Menemen Olayı ve Kubilay
Mehdiye kurşun işlemez
23 Aralık 1930 tarihinde İzmir'in Menemen ilçesi insanlık tarihinin en hunharca cinayetlerinden birine sahne oldu. Sekiz sene önce Yunan işgalinden kurtulan Menemen'de bir asteğmenin başı kesilerek şehit edildi. Tesadüfe bakınız, başı kesilen Kubilay da, başını kesen Derviş Mehmet de Girit göçmeni, ikisi de yoksul aile çocuklarıydı. Kubilay 24 Derviş Mehmet 34 yaşındaydı. Birbirlerini tanımazlardı. Asıl işi berberlik olan Derviş Mehmet, bunu bırakıp köylerde asma budama, bağ-bahçe çapalama işlerinde amelelik yapıyordu. Biri cumhuriyet aydınlığını, diğeri hurafeyi temsil ediyordu. Çatışmada öldürüldüğü için Derviş Mehmet'in fotoğrafı bile ortaya çıkmadı, sadece yakasının arkasına iğneli bir muska bulunmuştu. Muskada Şeyh Hafız Ahmet'in 'Mehdiye kurşun işleyemez' duası yazılıydı. Ne Kubilay bir meczup tarafından başının kesileceğini bilebilir, ne Derviş Mehmet böyle bir zalimliği yapabileceğini aklına getirirdi. Bu faciaya onu sarıklı cüppeli tespihli softa kültürünün Mehdi hezeyanları sürüklemişti.
Osmanlı tarihinde Menemen benzeri olaylar olmuş, ama hiçbirinde kesikbaş hikayesi yaşanmamıştı. Kabakçı Mustafa isyanında sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa boğdurulup cesedi sokaklarda sürüklenmiş, ama başı kesilmemişti. 31 Mart isyanında (1909) Asar-ı Tevfik zırhlısı süvarisi Binbaşı Ali Kabulî Bey, Abdülhamid'in gözleri önünde linç edilip ağaca asılmış, ama başı kesilmemişti. Ama bundan yirmi sene sonra 9 Eylül Zaferinin kazanıldığı yerde, aynı gericilik bir cinayet provası daha yapacak, asteğmen Kubilay'ın koyun gibi boğazı kesilecekti... 31 Martın Ali Kabuli cinayeti Hamidiye Camii yanında, Kubilay cinayeti ise Menemen'in Müftü Camii avlusunda işlenecekti. Her ikisine de medrese öğretisinin bitip tükenmez Mehdilik hezeyanı cevaz veriyordu.
600 yıllık Osmanlı saltanatı yerine Cumhuriyet kurulunca Hilafet ilga edilmiş, medreseler kapatılmış, ardından devrim hamleleri gelmişti. Medrese öğretisinin arka bahçesindeki şirk kurumu olan Tekke ve Zaviyeler de 30. 11. 1925 tarih ve 677 sayılı kanunla kaldırılmıştı. T.C. dahilinde bundan böyle hiçbir tarikat, hiçbir şeyh, hiçbir derviş ve müridan olmayacaktı. Şeyhlik, dervişlik, dedelik, çelebilik, seyitlik, nakiplik, kalfalık, falcılık ve büyücülük, üfürükçülük, türbedarlık gibi sıfat ve unvanlar ilga edilmişti.
Cumhuriyet kurulalı yedi sene olmuştu. Delikanlı Kubilay bu mefkurenin sembolüydü. Onun boğazını kesen Derviş Mehmet ise, Alaşehir'li Şeyh Ahmet Muhtar efendiyi mürşit seçerek Nakşi tarikatına girmişti. Sadece tarikata girmekle kalmamış, bu Şeyh efendi Derviş Mehmet'e bir de 'mehdilik muskası' hazırlamıştı. İşin garibi sadece Derviş Mehmet değil Alaşehirli Şeyh taslağı da meczuptu. Esrar çekip sârâ nöbetine girerek, çetesiyle Menemen'e geldiğinde, fikren ve zikren yakasındaki Mehdilik hezeyanına güveniyordu.
Eylemciler Menemen yolunda
Derviş Mehmet ve yanındaki altı eylemci Mehdilik gösterisini bir ay önceden planlamıştı. Amaçları Menemenin ortasında bir Mehdilik provası yapıp kendilerini göstermekti. Paşaköy, Horoz köyden Bozalan köyüne gelerek, Mehdi Çamlığı denilen yerde kampa çekildiler. Altı eylemci şunlardı: Derviş Mehmet, Sütçü Mehmet, Şamdan Mehmet, Küçük Hasan, Nalınca Hasan ve Emrullah oğlu Mehmet Emin... Liderleri Derviş Mehmet oluyordu. Bozalan köyündeki 'Ashab-ı Kehf' kampında Mehdiliğini ilan ettikten sonra, buradan yola çıktılar. 23 Aralık 1930 Salı günü sabah erkenden Menemen'e geldiler. Kıtmir dedikleri köpeği yanlarından ayırmıyorlardı. Sabah ezanı okunurken Müftü camiinin kapısına dayandılar. Cmideki yeşil sancağı alarak Menemen meydanına diktiler ve tekbir getirerek etrafında dönmeye başladılar.
Olayı öğrenen Menemen 43. Alay Komutanı bu serserileri dağıtmak üzere asteğmen Kubilay'ı görevlendirdi. Fehmi Kubilay bir manga askerle olay yerine geldiğinde, cezbeye kapılan eylemciler yeşil sancağın etrafında dönerek tekbir getiriyorlardı. Müfrezeyi bir yana bırakıp tek başına kalabalığa ilerleyen Kubilay, Derviş Mehmet'in yakasına yapıştı:
Siz kimsiniz? isyan mı ediyorsunuz? Dağılın bakalım!...
Kubilay, subay elbiseli birini gören serseri güruhun dağılacağını sanıyordu. Ancak cezbesine kapılan eylemciler ve Derviş Mehmet, buna karşı diklendi:
Ben Mehdi Mehmet'im, sen kim oluyorsun, be adam?
Derviş Mehmet'le Kubilay arasındaki kısa süren bir itiş kakış ve boğuşma yaşandı. Bu sırada kalabalıktan atılan bir kurşun Kubilay'ın göğsüne saplandı. Aldığı kurşunla yere düşen Kubilay, doğrulup canını kurtarmak için onbeş adım ötedeki Müftü Camiinin kapısına ulaşabildi. Derviş Mehmet yerde kıvranan yaralı Kubilay'ın peşini bırakmadı. İki kurşun daha sıkacak yerde, Şamdan Mehmet'in verdiği ucu kıvrık tırtıllı bağ bıçkısını eline alarak besmelesini çekti. Yerde kıvranan avının boğazına saldırdı. Kurban kesmeye alışık olmalıydı. Can çekişen avını saçlarından kavrayan Derviş Mehmet, 'yapmayın, canıma kıymayın' yalvarışına aldırmadan Kubilay'ın başını gövdeden ayırdı... Üzerine kan bulaşmasın diye de kesik başı avludaki şimşir taşına vurdu. Vücuttan ayırdığı gür saçlı kesik başı saçlarından tutarak meydana getirdi. Yeşil sancağın ucuna taktığında gürühun alkış sesleri yükseldi... Derviş Mehmet eğer taassup ateşi ve Mehdi cezbesine kapılmasa, iki kurşun daha sıkıp avını öldürebilir fakat boğazına sarılmazdı...
Baş kesmek, yol kesmek, kol kesmek, kurban kesmek, ağaç kesmek gibi işleri biliriz... Baş kesme ilkelliği antik kültürler ve Battalgazi destanlarından alışık olduğumuz yiğitlik işaretidir. Mitolojiinin kesikbaş efsaneleri, Menemen meydanına dikilen sancak-ı şerif ve ahir zaman Mehdisi ile rolünü herkesin önünde oynuyordu. Aynı öğretinin günümüzde kullandığı ritüel racon kesmeye dönmüştür.
Olayın bu seyri alması üzerine alaydan ikinci bir kakviye kuvveti gönderilir. Bu kuvvetin başındaki yüzbaşı eylemcilere teslim ol çağrısı yapmış, ancak cezbesi had safhaya gelen Derviş Mehmet, eylemcilere güç vermek için tekrar diklenmiştir: 'Mehdi ölmez, bana kurşun işlemez!' Bundan sonra askerin mermi yağmuru başladı. Derviş Mehmet, Şamdan Mehmet ve Sütçü Mehmet açılan ateşle öldürüldüler. Eylemcilerin en fanatik olanı Mehmet Emin yanından vızır vızır kurşunlar akarken bağırmaya devam ediyordu:
Mehdi ölmez, ona kurşun işlemez. Beni ateşe atınız. Hz. İbrühim gibi alevin tesir etmeyeceğini, yanmayacağımı göreceksiniz...
Mehmet Emin çatışmada ağır yaralı ele geçirildi. Oradan kaçan Nalıncı Hasan ile Küçük Hasan ise Manisa'da yakalandılar.
Hemen belirtelim takviye gücü gelmeden önce olayı gören iki mahalle Bekçisi Hasan ile Şevket, kimseden emir almadan silahlarını çekip eylemcilere ateş açmış, ancak ikisi de karşı ateşle öldürülmüştür. Meydanın üçüncü şehitleri bu ikisi olacaktır...
Menemen lanetli şehir mi?
Menemen Olayı çıktığında İzmir Valisi Kazım Paşa (Dirik) idi. İzmir suikastinde yaşanan olaylardan deneyimliydi. Gazi Mustafa Kemal ise Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ile Edirne ve Kırklareli gezisindeydi. Geziyi bırakıp İstanbul'a döndüler. Başvekil İsmet Paşa ile Fevzi Paşa Ankara'dan İstanbul'a geldiler. Gazi' Paşa'nın başından dumanlar çıkıyordu: Nasıl oluyor da dinciler bir subayı boğazlayabiliyor, ahali mani olamıyor, üstelik alkış tutuluyordu. Menemen lanetli şehir ilan edilmeliydi...'
Olay üzerine yer yerinden oynar mitingler yapılırken, gazeteler haber üzerine haber yapıyor, lanet yazılarının arkası kesilmiyordu. En anlamlı olanı Hakimiyet-i Milliyenin başyazısıydı:
'... Türk inkılapçılarının en bariz fazileti hakikatleri olduğu gibi görmek, ne kadar acı olursa olsun onlarla karşı karşıya gelmekten korkmamaktır. Tekkeleri kapadık, fakat dervişler yaşıyor! Medreseleri kapadık, fakat ondan mehcur olanlar duruyor. Halifeliği kovduk, fakat saltanat devrinin nimetleri içinde, o tatlı hatıraları hala zihinlerinde ve ümitlerinde yaşatanların sayısı az değil. Şapkayı giydirdik, fakat onu taşıyanların arasında hala bizi tekfir edenler var. 'Cebrü ikrah karşısında domuz etini bile yemek caizdir' diye, şapkayı taşıdığı için nefsini günahtan ve masiyetten tenzih eden ve teselli bulan biçareler var!
(...) Uzağa gitmeye hacet yoktur: Daha son fırka mücadelesinde, belediye seçiminde şurada burada beliren alametler, derinden derine işitilen tekbir ve tehlil uğultuları, memlekette gizli homurdanan hırsını venefretini güçlükle zapteden bir şeriat fırkasının yaşadığını göstermedi mi?'
Gazi Mustafa Kemal ile görüşen Başvekil İsmet Paşa, Ankara'ya dönerek harekete geçti. TBMM'ne gönderdiği tezkereyle (1Ocak 1931) İzmir, Manisa ve Balıkesir'de Sıkıyönetim(örfi idare) ilan edilmesini istedi. Heyecanlı görüşmelerden sonra kabul edildi. Bunun üzerine çıkarılan kararname ile Bölge Sıkıyönetim Komutanlığına 2. Ordu Müfettişi Fahrettin Paşa (Altay), Divan-ı Harp reisliğine de İzmir'deki Birinci Kolordu Kumandanı Mirliva Mustafa Muğlalı getirilmiştir.
Oluşturulan Divanı Harp heyeti sivil mahkemenin görevini devralarak işe başladı. Bursa, Balıkesir, İzmir ve Manisa'dan ilk etapta 16'sı kadın olmak üzere toplam 220 kişi tutuklanıp Menemen'e getirildi. Sorgulama ve yargılamalar Menemen Kışlası ve Zafer İlkokulunda yapılıyordu. Tutuklamalar ağırlıklı olarak Anadolu'da yaygın örgütü bulunan Nakşi tarikatı ve müntesipleri üzerine yoğunlaşmıştı. Bunlar arasında en dikkati çekeni İstanbul'daki Nakşibendi Şeyhi Erbilli Esat Efendi ve tarikat mensuplarıydı. Hazırlanan iddianame, Manisa'da başlayıp Menemen'de biten eylemi bir irtica kalkışması ve ' tarikat ağacının zehirli meyvesi' olarak değerlendiriyor, alınan ifadelerden bağlantının Nakşibendi tarikatının Erenköy Köşküne kadar uzatıyordu.
Divan-ı Harp yargılamaları
Menemen olayının sorgulama ve yargılamaları üzerinde uzun boylu duracak değiliz. Ancak tamamı elimizde olan yargılama zabıtlarında dikkati çeken bir iki kişi üzerinde durabiliriz. Biri tarikatın Kutbü'l Aktabı sayılan Şeyh Esat Efendi, diğeri onun Manisa halifesi olan 46 yaşındaki Rizeli Laz İbrahim Hocadır. Rize'nin Karadere nahiyesindendi. Tabur ve hastane imamlığından emekli olduktan sonra Beykoz'a yerleşmiş, ancak Manisa'dan bir türlü kopamamıştı. 1924 mübadili olan Horos köyüne bir cami yaptırıp faaliyetine burada devam ediyordu. Şeyh Esat Efendi'ye ilahi kudret bahşediyor, tarikatlar kapatıldığı halde, müritlere zikirler yaptırıyor, onları Erenköy köşküne götürerek Şeyh Esat'ın gözüne giriyordu.
Muğlalı Paşa, 'ne zaman Manisa hastanesine imam oldunuz' diye ilk soruyu sorunca, 'ben şuurumdan hastayım efendim, hatırlamıyorum' diye meczup numarasına yattı. Hem zikirler yaptırıyor, en yakın Rizeli dostlarını tanımamazlıktan geliyordu. Tarikat ve tekkeler kapatıldığı halde, Nakşıbendi tarikatı halife atama, icazet verme dahil boş zaman etkinliğine gizlice devam ediyordu. Manisa yöresinden topladığı müritleri, kuş tüyü yastıkta oturan şeyhine transfer eden Rizeli Laz İbrahim Hoca tarikat kültürünün en ilginç yalancılık fenomenidir.
Sorgulama ve yargılamalarda en dikkati çeken nokta; hurafeyi kutsal niyetine özümseyen tarikatçı meczupların, masumiyet karinesi oluşturmak için, akıl zafiyeti ve şuur kaybını ileri sürmeleridir... Meczupluk bahanesi yalnız Laz İbrahim Hocanın değil, Derviş Mehmet'e Mehdilik muskası yazan Alaşehirli Şeyh Ahmet Muhtar'ın da numarasıydı. O da herkesi tanımazlıktan gelmiş, mahkeme huzuruna çıkınca, şunları söylemişti:
'...Ben tımarhaneye girmiş, aklı başında olmayan biriyim. Fiil ve hareketim kanunen medarı ittiham olamaz. Muayenemi isterim.'
Tevfik Hoca hikâyesi
Bir Şeyh Efendi örneği de Balıkesir'den verelim. Tutuklamalar başlayınca Balıkesir'den de 9'u kadın 25 kişi Menemen'e getirilmişti. Kadınlardan biri 23 yaşındaki Akhisar'lı Necla Hanımdı. Kocasından geçimsizlik nedeniyle boşanıp dul kalmış; Benli Fatma tarafından Nakşi tekkesine götürülmüş, helalinden bir kısmet bulması için tekke şeyhi Tevfik Hoca'ya takdim edilmişti.
Tevfik Hoca bu genç kadına helal süt emmiş birini bulmak için tüm manevi gücünü harekete geçirdi. Nüshacılık, muskacılık, üfürükçülük tekkelerde ilim cinsinden sayılır; en sofistik metodlarla dertlilere çare bulunurdu. Üfürükçü hocalar ayetleri üç köşeli muskalara yazarken, Tevfik Hoca doğrudan doğruya illet ve şehvetin merkezine yazardı... Necla Hanımı soyarak iki memesine birer Ayet yazmış; üçüncüsünü de sağ baldırına nakşetmişti... Necla Hanım ertesi hafta kontrole gelince Şeyh Efendi bu güzel kadını yeniden muayeneye aldı. Ancak kadının memelerine yanlış ayet yazdığını anlamıştı! Özür diledi. Yazdığı ayetleri diliyle yalaya yalaya sildi ve yerine yenilerini yazdı.. Necla Hanım tesadüfen tutuklanıp Menemen'e getirilmese, bunları mahkemeye anlatmayacak, elbet duyan da olmayacaktı. Tevfik Hoca olayı mahkemede itiraf ettiği gibi ek bilgi de vermiştir:
'.... Ben yalnız Necla Hanım'ın göğsüne yazmadım Paşa hazretleri... Daha pek çok kadın Necla Hanım gibi bana başvurup göğüslerine ayet yazdırdılar...'
Doğru. Tevfik Hoca kimseyi sokaktan toplamıyor, kadınlar kendine başvuruyor, o da Allah kelamını münasip yerlere yazarak irşad görevi yapıyordu. Bu haberin gazetelerde ilginç yansımaları oldu. Çankırı'da Duygu isimli gazetede 'Şeyh Değil' başlıklı bir yazı çıktı. Cahil bir kadını çırılçıplak soymanın ve vücudunun haram yerlerine yazı yazma, ve sonra bunu yalamanın, 'melunluğun ve hayasızlığın en büyüğü' sayıldıktan sonra şu satırlarla son buluyordu:
'... Yarabbi senin inzal ettiğin Kur'an şeyh namı ve ulema kisvesi taşıyan melunlar elinde nasıl fena maksatlara alet ediliyor? Böyle bir şenaat, en sefil bir insanın bile hatırından geçmez..
Erbilli Şeyh Esat Efendi
Gelelim bir numaralı sanığımıza. Tarikatların kapatıldığı tarihte (1925) yalnız İstanbul'da 16 tarikat ve 438 tekke faaliyetteydi. Nakşi tarikatının sadece İstanbul'da 60'dan fazla tekkesi vardı. Divanı Harp savcısı tarafından, tarikat ağacının zehirli meyvelerinden sorumlu tutulan evliyalar evliyası Erbilli Şeyh Esat Efendiye kısa bir parantez açalım:
Musul/Kerkük sancağının Erbil kasabasında doğan (1847), Esat Efendi'nin babası Muhammed Said Efendi, Nakşibendi tarikatı Halidi kolunun Erbil tekkesi şeyhiydi. Dedesi Şeyh Hidayetullah da Mevlana Halid'in halifesiydi. Anne tarafından seyyid soyundandı. 23 yaşında Şeyh Taha el-Kürdi'den icazetini almıştı (1875). Aynı yıl hac farizasını yaparak tarikatların toplandığı İstanbul'a geldi.
Esad Efendi bir yandan cami derslerine bir yandan dini irşadına devam ederken, Abdülhamid tarafından Meclis-i Meşayih üyeliğine atandı. Boşalan Kadiri tekkesi kendine verildi (1883). Zikir ve ayinlerde, gençleri zehirliyor diye jurnallenince, memleketi olan Erbil'e sürüldü (1900). Ancak Meşrutiyet ilanıyla İstanbul'a döndü(1908). Sultan Reşad zamanında Kelami postuna oturdu. Üsküdar'daki Selimiye dergahı şeyhliği de kendine verildi, o da niyabeten oğlu Mehmet Ali Efendi'ye bıraktı. Baba oğul iki dergaha hükmettiler.
Nakşilik tarikatı bir imparatorluk gibiydi. Tekkeler kapatılınca (1925), Esat Efendi Erenköy'de satın aldığı muhteşem köşküne çekildi. Ancak eski itibarını kullanamaz olmuştu. Halbuki Kutbü'l -aktab şeyhler arasındaydı, keramet ve keşif sahibi evliyalardan sayılır, sakalı şerifleri tekkelerde saklanırdı. Gaipten haber verdiklerine, şeytan ve cinlere hükmettiklerine, hayvanın kemiklerini okuyup dirilttiklerine, ramazan ayında süt çocuğu iken oruç tutmak için- anne memesi emmediklerine, kızdığı adamı bin yıllık mesafelere fırlattıklarına, Allah ve peygamberle görüştüklerine inanılırdı.. Esat Efendi, felçli hastaları nefesle iyileştirir, kabirdeki ölülerle haberleşir, yılana ruh verip zikir yaptırır, Karadeniz'in ortasında batacak gemileri kurtarır, kara büyülerle insanın elini kolunu felce uğratır, alev ortasındaki adamı ateşin yakma hassasından korurdu... Belçikalı sosyoloğ Carl Vett, dergahta yaşananların şahidiydi. Yazdıkları dikkate alınırsa, keramet pörtföyü bu kadar geniş olan Şeyh Efendiye bunlardan birini neden ülkesi için kullanmadığını soran bir Allah'ın kulu çıkmazdı.?
(1) Yunanlıların 15 Mayıs 1919'da İzmir'e asker çıkaracağını bir gün önce Saray'a gidip Vahdeddin'e haber veremez miydi?
(2) 16 Mart 1920'de İngilizlerin İstanbul'u işgal edeceğini, Şehzadebaşı Karakolu'nda 5 mızıka askerini uykuda şehit edeceğini, rabıtaya yoğunlaşıp ilgililere haber verse, acaba o günkü zikirden daha hayırlı bir iş yapmış olmaz mıydı?
(3) Allah huzurunda keramet ve rabıta portföyü bu kadar kuşatıcı olan Esad Efendi, tutuklamak için kapısına gelen polisleri veya kendini yargılayan soytarı paşaları, mahkeme salonunda ve herkesin gözleri önünde neden dondurup taş kestirememişti!
Dergah şeyhimiz işte böyle biriydi. 15 Ocakta başlayan divanı harp yargılamaları 9 gün sürmüş, ilginç sahneler yaşanmıştı. Şeyh Esat Efendi 21 Ocak celsesinde yargılandı 24 Ocakta da savunmasını yaptı. Şeyh Esat Efendi gayet hürmetkar şekilde yargılandı.Mahkeme Reisi Mustafa Muğlalı ironik sorularla tarikat faaliyetlerini öğrendi. Laz İbrahim Hoca ile bağlantısı ortadaydı. Zaman zaman oğlu Mehmet Ali Bey devreye girerek babasının eksiklerini tamamladı.
25 Ocakta açıklanan kararla 105 sanıktan 37 kişiye idam, diğerlerine muhtelif cezalar verilmiş, pek çoğu da beraat etmiştir. İdam listesinde Essat Efendi ve oğlunun da adı bulunuyordu. Özellikle kutsalları olan bir tarikat şeyhine verilen idam kararında hanharca işlenmiş bir cinayetin ideolojik etkisi düşünülebilirdi. Fakat şunu söyleyebiliriz, bir tarikat şeyhinin idamı kültürümüze uzak bilinmez bir şey de değildi. Osmanlı/İslam kültüründe mehdilik/ mesihlik/mülhidlik iddiaları yüzünden nice idamlar yaşanmıştı. o Ancak Osmanlıda mülhidlik fetvaları gerekçe gösterilirken, şimdinin verileri ideolojikti.
Halep'te derisi yüzülerek idam edilen Nesimi(ö:1417) İslam tarihinin ilk şeyh örneğidir. İkincisi, Oğlan Şeyh adıyla bilinen Bayramiye/Melamiye tarikatı Şeyhi İsmail Maşuki Efendidir... İbni Kemal'in fetvasıyla, İstanbul'da on iki müridiyle birlikte boynu vurularak katledilmiştir (1539). '... İnsana kabir azabı yoktur, yemek, içmek uyumak hepsi ibadettir, oruç, zekat, hac Yezid'e cereme için gelmiştir, Şeriatın haram dediği şeyler helaldir...' gibi söylemler idamına sebep gösterilmiştir: Üçüncü idam, Melami Şeyhi Bosnalı Hamza Bali'dir (ö: 1561). Bu tarikat şeyhinin idamına, Ebussuud Efendinin, 'dinsizlik ve Allahsızlık' fetvası gerekçe gösterilmiş ve İstanbul'da başı baltayla kesilerek infaz edilmiştir (1561).
Dördüncü örnek, Karamanlı Şeyh Muhyiddin Karamani Efendinin idamıdır. Bu şeyh de Ebussuud Efendinin 'ahkam-ı şer'iyeyi inkar ile zındık idüğü' fetvası üzerine idam edilecektir. Ancak asılarak değil katlolunarak cezası yerine getirilir (1550). Son örnek ise boğulduktan sonra cesedi denize atılan Sütçü Beşir Ağanın macerasıdır(1662)
Menemen'de 37 idam sehpası
Menemen'de verilen idamlardan üçü yaş küçüklüğü nedeniyle 24 yıl hapse çevrilmiş, (Nalıncı Hasan, Küçük Hasan ve Ramazan); Erbilli Şeyh Esad Efendi, İzmir'den Mehmet Ali Hoca ve Harputlu Mehmet'in cezaları da yaş haddinden ( 65 yaş yukarısı) 24 yıl hapse çevrilmiştir. Divanı Harbin idam kararları TBMM tarafından onaylanarak 3 Şubat 1931'de İzmir'e gönderilmiş, 4 Şubat 1931'de Menemen'de infaz edilmiştir. İdamlardan en çok Nakşibendi tarikatının etkilendiğini görürüz. İdam listesi şöyleydi:
1. Manisa'dan Kahveci çırağı Mustafa; 2. Manisa'dan Terzi Talât; 3. Manisa'dan Topçu Hüseyin; 4. Manisa'dan Tatlıcı Mutaf Hüseyin; 5. Manisa'dan Eskici Hüseyin Ali; 6. Manisa Keçeli Köyünden Himmetoğlu Süleyman; 7. Manisa Paşa Köyünden Kâhya Ahmetoğlu İsmail; 8. Manisa'dan Mutaf Süleyman; 9. Manisa'dan Manifaturacı Osman; 10. Manisa'dan Hâfız Cemal; 11. Manisa'dan Tabur İmamı İlyas Hoca; 12. Manisa'dan Ali Paşazade Ragıp Bey; 13. Manisa'dan Şeyh Hâfız Ahmet; 14. Manisa'dan Giritli İbrahim oğlu İsmail; 15. Menemen Bozalan'dan Koca Mustafa; 16. Menemen Bozalan'dan Hacı İsmail; 17. Menemen Bozalan'dan Hacı İsmail oğlu Hüseyin; 18. Menemen Bozalan'dan Göriceli Abdülkerim; 19. Menemen'den Cum'ai Bâlâlı Ramiz; 20. Menemen'den Çıtaklı Molla Süleyman; 21. Menemen'den Yahya oğlu Hüseyin; 22. Menemen'den Çingene Mehmetoğlu Ali; 23. Menemen'den Hayim oğlu Jozef (Yasef); 24. Menemen'den Şımbıllı Mehmet; 25. Menemen'den Arnavut Yusufo¤lu Kâmil; 26. Menemen'den Kerimoğlu İbrahim; 27. Menemen'den Selimo¤lu Boşnak Abbas; 28. Alaşehir'den Şeyh Ahmet Muhtar; 29. Erbilli Şeyh Esad' ın oğlu Mehmet Ali; 30. Manisa Hastanesi imamlı¤ından mütekait Laz İbrahim Hoca; 31. Manisa'dan Emrullahoğlu Mehmet Emin; 32. Manisa'dan Nalıncı Hasan idama bedel (24) sene hapis (20) yaşında; 33. Manisa'dan Çoban Ramazan idama bedel (24) sene hapis (20) yaşında; 34. Manisa'dan Giritli Küçük Hasan idama bedel (24) sene hapis (17) yaşında; 35. Menemen'den Harputlu Ömero¤lu Mehmet idama bedel (24) sene hapis (65) yaşını mütecaviz; 36. İzmir'den Laz Mehmet Ali Hoca idama bedel (24) sene hapis (65) yaşını mütecaviz; 37. Erbilli Şeyh Es'at idama bedel (24) sene hapis (65) yaşını mütecaviz...
Olayın sosyo ekonomik analizi
Menemen olayını anlamak için birkaç meczup arasından suçlu aramak yetmez; onları buralara sürükleyen zihinsel kök pardigmalarının okunması gerekir. Cumhuriyet, tarihte görülen diğer devrimler gibi (örneğin Fransız ve Rus ihtilali) kanlı değil kansız gerçekleşmiş; Osmanlı hanedanı burnu kanamadan sürgüne gönderilmiştir. Buna rağmen, saltanat ve hilafetin sunduğu dünya nimetlerinden, kasa ve masadan uzaklaşan medrese, tarikat ve tekke kültürü, şeyhleri, dervişleri, müritleri, meczupları ve mehdileriyle, kendi dehlizlere çekilerek hem uygarlığa hem Cumhuriyete nefret kustular. Halbuki Cumhuriyet dine değil hurafeye dokunmuş, Allah'a ve Peygamber'e vekillik ettiğini sanan, halkın sürüleşmesine sebep olan kurum ve anlayışları saf dışı bırakmıştır. Merkezdeki desteği kaybolan medrese ve tarikatlar, yanlarında eskisi gibi Yeniçeri zorbalarını değil, İstiklal Harbini kazanmış milli bir orduyu buldular. Bedeller ödeyip tevekküle çekildiler; doksan sene geçse de bekleyebilir, fırsatını bulunca sahte 'demokrasi' aracına binebilir; uygarlık nereye evrilirse evrilsin, taassup ve intikamdan vazgeçemezlerdi.
Hangi bilinç düzeyi ve hangi referanslarla okunursa okunsun, Kubilay'ın başının kesildiği Menemen olayı, sıradan bir gösteri mantığı ile açıklanamaz. Olayın sosyo ekonomik analizi yapıldığında, bir kaç meczubun işi olmayıp, kendi tarihinde karşı çıkmadığı hiçbir yeniliğe raslanmayan ve ortaçağın düşünce mezarlığında gezinen zihinsel yapıların histeri nöbeti olduğu görülür. Bu yapılar hangi yöne evrilirse evrilsin, aynada görecekleri resim ileriyi geride arayan İslamcı fanatizmdir. İrtica yılanı Menemen'de sinsice başını göstermiş, intikamını Kubilay'ın başını kopararak almıştır. Derviş Mehmet, sağ eliyle kavradığı taassup bıçağı ile, tekbir getire getire can çekişen avına saldırırken, hem uygarlığın hem Cumhuriyet'in boğazına sarılıyordu.
Menemen olayı olduğunda Hakimiyeti Milliye şöyle yazmıştı: ' Kubilay, Türkiye'de uygarlık cihadının en son kurbanı olacaktır' (29 Aralık 1930). Ancak bunun doğru çıkmadığı görüldü. Dünyadaki İslamcı toplumların sosyo kültürel analizini yaparken zihinsel yapıların hurafe kutsallarından asla vazgeçmediği görürüz. Örneğin Menemen'den 63 yıl sonra (2 Temmuz 1993) Sivas Madımak Otelinde 37 aydın benzin dökülüp yakılırken, dışarda 'Allahuekber' sesleri yükseliyordu. Buradaki tekbir seslerini uygarlık ikliminin demokrasi denilen sosyo kültürel verileriyle yorumlama imkanımız yoktur. Kitleleri meydana yığarak Tekbir getirmek demek, güç ve otorite bakımından Allah'tan büyük güç olmadığı anlamına gelmektedir. Daha açık ifadeyle, İslam dünyası girişilen katliamlara Tanrı katından kendine göre güç buluyor demektir. O halde bu makaleyi sona erdiren en uygun anahtar cümlemiz şu olmalıdır:
Doğa nasıl evcilleşemiyorsa, İslam dünyası da bu kafayla kıyamete kadar normalleşemez...(*)
(*) KAYNAKÇA: Okuyucu için not: Bu makalede insicamı bozmama açısından dipnotlar özellikle verilmedi. Ancak, burada verilen bilgilerin hepsi kaynakçalı ve gerekçelidir. Bu yazı, Divanı Harp yargılamalarının zabıtları tam metin görülerek, Emniyet Genel Müdürlüğü arşiv notları ve devrin yazılı literatürü taranarak yazılmış, 911 atıflı, 545 sayfalı araştırmamızdan özetlenmiştir. Bkz. O. S. Kocahanoğlu, Divan-ı Harp Zabıtlarına Göre, MENEMEN VE KUBİLAY OLAYI/Cumhuriyet İdeolojisi ve Tarikatlar, Temel Yayınları, İstanbul 2013
Kaynakça:
https://add.org.tr/menemen-olayı-ve-kubilay/
Cumhuriyetimizin gerici zihniyet sahibi kimselerce katledilen devrim şehidi Kubilay'ı minnet rahmet ve sevgiyle anıyoruz😙