menekşeler
Bu menekşelere dava mı açalım?
Bu menekşelere dava mı açmak gerek;
Beyaz oğlan sabah ışıklarını görür görmez kendini bahçeye atmıştı...
Akşamdan mı kalmıştı bu halini hiç anlamlandıramazdı hanım sultan...
Hanım sultan dendiğine pek de aldırmayın hanımlıkla uzaktan yakından ilgisi olamazdı...ama büyük büyük dedesi belki de hanım olmasını istediği için bu adın takılmasını önermişti...
Zıpır bir menekşeydi oysa ama bu zıpırlığına herkesi davet etmeye de pek gönüllü olmazdı..
Hanım sultan adını taşıdığından beri bazen sultan sanır kendini ama hanım hemen hemen hiç olamadı... Hanımlık konusuna biraz da tepkisinden olabilir..ne garip bir addı bu hanım olma durumu..
'Nereden gelmişti acaba bu ad; han, hamamdan mı'?
Hanlara yolcular gelir geçer, hancılar hanlarını hep peşkeş çeker, hanlardaki yolcular da han' ı değil handaki hatunları genellikle önemserdi.
Hangi yolcu hatunları es geçip de 'hanım benim, canım benim bak beyaz döşeğinde sırtım biraz rahat etti! Sen benim dinlendiğim kendime döndüğüm ve mutlu olduğum yersin.'
Demiş ki hanlardan hanımlar üretilmiş.
Böylece hayattaki amaçları o daldan bu dala konmak olan er kişiler de eve attıkları hatunlara 'hanım benim' demişler. Üstelik bu da yetmemiş bir de bu hanımlara tapu çıkarmışlar. Kullanım hakkı yalnızca 'benimdir' anlamında olsa gerek. Pek tabidir ki özü kuş olan bu ağır memeliler de etinden sütünden ve de buzaklarından yararlanılan olmaktan dolayı pek sevmişler bu işi... Başlangıçta kapatıldıkları bu evlerde ferace takınmak da hoşlarına gitmiş peçelerinin altından süzüm süzüm süzülmekte...
Mendillerini düşürmekten bunalana kadar devam etmiş bu oyun ta ki içlerinden biri hapşırıp da peçesini açana kadar...
O zaman mendilin burnunu silmek için lazım olan bir nesne olduğunu fark etmiş...
İşte o sabah hanım sultan beyaz oğlanın bu derbeder halini seyrederken bir taraftan da adını sorguluyordu...
'Beyaz oğlan halin nicedir hangi barda mumu söndürdün?'
Beyaz oğlan kafasını kaldırırken bak bu işi de geçmişin hatırına yapıyorum der gibi baktı.
'İstersen başka takılacak menekşe ara kendine!'
'Ooo beyim, hiç de laf kaldırmıyoruz bu sabah!' dedi hanım sultan.
Yan tarafta aynı saksıda olduklarının keyfinde olup bunlar yine birbirleri ile dalaşırken seyretmenin keyfini sürelim diyen ormancı ve son menekşe birbirlerine sarılarak uyumak ile uyanmak arasındaki o keyifli saatin son dakikalarını değerlendirmeye çalışıyorlardı. Ormancı elini son menekşenin beline dolamış kafasını da omzuna yaslamış keyifli bir kahveyi içer halde sırıtıyordu. Son menekşe de bu sarılmayı çok severdi, her nasılsa bir gün saksının kenarına konulan bir gazete parçasında görmüşlerdi bu resmi hiç düşünmeden uygulamaya geçirmişlerdi... Gerçi ilk denemelerinde başaramamışlar elleri ayakları birbirine dolanmıştı, hatta beyaz oğlan o sabaha karşı bardan döndüğünde onları hala prova ederken görmüş bir kahkaha patlattıktan sonra son menekşeye yardım da etmişti...
Ama onların daha sonra ne kadar geliştiklerini görünce kendi kendine 'bunlar bu işi becerecek galiba!' demekten mutluluk duymuştu...
Neyse o gün sıcak olacağa benziyordu bir tek ağustos beyazının sıcakla derdi yoktu. Pek de karışmıyordu etliye sütlüye 'Amaaan bunlarla aynı saksıda ne işim var? Bir an önce ağustos gelse de ben de çekip gitsem' diye bakıyordu...
Siz bilmiyorsunuz değil mi?
Ağustos beyazı son yapılan yarışmada menekşe padişahı seçilmiş ve tahtına çıkmak için gereken süreyi bekliyordu...
Ağustos sonunda yapılacak büyük bir törenle taç giyecek ve de asasını eline alarak kendi ülkesini yönetmeye gidecekti...
Bu herkesin ulaşabileceği bir unvan olmadığı için de soysuz halkla pek uğraşmak istemiyor asaletine bu sefaletten herhangi bir leke gelmemesine çalışıyordu...
Menekşeler oynaşlı bir dünyadır. Diğer saksılardan bariz farkları vardır bu topluluklar bodur dünyalarına engin renkleri sığdırırken diğer canlılara üç boyutlu evrenin bu kadar genleşme ihtiyacını neden duyduğunu da sorgulatabilirler.
Bir menekşe bir salkım söğüde çok rahat şunu sorabilir;
Madem yere eğilmek ve toprağa sarılmak istiyorsun neden o kadar yukarı çıktın ki...
Menekşeler gülleri çok sevmezler... Hatta bir toplantılarında şöyle bir bildiri yayınladılar;
'Güzelliğini dikenlerle çepeçevre sarmış olan bu gülleri aşkın temsilcisi olmaktan men ediyoruz'.
'Aşk mütevazı olup saldırgan olmamalı ve bütün güzelliklere dikensiz ulaşılabilmeli, aşk risk değildir. Risk, âşık insanın durumuna mı denmeli? Denmemeli... Meğerki aşkı yaşamaktır talihi bu talihe yalnızca imrenmeli...
Düştence bas bas bağırıyordu... Yukarıdaki cümleler bir çırpıda çıkıvermişti ağzından, beyaz oğlana gülümseyerek bakıyor...O'nun buna inanmak için henüz vaktin gelmediğini düşünüyordu...Ne de olsa düş menekşesiydi o! Beyaz oğlan kaşlarını çattı, 'Şu Düştence yirminci yüzyıla nasıl getirebilmiş köklerini, bunlar mutlaka Darvin öncesi tohumların gizi taşıma örüntüleri olmalı' dedi. Bu arada beyaz oğlan zaman zaman böyle cümleler de kurardı...
Düştence zılgıtı yememek için sustu, daha da konuşacak cümlesi kalmamıştı, boynunu düşleri için eğerek son menekşenin arkasına saklandı...
Beyaz oğlan çoktan unutmuştu bile onu...
Menekşeler her mevsim çiçeklidirler... Nedeni onların ikiyüzlü olmamasıdır.
İnsanlara her daim güzelliklerini sunarlar ve sevginizi onlardan esirgemezseniz, doymazsanız güzelliklerinden, onlar da açmaya doymazlar...
Tabi bütün türlerde olduğu gibi bu türün de içinde farklılıklar taşıyanları olacaktı...
Saksının baş belası 'çingene öpücüğü' herkese yetecek kadar yeter bir menekşeydi...
Ona buna laf atmaktan zevk alan yandaki bahçedeki gece sefalarını birbirine düşüren tam bir yosmaydı..
Hatta bu menekşenin atalarının İspanya'da yaşadığı bile rivayet olunurdu.. Gerçi saksının en alımlı menekşesi de oydu laf aramızda, ellerini yapraklarında gezdirmeden insanın oradan geçesi gelmezdi.. Hatta hanım sultan ağustos beyazının padişah seçildiği gün sonuçları izlerken beyaz oğlanın onun içine düşeceğini düşünmüş bırakıp gitmişti töreni izlemeden.
Ama nasıl olduysa o da buraya yerleşmiş gitmeye de hiç niyetli değildi...
Bir gün beyaz oğlan ona sormuştu: 'Sen neden buradasın?'
Çingene öpücüğü kıkırdayarak; 'ben burada değilim aslında, beni sen var ediyorsun, bunu kendine sormalısın' dedi.
Beyaz oğlan da kupasını eline almış çayını doldurmaya gidiyordu, geri döndü çingene öpücüğüne dedi ki: 'Var olma olasılığın olmasaydı, seni seçmen listeme almazdım'...
Senin seçmen olman, adaylığımın onaylanması gurur verici ama senin beni seçmen de benim seni seçmem de seçimlerimizin onaylanması da gerçek değil biliyorsun. Biz yadsımak için varlığı ve varlıkla iç içe geçirdiğimiz için yokluğu renk değişim oyunu oynuyoruz ya da 'dur bir dakika o da ne!' beyaz oğlanın bir anda yüzü ekşidi...
Yerdeniz büyücüsü mayosunu giymiş eline havlusunu almış bir kenarda güneş yağını sürüyordu yapraklarına...
Serseri sende der gibi baktı beyaz oğlana. Aralarında bitmeyecek bir savaş vardı beyaz oğlanla. Menekşe savaşlarına örnek teşkil edecek bir gösteri başlamak üzereydi. Ama hangisi acaba önce başlayacaktı. Sanırım beklememiz çok gerekmeyecekti... Onlar savaş boyalarını sürerken biz de yerdeniz büyücüsü hakkında bilgi sahibi olalım biraz. Yerdeniz büyücüsü menekşe ırkının dokunulmazlığı olan bir türüdür.
Geleceği bilmek ve değiştirmek yetenekleri ile donatılmış bu tür genellikle isteklerini hiçbir şekilde belirtmez ama istekleri yerine gelmediğinde çok sinirlenirdi. Onların neyi isteyeceklerini siz bilemeseniz bile sezmeniz, adları büyücü olsa da aslında büyücülüğü sizin yapmanız gerekirdi.
Kısacası beyaz oğlanın hiç de tahammül edemeyeceği bir durumdu bu, çünkü o evrensel yasalar içinde itaat kelimesini yanlışlıkla 'ite/at' duymuş ve itlere atılacak bir şey olarak algılamıştı...
Hayatın evreleri vardır. Bazen ilkbahar bazen kışı yaşarsınız bazen de yaz.
Döngü döner ama aynı yere hiç dönmeden.
Her sabah aynı sabah mıdır ki biz ona sabah oldu deriz ya da dünün bu günü doğurduğunu nerden bilirsiniz? Dünü hamile gören olmuş mu hiç?
'Düş doğurma istencinin büyüsünü yapan kimdir?' yerdeniz büyücüsünün sesinde en ufak bir tereddüt olmadı bu soruyu sorarken, gözleri beyaz oğlanın kıvrılmaya başlamış saçlarında gezinirken soruya başka bir soru ekledi: 'Sen neden alkole gidersin?'
Beyaz oğlan uzaklara dikti gözlerini bir anda aklına pembesin geldi şimdi sigara içme zamanı diye düşündü yerinden kalktı ve sigara almak için saksının kenarındaki akşamcı büfeye yollandı.
Saatler ilerler her zaman! Saatlerin geri döndüğünü görmediniz değil mi?
Gören de olmayacak ışıklar bizden daha yavaş olmayı düşünmedikleri sürece.
Beyaz oğlan ışık bilirdi.
Biyoloji dersinde öğretmişti öğretmeni, kendisinin ışığa yönelimli olduğunu.
'Sen beyaz oğlan; söyle bakalım her zaman yüzün neden ışık için eğilir? Beyaz oğlan; bunun nedenini bilmiyorum bu bir içtepi olsa gerek diye cevap vermişti öğretmene' dedik ya beyaz oğlan acayip cümleleri üretmeyi bilir idi.
Öğretmenleri pek sevmezdi. Çok cahil olduklarını çok cahil olduğu bir zaman diliminde keşfetmiş ama derdini anlatacak algısal ortağını bulamadığı için eylemsel beraberliklere kahkaha efekti eklemeyi beraberlik olarak nitelemişti.
Kahkaha ile güldü düşüncelerine, büfenin önünde durmuş neler düşünüyordu...
O düşünür durur, düşünür durmaz, hem düşünür hem durmazdı yani bir çeşit hiper aktiflik de diyebiliriz hem de biyosuna sosyalini de eklemek elinde olmadan yaptığı bir şeydi... Dedik ya seçmenlerini kendi seçse de seçmenlerinin de onu seçmesini sağlardı, hatta Düştence'ye bir gün şöyle dediğini duymuşlar: 'Ben her menekşenin renklerini değiştirebilirim...'
Düştence neden buna tepki vermemiş biliyor musunuz; çünkü hep renklerinin değişeceğine inanır dururmuş. Ama o civardan geçen salyangozlar hep birden koro tarzında bir uğultu çıkarıp sanki protest müzik yapar gibi bir de salyalarına sümüklerini karıştırmışlar...
Ama beyaz oğlanı bu cümlelerle algılarsanız onun bu dünyaya sanki menekşeleri şebboy yapmak için geldiğini sanacaksınız. Bu da beyaz oğlana yapılacak en büyük küfürdür. Hayır, beyaz oğlanın beyaz olan bir gerçekliği olduğunu da bilmeniz gerekir. Beyaz yalanları olmayacak kadar gerçek eylemlerine üstelik bir de 'yapalım gitsin'i eklemiş garip bir eylemselliği vardı.
Garipliği bununla mı biter sanırsınız, bitmez. Bir çeşit matris gibidir garipliğinin çarpımları, düzlemleri değiştirecek kadar başka düzlemleri dayatır durur, sizin gerçek sandığınız dünyalara. Bu cümleyi duydunuz ve şöyle düşündünüz değil mi?
Hımm bu beyaz oğlan bizim dayatmacı boyut değişim elemanımız ya da bir katalizör de olabilir... değil halbuki!
Burada bir test sorusu kurulsaydı (e) seçeneğine hiç biri yazmanız gerekirdi yoksa testin doğru cevabı olmazdı... Bu da soruyu iptal haline getirse de sorun iptal edilemezdi...
Beyaz oğlan yaptığı hiçbir şeyi dayatma olsun diye yapmazdı, sadece olması gereken vardı...
Olmalı, çünkü hiç kimse bu cümlenin gerisini dinleyemez ondan. Yetenekleriniz elverirse sizin çözmeniz gereken bir devamı vardır.
Devam dediğimizde yerdeniz büyücüsünü hatırlamadan geçmemeliyiz...
Derki her zaman; 'devamlılık esastır kopmaları önler ama aynı örgü bu devamlılıkta çürüme eğilimini hep hızlandırır. Çürütmeden devam için kopması gereken nedir?'
Bu iyi bir sorudur mutlaka ama bu soruya, devam eden hayatın içinde verilecek bir cevap da yoktur... Hayatın kendisini yaşarken ve de devamına bu kadar istenç varken devamlılıklara hangi güç ile kop da gel diyebiliriz ki...
Sorunlar yoktur biliriz sizin sorun etme eğilimimizden vazgeçmeye karar vermeniz gerekir.
demokrasiyi mutlaka duymuşsunuzdur hani o cahil bırakılan çoğunluğun çok okuyan ve bu nedenle üremeye bile zamanı kalmayan azınlığa tahakküm uygulama projesi...
Menekşelerin dikicisi ki onları Las Vegas' tan çaldığını söyler durur, şöyle anlatırdı; 'babacığım Las Vegas' ta idik. Alkole ve kadına ve kumara esir vermiştik düşlerimizi. Bu menekşeleri gördüm ve dedim ki yaşatmadan renkleri hayat nedir ki... Ben renklerimi buldum ve bir saksıda onlarla çoğaltacağım. Tabi ki alkol kanımızı esir almış. Kadınlar baştan çıkarıyor alkolümüzde eser miktarda kalmış kanımızı ama hele ki kumar işte varlıkla yokluğun bir zar atımı mesafesi, benim kalbimin hangi atımına dur demek gerekir ki.
Tabii bu zatı muhterem adı ile mütenasip olmadığından konuşurken bile kendine 'ben ne diyorum yahu diyen bir zat'tı.
Çok görürsünüz böylelerini, zat demek bile size zor gelir. Sürçü lisan en güzel örneğini bunlarda verir, bir anda zat demeyi zart demek olarak sunarsınız ' lisanı münasip 'tir bu münasebetsizlik olarak algılansa da.
Zart zurt gibi cümleleri üretmenin zamanı gelmiştir artık ve menekşelerin hayata yönelik sonuçlar vardır... Menekşeler demokrasi ile zart zurt cümlelerini aynı anda algılamak zorunda kalmışlar ve demokrasiye bu olsa olsa zart zurt ile eş anlamlı bir şey olmalı demişlerdir...
Bunun sonucu olarak ta saksılarında demokrasinin organları polisler, kebapçılar, şemsiyeciler, hâkimler, savcılar ve dalkavuklar meslek grupları haline gelmemiştir.
Onlar hala çömlekçilerin, ayakkabıcıların meslek erbabı olduğuna inanırlar.
Bu saksıda demokrasi yoktur bu saksıda her kim ne isterse yapabilir demişlerdir.
Beyaz bir renk değildir bilirsiniz mutlaka, beyaz her şeyin adıdır renk piyasasında... Bu adı taşımak zor olduğu kadar belalıdır da. Mademki her şey de beyazdır ve beyaz da her şeyi yargılamadan onaylayandır beyaz oğlanın işinin ne kadar zor olduğunu varın siz düşünün. Saksının içinde en iyi düştence bilirdi. Bunu 'düş tarlalarıma beyaz oğlanın tohumları saçılmalı' derdi, 'aksi halde düş menekşelerinin sonu gelir Alimallah...'
Saksının küpeşte kısmını genellikle toplantı salonu olarak kullanırdı menekşeler ve olağan hallerde bile bir toplanma istekleri vardı ki demokrasilerde yaşayan insanların onları anlaması bile söze konu teşkil etmezdi...
Yerdeniz büyücüsü bu toplanmaların zamanlama ustasıydı ne zaman toplanacaklarını deniz suyunun havaya karıştırdığı nemle ölçerdi... Belki de bu nedenle onu mayosu dışında bir kıyafetle gören de pek olmamıştır bir gün dışında...
O gün enteresan bir gün değildi, güneş her zamanki yerinden ve de pek derinden geliyordu... Güneşin gelişi ile birlikte saksı yaşayanları yavaş yavaş ki onların hiçbir zaman acelesi olmazdı, sabah bakımlarına başladılar bir taraftan duşlarını alıyorlar, tüylerine fırça atıyorlar, gövdelerine çeki düzen veriyorlar sabahın yönüne eğiliyorlar ama bükülmüyorlardı.
Yerdeniz büyücüsü de her zamanki gibi topraktaki düş tohumları ile konuşuyor, hanım sultanın eski zaman cam kırıklarını toplayıp küresinin içine atıyor... Beyaz oğlanın kokusunu bıraktığı döşekten de bir ruh parçasını cam kırıklarının üstüne yerleştiriyordu. Geleceğin ebeliğini yapıyordu kısacası...
İçinden 'zaman bu kırıkları çok da keskinleştirmiş dikkat etmesem beyaz oğlanın ruhu kanayacak' dedi.
O bu işi yaparken çingene öpücüğü de hiçbir ruhu öpemedim dün akşam, bu bana yakışmaz gidip hiç olmazsa beyaz oğlanın ruhunu öpeyim demişti. Nereden bilsin ki yerdeniz büyücüsü ile aynı anda aynı ruha dokunmak istediğini... Ruhların buna hiç tahammülü yoktur... Örneğin gurup olarak yapabileceğiniz şeyler hiç de sandığını kadar az değildir birlikte ölebilirsiniz bile ama ruhunuzu aynı anda iki kişi öpemez. Öpmeye kalkarsa sizin ruhunuzun hemen tuzruhuna dönüşeceğini yerdeniz büyücüsünden daha iyi kim bilecekti ki. Neyse uzatmayalım o an keskin bir koku yayılmaya başladı ortama yerdeniz büyücüsünün küresinin içinden. Yerdeniz büyücüsü 'yosmaaa!!!'diye haykırdı ama zaman çok önemliydi derhal yanda pembesin in kıyafetlerinden birini üzerine geçirerek cam kırıkları ile beyaz oğlanın ruhu arasına yattı....
Bunu o yapabilirdi... İnsanların yetenekleri çoktur ama kullanmayı bilmezler menekşeler insanlara kıyasla çok daha yeteneksiz olmalarına rağmen çoktan daha çok faydalıdırlar ruhlara...
Tabi ki bu olay kendi ruhunda da biraz deşikler yarattı ama hala parmaklarını bu deşiklere sokarak içerisindeki sevinçlerin bir süre de olsa kalmasını sağlayabiliyor..
Menekşe dünyası var olduğunda dünyanın her tarafında su dünyası da evrimsel doğurganlığını bitirmiş ve canlılığın fuzuli kısmını karalara kusmuştu...
Karaların renginin denizlerden farklılığı bu nedene dayanır. Taşını taşımaktan da toprağını taşımaktan da bıkmıştı kara parçası kara kara düşünür dururdu... Ne etsem ne eylesem üzerimde bu sürünenler de kim nasıl bu sürüngenlerden kurtulmalıyım hem sürünürken beni de acıtıyorlar. Zaman zaman kırardı parçalarını, kururdu, üzerimde sürünmeyin diye bağırırdı... Onurlu olanları bu sese kulak vererek uçup gittiler.
Uçup gittiler de ne oldu ki yorulduklarında yine gelip çöktüler toprağın karnına...
Toprak savurmaların parçalanıp tekrar üzerine yağacağını bilenendir.
Yağan göktendir sanır bazıları gök 'tengricilik'ten gelen bir alışkanlığın devamı olsa da bu yerleşmiş inanç doğrumudur ki acaba?
Sormazlar mı ki; toprak savurmazsa yukarı dönen kimdir aşağı...
Topraktan başka çarpışmalara kucak açan mı görmüşler?
Topraktan başka barındıran mı görmüşler?
Topraktan başka dönüştüren mi görmüşler?
Görmüşler mi ki toprağı ve sevmişler mi ki...
Toprağı severdi menekşeler ,köklerini hiç çekmediler içerisinden, hiç kopmadılar. Dalları ile sararken sevdayı kökleri ile üzerinde değil, içerinde kaldılar. incitmediler toprağı...
Budur dediler devamlılıkta kopmaması gereken.
Ama hala bilmezler kopması gereken nedir?
Ve yerdeniz büyücüsü dedi ki;
Uç uçmak isteyen havai mavi
Mor salkımların müptelalısı...
Sevdin mi, nefretin kadar ?
Tenin zehirlenmiş tarçın kokusu.
Sus salkım söğütler kadar
Sus ki kurusun içindeki bataklık
Değil gözlerin sesin bile değmesin bana
Bütün hücrelerim acıyor hala...