Meçhul Palas

"Yıllardır kütüphanenin rafında duran bir kitapta buldum, kaybettiğimi. Hem kitap mektuplara dairdi hem de içinde el yazısıyla yazılmış bir mektup kağıdı vardı..."

İçimde kocaman odalar vardı, odalarda ilim hakkında konuşan insanlar. O zamanlarda dinlemek vardı dizlerini kırıp. Bir kuşun, bir yaprağın bir insanın sesini. Değirmende öğütülürdü insanlar, o zamanlarda. Dinginleşiyordum ya da tedirginlik sarıyordu odalarımı ansızın. Ya soruları erteliyordum ya da kendime umutsuz sorular sormamak için unutuyordum soruları. Çok kızdığım, konuşan canlılar da vardı o odalarda. Rüyalarımda çığlık çığlığa bağırdığım. Gerçekte bağıramadığım için, rüyalarıma sığdırdığım çığlıklarım vardı. Korkuyorlardı bu yüzden rüyalarımdan. Bense kabuslarımdan uyandırılmaktan. Gerçek mi daha acıydı yoksa gerçeğin rüyası mı diye kendime sorular soramamaktan, korkuyordum.

Düşününce bir tek kendimden korkmuyordum. Bugün olmuş kırık aynalara bakabiliyorum. Uğursuzluk saymayı sevmiyorum hiçbir şeyi; insan, rüya ya da eşya, fark etmiyor.

İyiliğe bu kadar odaklanmayı hangi odada kaptım bilmiyorum?

Kendime güzel şarkılar çalıp dinleyebilmek için radyoda program yaptığım zamanlara kaydım geçmişin odalarında. Düş sokağı dinlerdik o zamanlar. Düşleri severdik. Hayallerin oda oda çoğaldığı büyük evlerdi zihinlerimiz. Korkmayı, kaygılanmayı, küsmeyi, susmayı öğretmemişlerdi. Korkacak ne çok sebebimiz vardı oysa. Her şeyi oyun sanırdık ya da çocukluk oyunlarından kalma Herkül gücüyle savardık, karşımıza çıkan engelleri. Eğer hepimiz taşıyamadıklarımızı yazıyorsak bütün yazarlar hamallıktan evrilme diyebiliriz. Meçhul Palas' ta kelimeleri indirip odama çekildiğimde ne çok kelime sıraya giriyor benden kurtulmak için bilemezsiniz. Zihnimdeki karmaşadan kaçmak istiyorlar onlar da belli.

Peki bir yazar yalnız olduğunu nasıl söyleyebilir, zihninde bunca kelime yığını varken? Zihinlerimiz bu kadar doluyken başka odalarda dolaşmaya ne gücümüz, ne vaktimiz kalmıyor sanırım. "Ben de dahil bu çağda hepimiz kendimizi anlatmak derdine mübtelayız..." Ve hepimiz anlaşılamadığımızdan yakınıyoruz. Tam da burada, köydeki yaz çocukluğuma gidiyorum, Meçhul Palas' ın bir köy odasına. Kayda değer bir şeyler olmasa da bir şey anlatanın anlattıklarını büyük bir merakla dinlediğimiz, o köy odalarına. Sade yaşamlar vardır bakınca ama bir dinginlik, bir iç zenginliği bulursunuz o insanlarda. Doğayla arkadaş olmanın getirdiği sessiz bilgelik hüküm sürer yüreklerde. Konuşmalar havadan sudan olsa da insanların seven, şükreden, sürekli gülümseyen hallerine şahitlik edersiniz. Tevazu hakimdir çoğunun bakışlarında . Anlarsınız tebessüm bedava, tevazu bedava, insan olmak bedava tabiatın içinde.

Şehre inmek istemezsiniz o odalarda yaşadıktan sonra. Şehirde rekabet vardır çünkü. Başarmaya odaklıdır şehir insanı. Başarılı olmadan da sevilebileceğimizi bize fısıldayan sade hayatlardan sonra ağır gelir, şehrin havası. Kalabalıklar hem sürekli yeni şeyler öğreten hem de bir verip beş çalan bir yapıyla karşılar bizi bambaşka bir odada. Bir dişliye hapsolmuş hissederiz iç dünyamızda. Dağlar sessiz bir devdi Meçhul Palas' ta, şehirler ise çığlık çığlığa birer cüce. Cüceyi deve yaptığımda anlamıştım yanıldığımı ama tükürdüğümü yalamak ağır geldi bunca yükün üstüne. Anı çantamı alıp şehrin gürültüsünden hızla kaçtığımda ise yine çocukluğum karşıladı beni bir sınıf odasında. Öğretmenim bize deve cüce oynatıyordu. Keşke oyundaki gibi olsaydı her şey. Eğildiğimizde cüce, kalktığımızda dev oluşumuzun aynadaki yansıması gibi mesela. Tevazu için eğilmek başkayken, bir hesap kitap meselesinde eğilmek başka başkaydı. Her dik duruş dev bir yürek isterken, dimdik durabilmek mesela. Ne güzel şey cüce ile deve oyununda şaşırmadan oyunda kalabilmek. Kendini dev aynasında gören cücelere değildi, bu sözüm. Bu sözüm, gerçek yüreklere.

Karanlık çoğalmasın diye Meçhul Palas' ın bütün ışıklarını yaktım. Topraktan gelen bir elektrikle, odaları gezmeye devam ettim. Zihnimde her şey canlanıyordu koridora çıkmadan. Körlerle uğraşma diyordu, içini dolaştığım odalar. İçine giremediğim odalar ise kilitli bir şekilde uğurluyorlardı beni. Sahipleri istemeyince açılamayan sandıklar gibi,  uzun ve derin bir geceyi giyiniyordu Meçhul Palas. Duygularını, düşüncelerini, enlerini, hiçlerini paylaşamayan insanların içini, şehir dolu boşluklara benzetiyordum. Ağlamıyordum, kızmıyordum, sövmüyordum boşluklara. Çünkü ben dağları seviyordum. Üzülünce dağa yaslanmayı, dağla sohbet etmeyi, dağın devliği ile cüceliğim arasındaki o ince çizgiyi seviyordum. Engin olursam, zihin odalarım kirlenmezdi çünkü. Meçhul Palas' ta istediğim gibi dolaşabilirdim böylece akşamları. Elimde yürek lambamla sadece isteyenlere ışığımı taşıyabilirdim mesela. Işığımı cebimde biriktirip şehrin sokaklarında özgürce dolaşabilirdim.

Sonra hıçkıra hıçkıra ağlaya da bilirim. Meçhul Palas' a özgü çelişkiler hepsi de. Ve ben kederle, kader arasında o incecik çizgide zıtlıkları seviyordum galiba. Topraktan elektrik alıp, her yeri sele katmaktı benimkisi. Herkesin meçhul palası başka başkaydı çünkü.

"Yıllardır kütüphanenin rafında duran bir kitapta buldum, kaybettiğimi. Hem kitap mektuplara dairdi, hem de içinde el yazısıyla yazılmış bir mektup kağıdı vardı..."

Haydi şimdi uyusun Meçhul Palas. Sabaha kahvaltıda krep var.

21 Aralık 2024 5-6 dakika 248 denemesi var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (7)
  • 24 gün önce

    oysa dağlar… dağların sessizliği insanın içindeki gürültüyü susturur. onlara yaslanmayı bir kez öğrenince, dev aynasında cüce olmak daha az acıtır. toprağın kokusuyla kendine dönersin, çünkü toprak hem bir son hem de bir başlangıçtır. içindeki odalara taşınan ışık da buradan gelir; köklerinle bağlandığın yerden.

    ama yine de bir insanı, asıl zihnindekilere yürürken tanırsınız. kimsenin giremediği odalar, belki de en çok orada yaşar. çünkü kimse, en derin sırlarını kirletmek istemez. sözler, sustuğumuz şeylerin kırılgan gölgeleridir ve herkes kendi sustuklarında saklar en gerçek halini.

    belki de bu yüzden, odalar bazen uykusuzdur. içimizde mırıldanan düşünceler, geceyi sabaha taşır. o mırıltılar arasında bir pencere açılır bazen; dışarıda rüzgar, bir çocuğun kıkırdaması ya da bir kuşun kanat sesi. işte o an, insan kendine sorar: gerçek mi daha acıdır, yoksa gerçeğin hayali mi? ve bu sorunun cevabını bilmeden yürür, içimizdeki sessizliğe…,

    tebrikler

  • Ellerinize sağlık çok beğendim :)

  • 17 gün önce

    Yemeyi hak ettiğiniz krep yarasın Şule Hanım. Emeğinize, yüreğinize sağlık. İyi yıllar..