Mantar Şehir İstanbul
Uzun zamandır fark etmemiştim hangi şehirde yaşadığımın...
'Kaybolmayı seviyorum' diyordum ya hani, yine kayboldum, bilmediğim yerlerin birinde indim şu meşhur herkesin bildiği, benim sadece adı ve sanıyla duyduğum, yerlerden birinde işte...
Taksim'in göbeği olduğunu düşündüğüm ve daha önce sadece arabayla geçtiğim ve arkadaşlarımın 'Bak burası Taksim' dedikleri yerden geçtim... Ne kadar da yabancıyım ben kendi memleketime, her yerini gezmiş olsam bile. İstanbul'u çocukluğumdan beri hep es geçerim, ki çocukluğumun en net anıları hep İstanbul'da Cerrahpaşa'da idi...
Otobüsten indim...
Meşhur GPS aygıtımın desteğini almak istedim önce, ama ne kadar saçma sapan yerleri gösteriyor bana yine kendi kafasına göre. Vazgeçtim haliyle. Havayı kokladım ve denizin kokusunu aldığım yöne ilerlemeye başladım.
Her yerde araba var, hâlbuki insanlar daha bolca. Tabelalar hep taşıtlar için sanki. Mekanik şehir olmuş bu İstanbul. Kliplerini ve tanıtım filmlerini düşünüyorum yürürken bir yandan. Bulunduğum yeri algılamaya çalışıyorum. İnsanlar benim dilimden konuşuyor ama ben onların dilinden bir türlü konuşamıyorum...
Kayboluyorum yine...
Yürümeye yokuş aşağı bilmediğim yerlere, tamirciler var her yanda oto tamircileri haliyle, mekanik şehir demiştim ya bu İstanbul'u tamircisini de içinde tutmalı bu şehir... Yazılara bakıyorum, tabelalara bakıyorum, Arapçasından Rusçasına her dilden var yazılısı, yer yerde Türkçe...
Bildiğim ve sevdiğim yerlerini düşünüyorum, nereye en çabuk gidebilirim ve şu her yanında deniz olan şehrin nasıl olurda bir yerinden bile denizi göremem diye düşünüyorum, yürümeye devam ediyorum ve ulaştığım yerin Kasımpaşa olduğunu öğreniyorum en nihayetinde. Denizin kokusunu daha iyi almaya başlıyorum ve ayağımdaki olan ağrıya aldırmadan daha hızlı bir şekilde yolun kenarındaki bir satıcıdan 50 kuruşa aldığım pet şişe suyu içmeye devam ederek. Ve en nihayetinde işte deniz...
Her koşulda güzel yahu, bu denize ulaşmak. Takalar var her yanda... Ve bağırışmalar... 'Eminönü kalkıyor...' normal şartlarda çığırtkanlara kızsam da şimdi 'İyi ki varsınız.' yahu diyorum. 1,25 TL, veriyorum parasını ve hemen takaya geçiyorum. Çocukken binmekten ayrı bir haz alırdım bu takalara ve yine benim bir nevi kurtarıcım oluyor kendimi kaybetmemde... Çocukken sadece kafamın göründüğü ve annemin beni oturttuğu yer aklıma geliyor. Ve kuruluyorum takanın sağ tarafına...
Mantar şehir bu İstanbul, kadın gibi, o kadar güzel ama makyajının altında ne garip çirkinlikler var... Manzarayı seyrediyorum düşünceler ile ve 10 dakikalık yolculuğun tadını çıkarıyorum... "Bu tadı ve hazzı benimle aynı şekilde hissedebilecek bir hatun kişi var mıdır?" diye de merak etmiyor değilim hani...
İşte Eminönü... Karşımda mekanik şehrin mekanik otoparkı, gerçek sahibi mekanikler bu şehrin düşüncemi doğrular nitelikte... Aralarından süzülüp elimdeki pet şişeyi fırlatıyorum yer yer kızgınlık yer yer düşünceler ile taşımalık içerisine...
Öğle üzeri belki ama benim gecem şimdi değil mi?
Eh o zaman geçiyorum oradaki kurulan balıkçı lokantalarından birine adı lazım değil... Ama güzel bir yer işte...
İki bardak rakı ve bir porsiyon balık ve bir porsiyonda manzara... Her şeye değer, değer mi?
Uyku bastırıyor, gece vardiyası hali...
Vapurla yine Kadıköy'e dönüş... Evim gibi oldu Kadıköy, seviyorum İstanbul'un bu yanını. Saçları gibi İstanbul'un...
Boğa'nın kıçına gidiş. O civardan alınan boynumda her zaman taktığım uğurlarım için -biri ömrümü verdiğim kişinin ilk hediyesi, diğeri ise, boşverin diğerini- gümüş bir zincir ve hemen ardından yetişilen 16K otobüsüyle evime yolculuk...
Ve aklımda cümlemin sahibi, "O" yine...
'Sualleri cebinde, şarkısı dilinde, uzaklaştı bu cümleden...'
...
Haziran,2011