Ne Ölüm Ne de
Bir eylül akşamı. Geçmişte çok sık birlikte vakit geçirdiğimiz, şimdilerde şehirlerimizin ayrıldığı bir arkadaşım görüntülü arıyor. Yakın zamanda ağır bir motor kazası yapmıştı. Alçılarından yeni yeni kurtuluyordu. Sağ kolunda bir sürü, sol kolunda ise iki platin, ömrünün kalan zamanlarında O’na eşlik edecekti. Bu kazadan sonra ilk adam akıllı sohbetimiz. Geçmişte, biz büyürken ara sıra bize eşlik eden ve kimsenin sevmediği, bizim de sevmediğimiz birisine geliyor laf; ne yaptığını soruyorum.
- Çok kötü. Kafayı sıyırmış vaziyette. Benim yapmadığım şeyleri yapmışım gibi etrafa anlatıyormuş. Üstelik bunu sadece bana da yapmıyor. Başkaları hakkında da asılsız iddiaları var. Alkol ve başka şeyler de tüketiyor işte. Banka hesaplarını kirli işler yapan adamlara kiralıyor. Şakir Abiyle içiyorlar, Şakir Abi’nin uykusu geldiğinde eliyle işaret ediyor gidin şeklinde ve gidiyorlar tıpış tıpış. Boktan, bomboktan bir halde, yalan, iftira, dedikodu, hırsızlık ne ararsan var.
Diyor.
-Sapıklık da...
Diye ekleyince ben kahkahalarla gülüşüyoruz. Epeyce bir sohbet ediyoruz. Bir saat civarları. Geçmişten ve şimdiden. Geçmişte konumuz sadece şimdi idi, şimdi ise hem geçmiş hem de şimdi... Geleceği düşünme konusunu ikimiz de aşabilmiş insanlar değiliz. Bunun nafile olduğunu, sanki önümüzde kocaman bir gelecek varken de biliyormuşçasına... O zamanlardan bu zamanlara, geleceğin hacmi baya bir küçülmüşken mi düşüneceğiz? Ama düşüncelerimize dolu dolu bir geçmiş eklenmiş, buradan bakınca...
***
Bundan tam iki gün sonra. Bu kez başka bir arkadaşım, tam bir işim bitmişken arıyor. Bulunduğum lokasyonu biliyor. O yakınlarda bir pizzacıya çağırıyor beni. Çok sorgulamıyorum.
Pizzacı yüksekçe bir yerde, şehrin büyük bölümünü görüyor. Bir terası var. Önce manzaraya bakıyorum. Sonra da terasın içerisine. Hemen fark ediyorum arkadaşımı. Gidip yanına, sandalyeyi manzaraya çevirip, masaya yan dönerek oturuyorum. Naber nasılsın klişelerinin arkasına beyaz gömlekli, 26-28 yaşlarında, kumralca, saçları son zamanlarda gençlerin kestirdiği, bir parça daha kalın amerikan şeklinde kesilmiş, vücudu ilk bakışta orantılı görünse de bel ve göbek bölgesinde yağların biriktiğini görmenin hiç de zor olmadığı... Orta boylarda, temiz yüzlü bir çocuk siparişlerimizi almaya geliyor. Pizza sevmem ve zaten gerçekten de aç değilim. İçecek soracak gibi olunca, “abi buranın pizzası çok güzeldir” diyor arkadaşım, sadece bakıyorum. Susuyor. Sizin de bazen bakışlarınız ele geçiriliyor mu? Meşrubat, çay ve kahveden başka bir şey olmadığını öğrenince bir tane sade Türk kahvesi ve soğuk su istiyorum. Sonra ona tok olduğumu, bir şeyler yemeye çalışırsam masasına kusacağımı söylüyorum. Zihninde imgelemiş olacak ki beni susturuyor ve yemeğine devam ediyor.
Güneşin batmasına iki saat civarları kalmış. Hala cılız sarı spektrumlarını saçıyor, turuncu spektrumlara ise yarım saat kırk beş dakika civarı bir süre var. Tam bunları tespit ederken;
-Buranın pizzaları çok güzeldir, malzemeleri en kalitelilerinden seçerler.
Diyor Gökhan. Pek aldırmıyorum. Dinlemiyorum. Dolayısıyle duymuyorum da... Onunla konuşmak için yemeğini bitirmesini bekliyorum.
Manzarayı izlerken kahve geliyor. Arkadaşım iştahla tıkınıyorken yine duramıyor, bir şeyler söylüyor. Dinlemiyorum. Ama konuşma ısrarını görünce de sakince kahveden bir yudum alıp yüzüne bakıyorum;
-Beni buraya neden çağırdın lan?
-Takılmaya.
-Pizzacıda mı?
-Yok da işte burada olduğunu duyunca buraya çağırdım. Ama harbiden güzeldir buranın pizzaları.
-Lan s...cem pizzanı da seni de; ketçapı mayonezi bolca sıkıp, iki elimle kavrayıp ağzına yüzüne sıvayacağım şimdi.
Kahkahalarla gülüyor. Ama daha çok kıkır kıkır. Etrafa rahatsızlık vermek istemiyor. Kamusal bir alanda olmasa nasıl kahkahalar atacağını iyi biliyorum bu reaksiyonlara...
Gözlerimin odağı onda iken, bir anda kadraja, flu bir biçimde beyaz görüntü giriyor, hızlı adımlarla. Dönüyorum, beyaz gömlekli, az önceki garson. Elinde dört tane şık, metal kaplı kahve fincanı, bir de bakır cezve. Gümüş gri ve bakır rengi, güneşin o turuncuya geçmek üzere olan sarı spektrumunda çok güzel parlıyor. Fotoğraf makinem yanımda.
***
Fotoğrafçılıkta “pan tekniği” adında bir teknik vardır. Makineye gerekli ayarlar yapıldıktan sonra, hareketli bir nesneye odaklanılır. Genellikle dış çekimlerde güzel şeyler çıkar ama iç çekimde de yeterli alan ve ışık var ise de yapılmaz diye bir kural yok. Sonra odaklanılan nesne pozlama süresince kırk beş derecelik bir açıyla takip edilir...
Ortaya çıkan şey ise odaklanılan nesne net bir biçimde hareketleri donmuşken, arka planda kalan her şey bir zaman ya da boyut kaymasına uğruyormuşçasına kayar. Sağdan sola mı, soldan sağa mı kaydığını kestirmek ise güçtür.
Keçi Tanrı Pan ile ise bir alakası var mı bilmiyorum, bu sıralar Sineklerin Tanrısı/Baalzebub ile ilgiliyim...
***
”Gökhan” diyorum, “beni sakın meşgul etme, kareler gördüm. Almam lazım.”, “Tabi Abi,” diyor, “bak keyfine.”
Gökhan, böyle şeylere ciddi saygı duyar. Hatta fotoğrafın yanına video editing ve kamera açılarıyla alakalı gelişmem için uzun nutuklar atmakla yetinmedi ve sahibini tanıdığı bir kurstan %50 indirim aldı benim için. Çok sevdiği, yaşayan bir ressama yorum yaptığında, ressamın attığı kalbi ya da yorumu yüzünde güller açarak anlatır. Bu sırada da yemeğini bitirmiş ve kahve istemişti.
Garsonu “pan tekniği” ile çekmeyi istedim. Ama elinde kahveler ve bakır cezve olursa çekecektim. Tepsisi asıl odak, kendisi ikinci odak ve arka planı da çizgiler haline getirerek... Bir kare daha gördüm. 10-12 yaşlarında, sarışın, zayıf, yaşına göre uzun boylu bir çocuk, bacaklarını masanın makasına uzatmış, elinde bir telefon, telefona kilitlenmiş. Yan tarafında şehrin yeni yeni yanan ışıkları vardı. Güneşin yeni yeni çıkmaya başlamış kızıl spektrumları ya da cılız sarısı ise buraya vurmuyordu. Şehrin ışıklarının olduğu yan tarafı arka plan yaparak, çocuğu almanın da iyi bir fikir olduğunu düşündüm.
Bu sırada birileri garsondan kahve isteyecek mi diye de tetikteyim.
İnsan çekerken iki şansınız vardır. Ya fotoğrafın objesi olacak insanla müttefik olmak ya da doğal bir halini ona görünmeden çekmek. İkincisi daha güzel çıkar her zaman ama fark edilmeden doğru açıyı ve ışığı almak biraz zahmetlidir. Bu sevimli çocukla müttefik olmamayı seçmiyorum, şimdilik... Kalkıyorum ve arkadaki ışıkları bulanıklaştırarak, arka arkaya bir kaç fotoğrafını alıyorum. Ruhu bile duymuyor, izlediği şeye dalmış.
O esnada, benim duymadığım ya da buna dikkat kesilmeden önce birisinin kahve istediğini anlıyorum. Mekanın girişinde garson elinde tepsi ile beliriyor. Hızla doğru yere konumlanmak için yürürken tekrar çekim ayarlarını yapıyorum o malum teknik için... Doğru konum, doğru ayarlar. Garson tam geçerken doğru açı, deklanşör... Kafamın içinde sevdiğim bir şarkı çalıyor. Garsonun da ruhu duymuyor fotoğrafının çekildiğini...
***
Beelzebub, kötülüğün ve kötülükle dönüşümün sembolü olarak tanımlanan bir iblis imgesidir. İbranice “Ba’al-Zebub” isminden gelir. Bu kelimenin Türkçe karşılığı ise “böcek tanrısı” ya da “sinek tanrısı” olarak dönebilir.
Beelzebub, Hristiyanlık inancına ise iblis prensi, Lucifer(Dedesi Pan), Mephistoteles gibi imgeler ile aynı kontekstte girer bir parça da “mangle” edilerek. Orta Çağ’da kendisine dua eden ve “kötülüğe yönelen” Hristiyanların olduğu kayıtlara geçmiştir. Bizzat kiliseden, manastırdan edilen dualar, o tedrisatlardan geçenler tarafından...
Ancak bazı kaynaklar ise Beelzebub’un, Golyat’ın yaşadığı “kutsal” Gath Şehrinde iyi huylu bir tanrı olduğunu. Yeni İbrani ve Hristiyan metinlerinde değiştirildiğini, asıl “mangle” olayının burada gerçekleştiğini söyler. Büyükçe ve belirgin bir bozulma olarak niteler.
Beelzebub, çocuklarla uğraşan, onları saptıran, kötü huylu ama bazen de iyi tarafından kalkan bir Tanrı, kayda geçilmiş en eski İbrani kaynaklarında aynı zamanda da...
Ayrıca “Goliathus” adlı böcek de adını bu mitten almıştır. Latince’ye geçince “Golyatus”... Görselleri mevcut, garip bir böcek izlenimi veriyor bence.
William Golding, “Sineklerin Tanrısı” kitabında da alegorik bir biçimde, çocukların özündeki kötülüğe yönelişlerini ele alır. Evet, Beelzebub’ın ta kendisidir kitaba adını veren de...
***
Oturduğumuz masaya dönüyorum. Gökhan gülümseyerek izliyor. Hemen çektiklerime bakıyorum. Önce garson çıkıyor. Pan tekniği ile istediğimi almışım. Yana basıyorum, çocuktan üç kare almışım. Üçü de iyi. En iyisini seçip diğerlerini siliyorum. Gökhan’a dönüyorum;
-Bana wi-fi lazım, garsondan mı isteyeyim? Makina ile telefonu aynı ağa bağlamam lazım.
-Ben vereyim wi-fi’yi...
Çocuğun resmini telefonuma atıyorum. Diyorum ya, bu aralar Beelzebub ile ilgiliyim. Garsonun fotoğrafını kendisi de ister, iş yerinin ortalarda gezinen, hırt tipli sahibine göstersem o da ister... Ama Keçi Tanr’yı değil, Sineklerin Tanrısını seçiyorum.
Kalkıyorum ve çocuğun masasına yaklaşıyorum. Kafasını hiç kaldırmıyor. Kendi bulunduğu ucun, bir diğer ucuna dikiliyorum sesimi çıkarmadan. Bir kaç saniye gecikmeyle yüzüme bakıyor;
-Abiciğim bir şey söyleyebilir miyim?
-Evet Abi?
-Ben senin fotoğrafını aldım. Bence baya güzel çıktın. Bir bakmak ister misin? Beğenirsen sana da yollayayım, beğenmezsen de sileriz.
Gülümseyerek bakıyor. Bir anda bana içinin ısındığını görüyorum. Fotoğraf makinasında kendi fotoğrafını açıp, ekranı ona uzatıyorum... Gülümsemesi iyice derinleşiyor, somutlaşıyor. Beğendiğini bariz bir biçimde yüzünden okuyorum.
-Abi benim şarjım yok. Ama Babamın telefonu ben de...
-Baban’a gidelim mi, nerede Baban?
-İçeride, çalışıyor...
Babasına yaklaşıp, kolaylıklar dileyip durumu açıklıyorum. Bir usta, içeride bir tadilat işini yapıyor. Whatsapp’dan gönderirsem çözünürlüğün çok düşeceğini, bir email adresinin en sağlıklısı olacağını izah ediyorum. Adam da mutlu oluyor. Veriyor maili. Yolluyorum, hayatında başarılar diliyorum çocukluğunun sonlarındaki çocuğa... Masaya yöneliyorum. Gökhan soran gözlerle bakıyor. Bir de ona izah ediyorum yaptığımı. Fotoğraflara bakarken;
-Huysuzluğun ve küfürlerin kalkan dimi lan?
-Tatava yapma. S...erim şimdi senin analitik tavırlarını ve çıkarımlarını... Arabayı nereye park ettin?
-İçmeye mi?
Diye soruyor parlayan ve hevesli gözlerle Gökhan...
***
Pizzacıdan tam üç gün sonra. Bu kez Gökhan ile, benim baya fark açarak önde olduğum bir pişti oyunundayız. Bir kır kahvesindeyiz. Oyunun sonunda yenilen çorba ısmarlayacak. Gökhan cıvıtıyor. Oyun hızlıca bitsin diye piştiler veriyor, abuk subuk hareketler yapıyor. Ben fark açılsa da sonuna kadar ciddiyetle oynarım, O fark açılınca ya cıvıtır ya da yarım bırakır.
-Çorbacı işi nereden çıktı, başka yerlerde yerdik normalde?
Diye sorunca, o klasik mini diskuru yapacağını tahmin edememiştim.
-Ne zamandır sulu bir şeyler yemiyorum. Sen de yememişsindir. En son ne zaman çorba içtin?
-Aylar olmuştur...
-Ya, dedi bir halt becermişçesine, kuruyacaksın kuruyacaksın, diye de noktaladı kısacık cümlesini.
-Ya sus, Gökhan, ben günde en az iki kere sıçıyorum. Kışın içerim çorbayı da ama dünyada sulu yemek diye bir şey yok... Çoğunlukla.
On kilometre mesafedeki çorbacıya muhabbet ede ede gittik. Dışa dönük de bir adamdır Gökhan. Konuşkandır. Dinlemeyi de bilir. Katılımları da baya baya geçerlidir... Çoğunlukla.
Çorbacıya oturduğumuzda, önce salatalar, bitkiler geldi. Çorbalar geldi. Bir ara çorbaları içerken, bahçenin cadde tarafına oturduğumuzdan, mekanın önünde sigara içen iki erkek ve bir kadının, başka iki erkek ile muhabbetine kulak misafiri oluyoruz. Gökhan;
-Şu ikisi pezevenk.
-E gecenin dördünde Küçükesattayız Gökhan.
Diye geçiştirmeye çalışırken devam ettiriyor;
- Aslında biz bu taraflara hiç gelmesek daha iyi...
-E bize yakın yerlerde takılınca da ülkenin kaynaklarını yağmalayanların konuşmalarına şahit oluyoruz.
Eminim ki tahta kaşıkla çorbasını içerken, hangisinin daha ahlaksızca olduğunu tartıyor kafasında. Düşünceli çünkü. Ama şehir, pisliğin de insana dair her türlü şeyin de kümelendiği bir yer işte nihayetinde...
Çorbanın arkasına birer çay getirdiler. Çay içerken, yine bir garsona takıldı gözüm. Bir komiye bir masayı temizlemeyi emrederken kendisi aynı masadan hesap alıyor. Dört ya da beş kadının olduğu bir masa. Kadınları saymadım. Adama kilitlendim. Pos cihazıyla işini bitirdi, fişi koydu, kendisi de masadan bir şeyler aldı, içeri gitti. Fakat çok sürmeden geldi. Geldiğinde kadınlar ayaklanmıştı. Masaya yaklaşırken, olanca idiyle, içindeki milyon tane hayvanla birlikte, ödemeyi yapan hanım efendinin kıçına baktı. Arkasından da masaya yaklaşıp, ustalıkla hesabın konduğu sahte deri, dikdörtken kabı aldı. Yine tecrübe ve deneyim dolu bir hareketle, arkasını döndü ve döndüğü anda kabın kapağını açtı. Suratına çok “dızoca” bir gülüş yerleşti. Sinsi, idli, dopamin dolu ve mide bulandırıcı. Habis. Kıça bakış ve “dızoca” gülüşü karelemeyi çok ama çok isterdim...
Şehir yavşak garsonların da kümelendiği bir yerdir nihayetinde! Çoğunlukla.
Oysa çocuklar, idler onlara da yakışır. Tıpkı köpekler gibi. Ah bilinç! Nereye? Neyi bilmeye?...
Bizim çaylarımız bitince Gökhan hesabı istiyor o dopaminkeş Garson’dan. O an aklıma bir muzurluk geliyor. İçimden “umarım o garson getirir” diye geçirirken kendisi elinde yine çakma deri bir “koparma” kabıyla beliriyor. Diğer elinde ise pos cihazı. Yine sadece O’nu izliyorum. Görme alanımda kalan diğer şeyler ise tıpkı “pan tekniğinde” olduğu gibi, çizgisel ve paralel biçimde kaymakta, ışık, koyu kiremit, krem ve koyu yeşil renkte... Gökhan kartını uzatark işlemi tamamlıyor. Adam fişi deri “koparma” kabının içine koyuyor, kapağını kapatıp dopamine muhtaç gözlerle masaya koyuyor. Yine gidiyor haybeden, dümenden içeriye doğru. Gece saat dördü on geçiyor. Ben alıyorum “koparma” kabını. Bir tane iki yüzlük bırakıyorum. Gökhan sadece gülümsüyor. Sonra arkama yaslanıyorum. Kabı da Gökhan’a yakın tarafına kapağı açık biçimde, para görünür halde bırakıyorum masanın ucuna. Bizi izlemediğinden eminim Garsonun. İçeride, arkası dönük. Gökhan o sunni deri kaba bakıyor, kapağı açık bırakma sebebimi bir anlık düşünüyor ve kafasını sola doğru tek sefer sallayıp, tekrar dışarıyı izlemeye koyuluyor. Nihayet Garson çıkıyor bahçeye, O çıkarken, kalkıyormuş gibi yaparak masaya yöneltiyorum. Geldiğinde önce iki yüz tl’lik banknota bakıyor, sonra kendine engel olamadan kendisine gözlerini dikmiş olan bana bakıyor. Donuk bir ifadeyle bakıyorum. Gözlerini hemen kaçırıp, yere bakarak teşekkür ediyor.
Üç beş "aplikasyon", çeyrekten daha az yapay zeka görünce biraz abarttık mı ne?
İyiyi, kötüyü... Sineklerin Tanrısını, Keçi Tanrıyı. Doğruyu, yanlışı; nasıl ayırt etmeli ki kötülüğün kıvamını, neyin konsantre kötülük olabileceğini... Daha bunları bile ayırt edemeden, zamanı anlamlandıramazken, idlerin esiriyken, ölüm hala korkutuyorken, kırışıyorken, buruşuyorken, her an her saniye atomik olarak çürüyorken, çözünüyorken, “şimdi” aslında nedir onu bile bilemiyorken; bilmek, nereye? Ölümden önce nafile çabalar...
Kavramları ne kadar güzel birleştirmişsin. Mitoloji, din ve günümüz ve fotoğrafçılıkdan dersler bilgiler ve karakter analizi. Bir zamanlar benim de ilgimi çekmişti Baal- bek rahipleri ve golyat ve İlyasa yani İlya. Bir de Zülkarneyn...
Biraz incelemiştim, bu yüzden okurken hiç yabancılık çekmedim. Ama itiraf etmeliyim yapay zekaya dayandırmana zekam yetmedi. Orayı anlayamadım Fırat, basmadı marş eskidik ya.
Neyse izah edersin tel.de. biliyorum " anaaaa" diyeceğim ya olsun. Gökhan ilginç geldi, ilginç olduğu kadar da zeki çoğu şeyi kasıtlı yapmış bilesin. :) Fırat yine çok güzeldi, dolu dolu.
Ne güzel seni okumak. İçtenlikle sevgimi yolluyorum. Saygı ve selamlarımla...huzurlu olasan.