Nesi Anlatılabilirdi ki Demeyin
Gün içinde yaşadığımız günübirlik ilişkilerde duygularımızın gelgitleri arasından akşamına kalanımızı evimizde anlatmaya kalkıştığımızda hangi duygumuz kavranabilir karşımızdaki insan tarafından değil mi? 'Nesi anlatılabilir ki' derken bu mudur düşündüğümüz?
Hangi acı ya da sevinç, yaşayanına verdiği etkiyle onu dinleyene ulaşabilir mi diyoruz yoksa? Sen nasıl duyumsayabilirsin benim gibi, diye mi düşünür yaşadıklarını anlatmaktan kaçınan kişi? Bizi, dinleyenimize aktarmaya çalıştığımız duygularımızın aynı etkiyle duyumsanmayacağında olacaklardan kim sorumlu tutulabilir?
Her şey değişense eğer, anlatageldiğimiz duygu da elbet karşımızdakinin algılanma biçimlerinden birine bürünerek, değişerek ulaşacaktır düş ve düşünce dünyasına. Bizi dinleyene karşı duygulanmalarımızda bir kötürüm olma durumu gerçekleşir mi dersiniz?
Hangi felsefeciydi o, 'her şeyi değişir biçimde akar' algıladığından, sözü bile değişebilir bir olgu sayarak, susmaya yakın durmuştu? Bu yüzden midir 'nesi anlatılabilir ki' deyişimiz ve kendimizi yorgunluğun içine gizleyerek susuşumuz?
Bu acı ya da sevinç değişebilir olduğunda; eşimiz, dostumuz ya da bir yakınımız, bizi dinlerken ya da izlerken, eşliğinde güzel bir yemek yapıveriyordur belki. Ancak, yalnızca dinleniyor ya da izleniyor olmak bize yetmiyordur belki de. En azından, bizi dinleyecek olanın, televizyondan öğrendiği dinleme biçimi böyle. Çünkü, insanların acılarını ve sevinçlerini aynı biçimde dinliyor, izliyor ve kah üzülüyor kah seviniyoruz ama, televizyon kapandığında orada kalıyor o olup bitenler. Televizyon, verdiğinin yanında duygularımızı alıp götürüyor. Her haliyle sergilenen insan yaşamı, bir iş yaparkenki eğlencemiz oluyor.
Bizlerse yaşadıklarımızı, yaşamamızda bir yerlere koyabilmek için bu anlatıyla sergilediğimiz paylaşımda, dinleyenimizi de katmak, onun da yorumlarının algılama biçimlerinin benliğimize, düş ve düşünce dünyamıza eklenmesini isteriz.
Akşama kalanımızı, bu istekle akratıveririz belki de. Peki, biz bu en doğal paylaşımımızı bile nasıl yitiriverdiydik demez misiniz?
Şimdi siz bu tutumu, toplumun aydınlarına yayın. Topluma birşeyler kazandırmak adına, insan yaşamından haber vermek adına; kaygı duyduğunu bildiren ama, 'lafla peynir gemisinin yürümediğini göre göre' konuşan aydınlara yorun!.. Nesini anlatıyorlar topluma, nelerini veriyorlar? Nelerini paylaşıyorlar bizimle? Öyleki, televizyonlar artık 'köy seyirlik oyunları' kıvamında haberler, tartışmalar sergiliyor; 'yorgun insanımızın zihni daha çok hırpalanmasın' diye midir, nedir!..
Aynı zamanda 'köy seyirlik oyunları'mız da içi boşaltılıp en yozlaştırılmış haliyle gözümüze sokuluyor. Yozlaşan bir toplum, kendine yer bulduğundaysa doğallık kazanarak bizim için modernleşiveriyor!.. Köyden gelen bir topluma elbette anladığı dilden seslenmek gerekirdi!.. Köylünün öyle olmadığını her alanda haykırıyor olsak da... Bunu anlamak için gözünüzün önüne bir tartışma bir de eğlence programı getirmeniz yeterli olacaktır.
Onların düşledikleri, düşündükleri 'köylü, milletin efendisi oluyor', kaybettirildiği diriliğinin yerinde kofluğunu koruyarak. 'Efendi' sözüne mi aldandı bu insanlarımız, 'anlam daralmasını' hesaba katmayarak. Öyleki, 'efendi' sözü 19. yüzyılda aydın insanlar için günümüzün 'beyefendisi' olarak algılanırken; günümüzde, anlamı kötüleştirilerek hor görülen bir emekçi sınıfının, 'hizmetli' görevindeki insanların, unvanı oluvermiş, olduruluverilmiş mi demeli yoksa?! Çünkü, 'nasıl olur da 'köylü milletin efendisi' oluverirdi canım' düşüncesi hakimdi bizi bu hale getiren insanların kafasında.
Toplum mühendislerimiz, -her kimse onlar- iyi çalışıyorlar ve toplumumuzu çok başarılı bir biçimde dönüştürüveriyorlar böylelikle. 'Dördüncü güç medya' ne güzel de başarıyor değil mi, göz önünde bulunan işler yapan bir zümre olarak!..
Hayat boşluk kabul etmiyor derler... Ama durmaksızın yaşamımızda bizi biz eden kavramlarımızın içi boşaltılıyor hem de gün be gün artan hızla. Ne her zaman varolagelmiş o tatlı paylaşımımız kalıyor elimizde ne de efendiliğimiz. Köylü milletin efendisi, diyerek yüceltilmesini dilerken; evimize gelip yaşadıklarımızı paylaşarak rahatlamaya çalışalım dilerken, bir de bakıyoruz ki bu kavramlarımız ve yaşamalarımız sığlaşıvermiş. Anlam daralmasından geçmiş, anlam kötüleşmesine yüz tutmuş. İşte budur halimiz ahvalimiz mi demeli yoksa!..
Boşlukları aslına kavuşturur bir tutumla bir el mi atmalıyız ne!.. Belki de eve vardığımızda televizyondan görünenlere davranıldığı gibi davranılmayacak paylaşımlar yaşamalıyız ve yaşatmalıyız efendiliğimizle.