İhsan Tevfik'le 'aşka çırak ölüme usta' Kitabı ve Şiir Üzerine Söyleşi
DURALİ: Merhaba Tevfik, üç ay önce, ikinci şiir kitabını çıkardın: Aşka Çırak Ölüme Usta. Senin, şair amcan Cemal Kırca’yı ve onun poetikası dolayımında şiirini anlattığın Cemal Kırca Kitabı başlıklı çalışmanı da saydığımızda, üçüncü kitaplaşman bu. Bütün bu verimlerin için seni kutlayayım ve konumuzun ekseninden, asal atmosferinden sapmadan, söyleşimize geçelim istersen.
Bir kere, kitabının adındaki şiirselliğe değinmeden olmaz. Vurucu, çarpıcı, kişiyi derinliklerinden yakalamayı öngören bir ad... Kendi adıma, o kadar beğendim ki! Aşk ve ölüm gibi, insanın hem nesnel (biyolojik-fiziksel-toplumsal) dünyasındaki, hem de son derece öznel (manevi-zihinsel-estetik) evrenindeki iki başat duygu-durumunun “olmazsa olmaz” birlikteliğinin ve de karşıtlığının, aynı düzlemde vurgulanması, sahiden etkileyici. Etkileyiciliği, yalnızca, her iki sözcüğün / kavramın, kendiliğinden taşıdığı şiirsel potansiyelin dışavurumuyla sınırlı değil. "Çırak" ve "Usta" sözcüklerindeki “deneyimsel kinetik”le ilişkilendirilmeleri, çağrışımsal boyutlanmayı, imgesel dallanıp-budaklanmayı da ivmelendiriyor. Böylelikle, şairlerin (ontolojik tutamakları olmayan şairlerin) ne yazık ki ezici çoğunluğuna musallat olan, pozitivist-modernist referanslı “beş duyu gerçekçiliği”nin katlanılamaz yüzeyselliğine tepkimeli bir tavır geliştirerek, soyut-olan’la somut-olan’ın sentezine varıyorsun. Bunu önemsenmesi gerekli bir “farkındalık / farklılık” olarak işaretlemeliyim. Seni, kitabına bu başlığı koymakta, şu veya bu biçimde yönlendiren etik / estetik etkenler ve süreçler nelerdi? Açar mısın azıcık?
TEVFİK: İncelikli sözlerin için teşekkür ederim. Sorularına uzun yanıtlar vermek istemiyorum. Çünkü vereceğim yanıtları şiirimi dikkatle okuyanlar zaten kendileri bulurlar. Aşka Çırak Ölüme Usta, kitabımda Kalfalar Gazeli adlı şiirin içinde geçen bir dizedir. Hattâ, bu iki uç arasında bir de “acıya kalfa” ifadesi var. Yani aslında bir şiir adı da değildir; ama en baştaki ve sondaki söylem bir kitap adı olacak denli güçlü göründü bana.
“Aşk imiş her ne var âlemde” sözü benim âleme bakışımdır zaten. O halde aşkla başlar her şey, biz onun çırağı olarak başlarız. Çok şey öğreniriz sonra; ama hiçbir şey, ölümün öğrettiğini söyleyemez insana. Onun için yine doğaldır ki; ölüm de en büyük ustamızdır, beğenmesek de ‘üstad’dır. Hayatta her şeyi zıddıyla düşünmeyi severim: aşk ve ölüm karşıtlık mıdır, ondan da emin değilim aslında, belki de tamamlayıcıdır.
DURALİ: Peki, kamplaşmalarla / kutuplaşmalarla / klikleşmelerle görünür olmayı; şiiriyle / yazısıyla var-olmanın fersah fersah önünde tutan “yürürlükteki edebiyat mahfilleri”, ne kadar tanıyor seni? Kendini özetle tanıtır mısın? Genişleteyim: Yeterince değerlendirilebildiğini düşünüyor musun meselâ? Yoksa, duruşunu irili-ufaklı edebiyat iktidar(cık)larının hiçbirine iliklemeden ayakta kalmaya çırpınan, bir avuç sahici şair / yazar gibi mi düşünüyorsun?
TEVFİK: Edebiyat mahfilleri beni ne kadar tanır, bir fikrim yok. Kitaplarımın arkasında öz yaşam öyküm var. Dergicilik, şiir, yazı hayatı… Sonra tanınmaktan tanınmaya da fark var. Ben bildiğim yolda yürüyorum -senin sormak istediğini gayet iyi anlıyorum elbette- ve eser vermeye devam edeceğim. Beni en baştan beri ilgilendiren gerçeklik budur. İlk şiir kitabımın arkasında sevgili M. Mahzun Doğan’ın beni ve şiirimi değerlendiren bir sözü vardı, -binlerce iltifattan değerlidir- onu anımsatayım yeter: “O, şiirin efendisi değil emekçisi… Şiirimizinse artık efendilere değil, emekçilere gereksinimi var…” Bu sözler, her şeyi anlatıyor sanırım.
DURALİ: Sincan İstasyonu dergisi, biliyorsun, birkaç sayı önce, Nâzım Hikmet’in ve kütle hâlinde İkinci Yeni’nin etkilerini “Gelenek’in üstümüzdeki gölgesi” olarak tanımlayarak, bununla ilgili bir soruşturma başlattı. Olumlu-olumsuz görüşler ardı ardına yayımlanıyor. Biliyorum, Gelenek meselesi, günümüzün meselesi değil. Geçmişte de, şimdi de, şairler “reddetme, onaylama, ilgisiz kalma” bağlamlarından birinde konaklayarak, Gelenek karşısındaki tutumlarını sergilediler hep. Gelecekte de sürecek bu. Senin de bu noktadaki görüşlerini bilmek isterdim doğrusu.
TEVFİK: Şiirde ‘gelenek’in yerine birkaç yazımda ayrıntısıyla değindim. En son - yeniden çıkacak olan- Papirüs dergisine yazdığım bir yazıda geleneğe nasıl yaklaşılması gerektiğinden söz ettim. Oradaki görüşlerden çok farklı şeyler söyleyecek değilim. Daha ilk şiir kitabımın girişinde ‘gelenek’le bağımı ortaya koyan bir giriş yapmıştım. Geleneği derinlerde akan bir su olarak niteleyip, has şairin bir biçimde bu suya ulaşması gerektiğini söylemiştim.
Eliot’u çok okudum ve severim. Diyor ki: “Eğer geleneğe sahip olmak istiyorsanız, çok gayret sarf etmeniz gerekir. Geleneğe sahip olmak için önce ‘tarih şuuru’ geliştirmeye ihtiyaç vardır. Tarih şuuru ise, yirmi beşinden sonra da şiir yazmaya devam etmek kararında olan herkes için kaçınılmaz bir şeydir.”
Ben, Nâzım’ın da, Turgut Uyar’ın da, Necatigil’in de -çoğaltılabilir- geleneğe nasıl yaklaştıklarını inceledim. Cemal Süreya: “Nicedir Hüsn ü Aşk delisiyim. A. Gölpınarlı’nın düzyazı çevirisinin de yardımıyla bu kitabın metni üzerinde dört yıldır mutlucana dolanıp duruyorum.” diyor. İşte geleneğe en modern bir bakış tarzı size.
Geçmişle ‘bağ kurmak’tan çekinenler; ya tanımayanlardır (bu biraz zor da geliyor kendilerine) ya da ideolojik duruşu hayatın tek ölçütü olarak görenlerdir. Böyle bir kafayla benim tartışabileceğim bir şey yoktur. Daha önce de söylemiştim bir yerde; geleneğe en çok çakanlar, onu çaktırmadan bir şekilde kullananlardır. Geniş düşünmek gerek, dünya şiiri de artık bizim geleneğimizle ilişkisi bakımından incelenmeli. Niye? Çünkü artık ‘haiku’ yazıyor Türk şairleri, bir zaman da sonnetler, terza-rimalar yazdılar.
DURALİ: Edebiyatın şiir dışındaki türlerinde de (öykü ve roman) çalışmaların olduğunu biliyorum. Ne var ki, onların pek azı yayımlandı dergilerde. Derli-toplu bir kitap bütünlüğüne kavuşacaklar mı onlar da. Kavuşacaklarsa ne zaman?
TEVFİK: Üç yıldır Yunanistan’a gidip duruyorum. Kamera ve fotoğraf çekimleri, oradaki insanlarla söyleşiler yapıyorum bol bol. Bunlar beni duygu ve düşünce dünyası bakımından zenginleştiriyor. ‘Mübadele’ konusu ilgimi çekiyor. Çünkü orada insanların acıları, özlemleri var. Sadece buradan giden Rumlarla değil oradan gelen Türklerle de söyleşiler yapıyorum. Sadece 2010 Ağustosunda Sivas’ın ilçelerinde Yunanistan’dan gelen mübadillerle sekiz söyleşi yaptım. Kitap-lık, Sultanşehir, Rumeli Kültürü, Rumeli’nin Sesi… gibi dergilerde bu röportaj ve inceleme yazılarım yayımlandı, bundan sonra da devam edecek.
Mübadeleyi konu alan öyküler yazıyorum. Bunu pek bilen yoktur. Osmanlı Arşivi’nden bu konuda belge, kaynak araştırması yapıyorum. Sanırım 2011’de bu çabaların bir kısmını kitaplaşmış olarak görebileceğiz. Asıl alanım, ilk göz ağrım, terk edemeyeceğim yegâne uğraşım elbette şiir; ama insanın acılarının olduğu yerde diğer edebi türlerle de anlatacaklarımı anlatmak isterim. Roman için acele etmiyorum, konusu coğrafyası her şeyi belli ama aradan çıkması gereken mübadeleyle ilgili öncelikli kitaplar var.
DURALİ: Şiirsel süreçlerin, akım akım, kuşak kuşak adlandırılmaları / bölümlenmeleri konusunda ne diyeceksin? Tarihselliği olmayan, toplumsal hareketlilikten kökenlenmeyen, yapay birtakım devinimlerin ürünü müdür, bütün bu akım ve kuşak tartışmaları; yoksa, tam da poetik / şiirsel gerçekliğin kaçınılmaz kavşakları olarak mı vardırlar? Yeri gelmişken, gözlemleyebildiğin kadarıyla, 2000’lerin başında yazılan (kimlerine göre “yapılan”) şiirleri, Cumhuriyet dönemindeki öteki şiir dalgalanmalarıyla (akım veya kuşak dememek için dalgalanma dedim) bağlantılı olarak ele aldığında, neler düşünüyorsun?
TEVFİK: Papirüs için yazdığım bir yazıda buna değinmiştim; kısaca söyleyeyim. Edebiyat tarihi içerisinde onlu yirmili sayı sistemleriyle konuşmaya alıştık. Bu, edebiyat tarihçilerinin ve incelemecilerinin kolaylık olduğu için de çok benimsediği bir yoldur. Kolaylık verir ama bir yandan da her on yılın her yirmi yılın ille de farklı değerlendirilmesi gerektiği gibi bir ön koşulu dayatır. Böyle olunca da 80’lerin 70’lere, 90’ların 80’lere, 2000’lerin 90’lara karşı olduğunu zannederiz.
Yaşama biçimleri ve üretme koşulları farklı bir nesil geliyor ama ben geçmişten çok büyük bir kopuş yaşandığı düşüncesinde değilim. II.Yeni başta olmak üzere geçmişin değişik kılıklarda karşımıza çıktığını düşünüyorum. Tabi bir de uçlarda gezinenler, deneyenler, yap-bozcular var. Sorunun soruluş şekli cevabı da içeriyor aslında. Seninle bu noktada aynı düşüncedeyim. “Tarihselliği olmayan, toplumsal hareketlilikten kökenlenmeyen” hiçbir hareket “yeni” adına ortaya çıkamaz. Olsa olsa yeni numara verirler. Bence şiirsel tutarlılık (söylediğinde ve yapıp ettiklerinde) ve devamlılık önemli…
DURALİ: Yığınla sanal edebiyat / şiir sitesi var internette. Herkes, hiçbir ön-elemeden geçirilmeden, istediğini yazıp yayımlayabiliyor oralarda. Salya-sümük ağlamalı, yandım-yıkıldımlı sayıklamalar, en revaçta olanlar. Sanat-edebiyat dergileri, taş çatlasın 1000 civarında satarken, böylesi sanal ortamlarda, birbirlerinin sırtını, “en büyük şair sensin, yok ben değilim sensin” biçiminde ikiyüzlülüklerle sıvazlayan onbinlerce “şair cesedi”ne (tabii öykücü, denemeci cesetleri de var; ama, rekor, şair cesetlerinde) rastlıyoruz.
Hattâ, o sitelerin bazıları, akademik unvanlı ve / veya edebiyat kanonunda epey tanınmış şair ve yazarlardan oluşturulan seçici kurulları da bulunan yarışmalar bile tertipliyor, ödüller dağıtıyor. Geçende bir dergide okudum: Bedence genç ama kafaca ve kalpçe ihtiyarladığı dediklerinden belli bir (şiir değil) şair heveslisi, bir dergiye yolladığı şiirler yayımlanmayınca, küplere binmiş, şu veciz sözleri yumurtluyordu: “Şiirlerim o kıytırık dergide yayımlansaydı, en fazla 500 kişi okuyacaktı; ama sanal edebiyat sitelerinde on binlerce kişi okuyor.” Ne dersin, şiirin kıyâmeti çoktan koptu da, bizim mi haberimiz yok?
TEVFİK: Bana çok fazla ekleyecek şey bırakmamışsın. Durum ortada. Ben sadece uzak durduğumu söylemekle yetineyim. Bu soruya cevap arıyordum ki daha bugün lise 2.sınıfta okuyan bir öğrencim sınıfta internet kültürünün günümüz şairlerini nasıl tükettiğinden söz etti. İsimler de verdi. Yanlış ve gereksiz bir yayılmacılıktan / yaydırmacılıktan söz etti. “Şiirler bile yalan yanlış aktarılıyor oraya. Hocam, siz ne düşünüyorsunuz?” dedi. Lise 2’deki birazcık duyarlı bir genç bu işin ucunun nereye gittiğinin farkında...
Gerçek şiir okuru en iyimser tahminle Attilâ İlhan’ın ve Nâzım’ın son şiir kitabının baskı sayısı kadardır. Gerçek şiir, belki yapısı gereği böyle sınırlı ve özel bir alandır. Baudrillard, reklamcılığın ön plana geçtiği, gerçekliğin kovulduğu, “bayalığın üst dili”nin egemen olduğu anlayışı “Sanat Komplosu” adlı yapıtında anlatıyor. Kuruntu yaptıysam, bu sadece benim değil Baudrillardgiller’in suçu galiba.
DURALİ: Şiirle az-çok ilgili herkes bilir: Fazıl Hüsnü Dağlarca, şiirimizin o kuyrukluyıldızı, düzyazı yazmazdı. Şimdi berraklıkla hatırlayamıyorum ama yıllar önce, birkaç yerde, söyleşilerinde, düzyazıyı şiir karşısında küçümseyen birkaç değinisine rastlamıştım. Ben, bu konuda, görkemli Dağlarca’yla taban tabana ters düşü(nü)yorum. Sen de, şiir dışında da yoğunluklu çalışmaları olan birisin. Nasıl yorumlayacaksın?
TEVFİK: Sanırım, Dağlarca bunu şiirinin aleyhine olur, diye pek yapmak istemiyordu. Özel bir tavırdır, ben saygı duyarım; ama ben hele bugünün şairinin söyledikleriyle (poetik görüşleriyle) ve sonra da yapıp ettikleriyle değerlendirilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Onun için hayatımda düz yazıya sonuna kadar yer olacak elbette. Söyleşiler yapıyorum yaşlı insanlarla, röportaj yazıları yazıyorum. Yani şiirin de dışına çıkıyorum; ama önemli olan hayatın dışına çıkmamak. Yaşamı bütün renkliliği (değişik çehreleriyle) ve zenginliğiyle yansıtabilmektir asıl olan. Bunların da şiirimi bir şekilde beslediğini düşünüyorum.
DURALİ: Kitabında sevdiğim şiirleri tek tek saymayayım. Çoğunu sevdiğimi söylemiştim, sana ve birkaç şiirsever arkadaşa. Yalnız, “Dağlarca Aydınlığı” bölümü var ki, oradaki o dört şiire paha biçilmez. Dağlarca, benim için de, şiir göklerimize armağan ettiği, yüz otuzu aşkın şiir galaksisiyle (yâni, milyonlarca yıldız-dizesiyle) apayrı, erişilemez bir şiir burcu. Ya onun senin için taşıdığı değer yükünün kaynakları neler?
TEVFİK: Dağlarca’nın “Cemal Süreya benim bir dizemdir.” saptamasını hatırlarsın. İki sevgili şairime de bir gönderme yaparak söyleyeyim. Mecaz değil gerçekten “Dağlarca benim kitabımda bir bölüm adıdır.” Senin de belirttiğin gibi “dağlarca aydınlığı” adını taşıyor o bölüm. Orada yer alan dört şiirle deyim yerindeyse “Dağlarca ile hemhâl oldum.” Ölümünden bir hafta önce -8 Ekim’de- yazdığım ama ona ulaştıramadığım bir şiir ve onu sonsuzluğa uğurlamaya giderken yazdığım bir başka şiir var. Ölümünden önce yazdığım şiir, benim için çok daha anlamlıdır.
90’lı yılların sonunda sevgili Hüseyin Alemdar kadar olmasa da ben de sıklıkla Hayat Kahvesi’ne uğrardım. Şiir üzerine olduğu gibi genel konular üzerine, hayata dair de konuşurduk Dağlarca ile. Daha sonra eve gidince aklımda kalanları yazıya aktarırdım. Bir ara Silivri’de sevgili Konur Ertop’un yazlığında misafir kaldı Dağlarca, o zaman da birkaç kez gittim görüştük.
Dağlarca, Silivri Öğretmenevi’nde bile kısa bir süre misafir kaldı. Silivri’yi sevmişti, ona birinci kattan ev aradık ama uygun bir yer bulamadık. Bulsak, satın alma düşüncesi vardı. Buranın dinginliğini sevmişti. (Eskiden yoğurdu ile bilinen sakin sayfiye kasabası Silivri’nin, şimdilerde her gün cezaevi ile anılan bir yer olduğunu düşününce insan üzülmeden edemiyor.)
Onun şiir tavrı her zaman beni etkilemiştir. Yalınlığı, kendi dilini ve Türkçeyi sevgiyle örmesi, imgeyi adeta bir ders gibi kullanışı, tezatlardan yararlanışı… hep dikkatimi çekmiştir. Ondaki kocaman yüreğe, gözlem gücüne ve o gözlemlerin çarpıcı buluşlarla imgeye dönüşmesine kendisini yakın tanıdıktan sonra daha bir dikkat eder oldum.
Çok şey var söylenecek ama “imge” ile ilgili söylediklerine bir örnek vermek istiyorum. “Gençler imgeyi bilmeden, rast gele kullanıyorlar. İmgenin, doğada somut bir karşılığı olmalıdır.” derdi. Bu sözü anlayan bence imge sorununu çözer. Onun “Uzaklar ay olur / konar kavağa” dizeleri aklıma geliyor da, soyut bir kavramın imge yoluyla nasıl enfes bir somutlamaya dönüştüğünü görüyorum. Çok örnek verilebilir elbette.
DURALİ: Dağlarca’nın senin için ne anlama geldiğini öğrendik. Peki, Ahmet Erhan'ı, 1980'lerin başında şiirde birlikte tanınmaya başladıkları dönemdaşları arasından, bence günümüze damgasını en çok vuran şairi de analım mı? Ahmet Erhan'la sıkı bir dostluğunuz var. Onunla dost olmanın, senin şiirsel serüvenine katkıları olduğunu ben söylemesem, sen vurgulayacaksındır mutlaka. "İki şair bir araya gelse, üçüncüsünü çekiştirir" sözünün geçer-akçe olduğu şairler ortamında, siz bu kardeşçeliği nasıl başardınız?
TEVFİK: Silivri’ye belediyesine ait sarı damperli bir kamyonla 21 Mart 2002’de bir Nevruz günü ayak basan sevgili Ahmet Erhan, 31 Mart 2007’de de sessiz sedasız buradan ayrıldı. Burada yazdığı ilk şiir kitabı Ekim 2003 tarihli “Kaybolmuş Bir Köpek İlanı” idi. Sonra “Şehirde Bir Yılkı Atı.” (2005) geldi. Daha sonra yayımladığı “Sahibinden Satılık”taki (2008) şiirlerin bir bölümü de burada yazılmıştır. Bu kitaplarda Silivri hayatı vardır, yaşama Silivri’den değiniler vardır.
Birçok şiirini evde, sokakta, ganyan bayiinde, balıkçıların önündeki kahvede, dalgakıranda nasıl yazdığını hissederdim. Sokağa çok çıkmaz gibi gözükür; ama hep sokağın içindedir. Gizli gizli Silivri’nin sokaklarını arşınlar. Yazlıkçıların terk ettiği köpeklerin ve kedilerin feryadını duyar. Silivri’ye evini birlikte taşıdığımız belediye işçisi ondan ezbere şiir bilir.
Hiç uzatmadan söyleyeyim. Ahmet Erhan, çok iyi bir şair kimliğinin ötesinde benim için güzel bir abidir. Biz abi-kardeşiz. Bu kadar yalın ve net söylüyorum. Bu birçok yönüyle kokuşmuş dünyada, iki bin yılından bu yana incelikli güzel bir abi-kardeşliğimiz var. Keşke buradan ayrılmasaydı, orası da ayrı bir mesele. Kasaba yine de bilir, onu hatırlar. Anımsar ve sever. Çünkü; “Sen iyi adamsın / Bıyıkların tütünlü…”
DURALİ: Yaklaşık 20 yıldır Silivri’de yaşıyorum, dedin söyleşimizin başında. Benim yaşamışlığım da 13 yıl. Ben, 13 yılda, acılar acısıdır bu cümle, şiirle gönül ilişkisi yaşayan, şiiri duyarlıksal bir yaşanmışlıkla algılamaya çırpınan beşinci kişiye rastlamadım. Bilhassa öğretmen kesimi, bir fâciadır. 2000’lerin başında senin ve bence iyi öykücü Hulusi Üstün’ün özverileriyle çıkarılan, bugünün ederiyle belki en çok 2 lira olan Çıkın dergisini (tam 30 sayı yayımlanmıştır da, öğretmenciklere toplam 30 adet satılmış mıdır acep), kaç öğretmeninin okuduğunu, o dergi üstüne sere serpe konuştuğunu hatırlıyorsun? Ben hâfızamı onca zorladım, ikiyi-üçü aşmadı aklıma gelenler. Onlar da öylesine işte, dostlar alışverişte görsün! Böylelerinin güyâ yetiştirdiği gençlerin hâli pür melâline hiç dokunmayayım da; bunca şiirsiz ve düşünsüz öğretmenle nereye gidiyoruz böyle yelkenyepelek; onu sorayım?
TEVFİK: Gerçek edebiyatın alıcısı her anlamda hep az olmuştur. Silivri gibi İstanbul kıyısı yerlerde sadece edebiyatın, şiirin değil her şeyin alanı dar olmuştur. Ama korkarım hızla artan nüfusu ve sağlıksız büyüyen yapısıyla -en başta artık cezaeviyle- buradan ne beklemeliyiz bazen şaşırıp kalıyorum. Daha yirmi yıl önce on-on beş bin insanın yaşadığı herkesin birbirini tanıdığı selamlaştığı kasabamı tanıyamıyorum.
On yıl önce şiirliçıkın çıkıyordu Silivri’de şimdi yok. Şiir geceleri yapıyorduk, İstanbul’dan değerli konuklar davet ediyorduk, şimdi yok. Birtakım kültürel kurslar (bağlama, fotoğraf vs.) düzenleniyor o kadar. O kültürel ortamı kaybettik. Yaşadığımız yer için yeniden bir şeyler yapmak zorundayız gibime geliyor ya da kolayı seçip geçip gideceğiz buralardan. Ben yine de çok ümitsiz değilim. Şunun içindir ki; öğretmenlik yapıyorum ve güzel bir Anadolu Lisesi’nde gençlerle iç içeyim. Onlara bir şeyler anlattığımda beni anladıklarını düşünüyorum.
Ben yönlendirmesem de edebiyat okumayı seçen birçok öğrencim oldu. Onlar şimdi daha yakın duruyor edebiyata. Bazıları hâlâ okuyor, bazıları da benimle omuz omuza aynı ilçede öğretmenlik yapıyor. Bunları görmek de az şey değil. Şikâyet etmeyi bırakıp kuşakların üzerine eğilirsek en azından bazılarını kurtarabiliriz düşüncesindeyim. Yaşıyorsak, yapabileceğimiz bir şeyler olmalı.
DURALİ: Son zamanlarda, bilhassa kimi yeniyetme şairlerde, alabildiğine bir dil özensizliği, dil savrukluğu gözlüyorum. Anayasaların nasıl “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeleri varsa, dilimizin de öyle yerleşik kuralları var. Bağlaçları, ekleri ayırmasını bilmeyenlerden tut, sözcükleri yalın hâliyle bile yanlış yazanlarına kadar. Anadiline saygısız-sevgisiz olandan şair olur mu, İhsan Tevfik? Şairi bırakalım, ortalama bir insan olur mu? Sen, bu zeminde Türkçenin şiirdeki yerini / değerini; dahası, dil-şiir ilişkisini nasıl yorumluyorsun?
TEVFİK: Bir edebiyat öğretmeni olarak da sade bir vatandaş olarak da bunlar beni üzüyor. Daha şiirliçıkın’ın ilk sayısında “dil” ile ilgili tavrımızı açıklamıştık. Şunu söylemiştik: “...Edebi ürünün özellikle dili büyük önem taşıyor. “Yazılan şiirin veya öykünün özellikle Türk dili açısından durumu nedir?” sorusunu herkes kendine sormalıdır. Özenli, yalın bir dil kullanılmış mı? Bu önemli, çünkü kim ne yazarsa yazsın sonuçta Türkçemize hizmet etmektedir.”
“Türkçeye hizmet etmek…” Baştan beri aynı noktadayım. Bunu baştan en önemli bir önkabul sayarsak tavrımızı ona göre ayarlarız. Octavia Paz, “Bütün felsefi eleştiriler dil çözümlemesi ile başlar.” diyor. Sözcükler, dilin içinde şiirsel sözcükler haline gelirken aynı zamanda bizim kendi gerçekliğimizi işaret ediyorlar. Ahlâkımız, politik tavrımız, estetik yanımız dil ırmağından damlalar halinde, sözcükler şeklinde düşüyor edebi metinlere. Şair, bugün sözcük oyunlarıyla vakit kaybetmemeli, insanın ve yaşamın gerçekliğini verebilecek sözcüklere ve bu doğrultuda bir dil anlayışına sahip olmalıdır. Paz’la bitireyim: “İnsan dili yaratırken aynı zaman da kendisini de yaratır.”
DURALİ: Bizde yaygın anlayıştır: Edebiyat (şiir), karın doyurmaz. Karın doyurmayan şeylerin değeri de bilinmez. O yüzden değil mi ki, her şeyin fiyatını bilen, ama hiç kimsenin değerini bilmeyen insanımsılarla çevrili dört yönümüz, yedi iklimimiz? İç karartıcı bir tablo çizdim gerçi. Manzara böyleyken: şiir yazmak, su üstüne yazı yazmakla eşdeğer(sizlikte) bir şey olmuyor mu sence? Hiç değilse, sen biraz iyimser konuş da, gözümüz-gönlümüz açılsın bir nebzecik.
TEVFİK: Zaman zaman umutsuzluğa kapılsam da yine de gençlere baktıkça umutlu olmam gerektiğini düşünüyorum. Değer-değersizlik meselesine gelince her yerde karşımıza çıkmıyor mu? Bu noktada sorgulanması gereken “dünyaya bir bakış ve duruş tarzı” var. Bir insanda bu duruş sağlıklı bir biçimde gözükmüyorsa; sadece şiire, edebiyata değil, kendi hayatı da dahil olmak üzere yaşamın bütününe şaşı bakacaktır. Değerler silsilesi söz konusu, neye ne kadar önem veren bir toplumduk, şimdi ne olduk? Uzun sosyolojik çözümlemeler gerekiyor ama çare olur mu bilmem. Ben yine de bazı gençlerin yüzüne baktığımda o umudu taşıyabiliyorum.
(*): Mühür, Kasım-Aralık 2010, Sayı 32
Burada ideolojik değil de,politik duruş gerçekliktir biçimini kendi adıma imliyorum , Bu tür monologlar gerçekten güzel, Şiirin gerçekliği diyelim.
Kutlarım .
Tebrik ederim Bünyamin Bey. Emeğinize sağlık. 🍀
Bünyamin bey her dem değerli paylaşımlara imza atıyor teşekkür ederiz okunası kaleme saygıyla