Narsist
Kırgınım ve kırgınlığımın da yaşamak gibi incelikli bir anlamı olmalı
her şeyi yazmak isterken, çok şey susmak istediğimi farkediyorum...
Önceden de çok yazmıştım sana, unuttuğumdan değil şimdi bu geri dönüşüm. Eski mektuplarımızı karıştırdım ne çok anımız varmış, ne çok ağlamışız satırlarca birbirimize ve kaybettiklerimize. Dostluğumuz saydamdı. Hiç bir alışkanlığın bağımızı koparmasına izin vermek istemezken, beklenmeyen o ayrılık bizden ne de çok şey götürdü. İnsandık oysa, her şey insanlar için değil miydi. İnsanlar için uydurulmuştu belki de bu uzaklıklar. Yakınlığımızla diriltmemiz gerekiyordu ayrılığı. 'Küçücük bir dünyam var benim' demiştim bir keresinde sana. 'Sandığın kadar gösterişli de değil.' 'Küçük ama kainat gibi hayallerle dolu' demiştin. Yüklediğin anlamlar beni büyütüyordu belki de. Aslında küçüktüm ben. Seninleyken büyüyordum.
Bir gün aniden gitmen gerektiğini söyledin. Başka uzak ülkelere ama acımızı bölüşebileceğimiz kadar yakın olacağımızı söyledin. Şimdi biliyorum çok canın yanıyor ve aslında en çok yanındayken yanında olamıyorum. Ben mi hayırsızım, yoksa sen mi yalancı çıktın bu mecazi kopuklukta kestiremiyorum. Ama tuhaf bir şekilde ayrıyız işte başka türlü anlatamıyorum.
Hani 'Merhaba Nalan'ı dinlerdik ya birlikte, hani bir yerinde 'ağrıyan dizim' derdi de uyku tutmayan gecelerde, beni anlatıyor derdin de, dizlerine götürürdün ya sıvazlamak için avuçlarını. Sahi, hala ağrıyor mu dizlerin, hala insanların yüzüne bakarken kaçırıyor musun gözlerini? Benim gözlerimin içine bile bakamazdın ya hani, kaçırırdın bakışlarını bir suç işlemiş gibi. Hüzünlü bir yaratılışın vardı ya, hani benim en sevdiğim yanın... Ah güzel dostum, kadim dostum, nasıl bu hale geldik ki?...
Ayrı geçirdiğimiz onca zamanın ardından öyle çok şey var ki merak ettiğim. Ayrı sayılmazdık ruhen, sen biliyorsun işte ne demek istediğimi. Hala hayatın manasını arıyor musun, hala yeni yeni anlamlar mı yüklüyorsun adlandıramadan yaşadığın her güne ve hala inanıyor musun tesadüflere? Ben inanmıyorum hala. Ne yani, tesadüfen mi bulduk birbirimizi şu canına yandığım koca alemde de tesadüfen yitirdik? Ah dostum, ah benim kocaman yürekli yarımım. Yarım kaldın mı sende? Bu dünyaya sığamadık belki, belki dünya bizi sığdıramadı içine de ondan böyle boynu bükük kalmış bir çiçek edasında su gibi varlığımızın telaşında birbirimizi arayışımız. Ben çok eksiğim. Bildiğin eksik işte başka izahı yok bu kaybolmuş halimin. Acı bir tat bıraktı yaşadığım her güne bu yoksunluğum. Dostum, her şeyi bırak da, bu şamata denizinde sahiden mutlu musun? Tek kaygım alışkanlıklarını unutup, hayatın o koşuşturması içinde kendinden uzaklaşıp kaybolman. Değişmeni hiç istemedim, sen bu halinle güzeldin ya, benim her halimle çirkin olduğum gibi, bu çirkinliğimle seni hep güzel görmeyi nasıl başardım, nasıl böyle güzel baktım dememe lüzum yok, sen gerçekten güzeldin. Çirkinliğim bile alıkoyamadı izlerken seni...
Biliyorsun, ben hayatta ne kendime, ne de kimseye verdiğim sözleri hiç tutamadım. Ama sana vaadettiğim bütün sözlere hep sadık kaldım. Ne kadar şiir varsa okudum, ne kadar müzik varsa dinledim. Deliliğe vurdurdum bazen hoyrat yanımı. Açık sözlü pişmanlıklar biriktirdim, aslına payidar kalan acılar ve yanılgılar. Kimse bilmedi, belki hissetmedi senden başka, ben hınzırca gülümsedim hep, o anlayamadıkları şizofrenik durumlarıma.
Bizim orada bir park vardı ya hani, onu yerle bir etmişler görünce nasıl içim acıdı, nasıl parçalandım anlatamam. O trafonun üzerine adımızı yazmıştın ya sprey boyayla, her geçişimde gülümsememe sebep olan muzipliğini anımsadığım, işte onu da boyamışlar, üzerine orman manzarası yapmış duvar ressamının biri. Resme olan hayranlığım sonsuz da, anılarımızı boyamasalardı ya, ne olurdu sanki! İçimden geçirmedim değil hani, tekrar alıp bi dolu boyayı adımızı yeniden kazımayı o manzaranın en şahane çimenlerinin üzerine, uçan kuşların isimleri gibi ne yakışırdı ya, boşver dedim, uyma kuşların sakinliğine, bozma huzurlarını.
Ne çok saçmaladığım günler oldu, anlatsam şaşarsın. Belki de kazandıklarımız çok diye pek de aldırmadım kaybedebileceklerime. Dostum, o satırlardaki gibi, güneşe baktım, toprağa baktım yürüdüm. Ardına bakma diyordu ya, en sevdiğimiz kısmı buydu ama onun için değil elbette, arkaya bakılmasının ne elem şey olduğunu bildiğimden geçmişin yaşanmış ve yaşanmamışlığına ve iyi kötü her şeye bir sünger çektim öyle devam ettim yola. Biliyorum sen de aynen böyle yapmamı isterdin. Hep böyle sağlam yürümemi isterdin yollarda. Hani derdin ya, ayakların toprağa geçiyormuş gibi, başın gökkubbeye değiyormuşçasına yürüyeceksin diye. İşte hep öyle yürüdüm bildiğim ve bilmediğim ne kadar yol varsa orada. Orası, yani hiç gidemediğimiz o uzak ülke hala bekliyor mudur bizi dersin?
Ayrı düştüğümüze aldırma, dünyanın dönmekten vazgeçtiği gün hepimiz de aynı kavanoza girmeyecek miyiz? Ah dostum, ne tatlı yoksunluk şu özlem dedikleri doğurgan duygu. Özledikçe eskileri hatırlayıp hatırlayıp gülümsüyorum. 'Gülümser yanım' diyordum ya senin için, nasıl doğru!
Çocukları ne çok severdin. Öyle çok istemiştim ki 'Ada' isminde bir kızın olsun. Dualar etmiştim senin için. Bu duygudan ömrün boyunca mahrum kalacağını nerden bilebilirdin. Çocuk sahibi olamayacakmışsın, duyduğumda yıkılmıştım. Kendi çocuğunun elinden tutup parka götürememek, sınıfının kapısına kadar çantasını taşıyıp ona eşlik edememek ne zor ve kabullenmesi ne kadar hazin bir duygu olmalı. Dudağının kenarında senin gibi beni olan, kıvır kıvır saçlı, melez tenli tatlı bir kız çocuğu varmış. Evlat edinmek istedim senin için. Ama kalan ömründe başkasını acına ortak etmek istemediğini bildiğimden hemen vazgeçtim. Ardında hiçbir şey ve hiç kimseyi bırakmadan göçmek istiyordun sonsuzluk yolculuğunda. Sanki hiç yaşamamış gibi, hiç olmamış gibi usulca gitmek istiyordun. Ses etmedim. Saygı duymak gerekirdi buna. Hayat dediğin seçtiklerimizden ibaretti ve bu senin en hazin tercihindi. Ne diyebilirdim.
Şimdi bir hastane odasında, üzerinde bir sürü cihazın ve kolundaki serumun sessizce çıkardığı damlaların eşliğinde yanımda kıpırtısız yatıyorsun. Bu sandalye bana göre değil. Her yanım ağrıdı. Gözlerini açtığında yanında olmayı ve ilk beni görmeni istiyorum. Benim seni sevdiğim gibi keşke biri de beni böyle beklentisiz ve her şeyimle sevebilseydi. Bunu öyle çok isterdim ki, bilemezsin. Neyse... Bunlar elbette benim eksikliğimle ilgili. Boşver, unut gitsin söylediklerimi.
Hadi dostum! Dayan! Sonsuza dek seninleyim. Seni çok sevdim, öyle ya kimse kimseyi böylesine sevmemiştir. Seni daima sevecek olan Kadim Dostun 'Benim...'
...
Biraz narsist, biraz şizofren, biraz kanser, biraz zeki birinin kendinden kendine iç kanamalı hallerinde yazdığı mektuptur. Bu mektubun, ikinci, üçüncü veya dördüncü şahıslarla uzaktan yakından hiç bir ilgisi bulunmadığı tespit edilmiştir. Aslında hiç bir zaman yaşamadığı veya yaşayamayacağı, bulunduğu veya bulunmadığı yerlerde hayali olarak anlattığı şeylerin toplamıdır bu mektuplar. Bu mektup, elimize geçen delillerden yalnızca biri. Kişilik analizlerinde 'dostum' diye bahsettiği 'kendisi'ni iyi gösterip, 'kendim' diye bahsettiği kişiyi yerden yere vurması esasında 'dostum' dediği kişi gibi 'mükemmel' olabilme isteğinden kaynaklanmaktadır. Kendisinin eksikliğinin farkındadır ve bu durumdan hoşnut değildir. Dünyada mükemmel insan diye bir kavram olmamasına rağmen, o böyle bir insan olmayı arzulamış ve benimsemiştir. Hep böyle iyi bir insan olma güdüsü ama kendisinden hep bir adım geride olmasını istediği dostunun, mükemmel kişiliğine olan hayranlığı, bağlılığı ve sevgisi onun ne denli platonik bir narsist olduğunun göstergesidir. Onunki ileri derecede kişilik bozukluğu içeren narsisistik olduğu için, rahatsız ve hasta olarak değerlendirilebilecek boyuttadır. İçsel bir karmaşa yaşadığı apaçık ortadadır ve sanığın ruhsal dengesizlik ve şizofrenik bulgularından, geçirdiği rahatsızlığın sarsıntılı gelgitlerinden ötürü serbest bırakılmasını arz ederim.
...
Hakim mahkemeye yarım saat ara verdi. Hayat arkadaşını, kimsenin aklına gelmeyecek kadar naif ama hayli soğukkanlı bir planla öldüren, iç dünyasını bilmeyenlerin tabiri ile 'eşini katleden' hasta ve son demlerini yaşayan biri için içerde veya bir hastane odasında ölmek neyi değiştirirdi ki? Sıradan bir günde, sıradan olmayan hayatı için bir şey yapmıştı işte. Kaybedecek bir şeyi de yoktu üstelik. Çocuğunun olmayışından eşini sorumlu tutan, akabinde kendi yiyip bitirmekten kanser olan ve en sonra her şeyden cayıp deliren, kendini hayatındaki tüm insanlardan soyutlayıp yalnızca 'kendini' arkadaş edinen, bir sinir arbedesi anında cinnet geçirirken hırsını eşinden çıkarmış biri için, acıklı olmayan bir son onu bekliyordu. Hastane odasında her şeyden bi haber öylece yatarken aslında kurtuluşu içinde arıyordu yorgun bedeni. Netice belliydi. Yirmi yıllık hayat arkadaşını kendi elleriyle yok etmişti ve yok olmaya mahkum bedeni onu bilinmeyen bir mekanda ilelebet ağırlamak için tüm karanlığıyla bekliyordu. Vakti bu dünya için az sayılacak kadar tükenmişti.
....
- Aslında egoizm terbiye edilebilen bir kişilik sorunudur. Kendinden başka insanları da sevmeyi ve benimsemeyi öğrenmekle ve istemekle üstesinden gelinebilecek ama ilerlediğinde engel olunması zor sayılabilinecek bir rahatsızlıktır. Lakin egosit bir insana bunu izah etmek ve kabul ettirmek okyanusun ortasında gemiden atlamak kadar korkunçtur. Ego düşkünü insanlar öylesine çok ben diliyle konuşurlar ki, kulaklarınızı sağır eder bu ben'cillikleri. Oysa sevmeyi öğretebilirsek bu acınası insanlara, onları iyileştirebiliriz bile, şefkatle ve sabırla davrandığımızda, uyum sağlayan bir duruma eriştirebiliriz böyle ve böyle olmaya eğimli insanları. Çünkü böyle insanlar kendilerinden başka bir varlığa tahammül edemedikleri ve bencilliğin dozunu yükselttikleri vakit çok tehlikeli durumlara ve sorunlara yol açabilirler.-
fulya/ağustos2011
belki bir gün dedim yaşamak bu kim bilir aynı yollardan biz de... dedim.
çok haklısın Fulya 👧 tebriklerimle.
Uzun ama akici bir yaziydi. Kaleminize saglik. Sevgiyle kalin.
Psikoljik tahlilileri ağır basan ve aralara yer yer hüzün damlaları serpiştirilmiş güzel bir deneme ki gün sonunda ödülünü de almış. Kutladım Fulya hanım içtenlikle...👍😅👍