse koşmaya başlamıştı. Çok geçmeden gri, büyük taşlarla örülmüş giriş kapısına ulaştı. Beş altı metre genişliğindeki giriş yolunun her iki tarafında yükselen bu iki metrelik duvarlar güneşi kesiyor, yolu gölgeliyordu. Duvarların bazı bölümleri yosunlaşmış yeşilimsi küfe batmıştı. Biraz ilerleyince tapınağa ulaşan merdivenlerin başında, sağda ve solda olmak üzere iki çok büyük bronz meşale çanağı göze çarpıyordu. Tapınağın etrafını çevreleyen beyaz gri duvarlar sarmaşıklarla sarılmış, doğaya teslim olmuş uzanıyordu. Yedi sekiz metre genişlikteki merdivenlerin başında basamaklar aşınmış, taşlar rengini atmış, bozlaşmıştı. Kenarlardaki duvarlar desen verilerek örülmüş, her bir basamak kırmızı bir taş ile işaretlenmişti. Yukarılara doğru çıktıkça bordo tahtalarla yapılmış balkon göze çarpıyordu. Geniş, iki tarafta uzanan balkonun kenarlarından kırmızı bordo ipekli kumaşlardan, büyükçe kesilmiş ancak zamanla lime limeleşmiş eski bez parçaları sarkıyordu. İki balkonun ortasında çini işleme beyaz üzerine mavi desenli taşlar konmuş giriş kapısı ise bu taşların altına yerleştirilmişti. Kapı büyükçe kalın tahtadan yapılmiştı. Merdivenleri ağır ağır, yorgun çıkarak kapıya yaklaştı, aralık duran kanadı iterek içeriye girdi. Tapınak terkedilmişti.
Burada da sessizlik hakimdi, eskinin ışıltısı, hareketliliği gitmiş yerini durgun terkedilmişliğe bırakmıştı. Üst kata geldiğinde sağdaki balkona çıktı, güneş artık sarılığını kaybetmiş, kızıl mor olmuştu. Yere oturdu, şapkasını geriye doğru attı ve gözlerini kapattı.... Dünyaya tepeden bakmak, erişilmezlik, huzur, sessizlik ve hakimiyet... Uzaktan rüzgârın sesi yaklaşıp hışırtısı yanaklarına vurduğunda güneş batmış, nefesi kesilmişti...
Onu günler sonra, orada, öylece buldular.
Sıfır sıfır cemis bilmem kaç model bond montajı mı bu ..? Uzakdoğu mistikleşmesinden batı dürbünüyle mercek altına alınanlar arasında botanik bahçesi ve bol mabetli muhabbet..? Bir seyyahın hikayesi olsun istemişsiniz gezmeye ve tozmaya burası anlaşıldı anlaşılmasına da...Konu neydi konu..?