Ölme Eyleminin Sonsuzluğu
Düzensiz uykularım yüzünden
Düzenli sayıklamalarım!
Düzensiz uyanmalarım yüzünden
Sabaha gecikmeli uyanmalarım.
Ama seni hep düzenli aralıklarla anıyorum, aralık dediğime bakma. Aslında seni hatırlamamda hiçbir aralık yok, sürekli an'ımdasın.
***
Hayatın dışına doğru adımlarken sokakları
Vedalarım ancak kelime kargaşası şeklinde olabilir
Karanlıktı, gece hiç bitmeyecek gibiydi
Sabaha dair hiçbir fikrim yoktu.
Sanki bu gece her şeyin sonuydu, sabaha yaklaştıkça, sona doğru yaklaştığımı hissediyordum.
Bazı geceler böyle olur, ben en çok sensizken böyle hissederim, ölmek için geceyi beklerim. Şimdiye kadar yaşadıklarımın yükünü kimseye bırakamam, benimle gitmeli hepsi. Bunun için de en uygun zaman gecedir. Gündüz çünkü herkes ayaktadır. Ne kadar az yaşlanırsam, o kadar genç cesedim olacağına inanmıştım. Çok yaşamak, güzel olacağın anlamına gelmiyordu. Küçükken herkes hapşırdığımda 'çok yaşa' derdi. Ben de büyüklerimden duyduğum için doğru ve iyi bir şey zannederdim çok yaşamayı.
Çok yaşamanın aslında eziyet olduğunu fark ettiğimde, yaşamayı bıraktım. Öylesine geçen günlerim birbiri ardına takıldı, her gün bir öncekinin taklidini yaparak geçip gidiyor, kuyruklu uçurtmalar gibi.
Dünya yaşamak için pek güvenilir bir yer değildi ve hayatın dışına doğru, adımlarım hızlanmaya başlamıştı. Ne kadar az şeye katlanabilirsem, o kadar düzgün bir fiziğim olacaktı. Ve kadar az gülersem ya da ağlarsam o kadar düzgün bir yüzüm olacaktı, buruşmayacaktı yüzümdeki ifade. Gülmek, anlık bir sevinç gösterisi, devamında muhakkak bir üzüntüye gebe, herhalde bu dünyada bizi güldüren her şey, peşinden de hemen ağlatmıştır. Kanun gibi bir gerçek bu, bunu öğrendiğimde de artık gülmeyi bıraktım, tabi bu boşluğu doldurabilmek için daha çok ağlamaya ihtiyacım vardı.
Çok ağlayınca hastalanabilecek kadar, hassasiyetimin farkındaydım. O yüzden öyle istediğim gibi de ağlayamazdım. Farkında olmak ne zor bir şeydi, farkında olmasak doğaçlama, öylesine yaşayacaktık ve daha çok becerecektik yaşayabilmeyi. Ama şimdi bu kadar itina gösterirken yaşanmıyor.
Sigaranın közüyle dudaklarımın arasındaki kadardı mesafe, denizle bank arasındaki mesafe gibi, gecenin bitimiyle sabahın arasındaki o sonsuz mesafe, biterken her şey sonsuzlaşıyor. Ertesi günü görmeyecek olmak aslında bir eksiklik değil, aksine daha fazlası, sonsuzluk. Belki de olmayacak şeylere biz bu ismi yakıştırıyoruz, yakışıyor da birçok yere sonsuzluk. Mesela yanındayken hızlı tren gibi yanımızdan geçip giden saatler, yaşanıp, bitse de hatırlandığı sürece sonsuzluklarını yaşıyorlar. O kadar sonsuz ve o kadar canlı ki, öldürmeye kıyamıyorum o vakitleri, tüm canlılığıyla hatırlıyorum, üzerindeki kıyafetin renklerine kadar, ayakkabılarına, ellerinin soğukluğuna kadar. Neden bilmiyorum ama ellerinin soğukluğunu hiç unutamıyorum. Benim de ellerim soğuktu ve ikimizin de elleri soğuksa, insan nasıl hissedebilirdi bir diğer soğukluğu? Bilmiyorum ama ben hissediyordum, bu da ayrı bir farkında olma durumu. Ödül müydü bu bilemiyorum hâlâ, bildiğim anda biter her şey sanırım.
Her şeyi bu kadar, en ince ayrıntısına kadar hatırlamak daha fazla acı veriyordu ve acırken artık yüzümü buruşturmuyordum. Çünkü ne kadar buruşturursam acırken yüreğimi ve yüzümü, o kadar karşımda olacaktı acılar benim. Bunu da öğrendiğimde, acımı gizlemeyi öğrendim. Okumaya gerek yoktu öğrenmek için, hayat dersini okumaktan daha fazla öğretiyordu bize ve hiç silinmiyordu hafızalarımızdan. Sona yaklaşırken en çok çocukluğumu düşünüyorum, nasıl çocukluk geçirdiğimi, mutlu muydum, mutsuz mu? Seviniyor muydum, üzülüyor muydum? Sanırım çok ağlıyordum, bir de çok dua ediyordum Allah'a, hatırlıyorum evet, geceleri dua etmekle ve ağlamakla geçerdi, ne çok derdim varmış o zamanlarda bile. Ama en çok düştüklerimi hatırlıyorum, insan yıllar geçse bile yaraları kapanmıyor, iyileşse bile unutamıyor insan yaralarını. Ben onlarla yaşamayı öğrendim ve bunu öğrendikten sonra da yaralarıma üzülmeyi bırakıp, onları sevmeye başladım. Üzerlerini sonsuz bir hassasiyetle örtüp, korudum, diğer tüm dış etkenlerden. Mutluyduk yaralarımla. Onları seviyor, onları okşuyor ve onlara iyi gelecek ilaçlar veriyordum. Artık her yaranın ilacını öğreniyordum.
Öğrenmenin sonsuzluğunu keşfedince, insan yorulup, üşeniyor. Tüm bunları öğrendikten sonra da artık yaşamanın anlamsızlığıyla baş başa kalıyor insan. O yüzden sonsuz bir geceyi düşlüyoruz, o yüzden sabahı olmayan bir son, bir geceyi bekliyoruz. Gözlerimiz karanlıkta, sadece bunu bekliyoruz. Ne bir güzel koku, ne gecenin içinden aydınlatacak bir ışık, sadece sonsuzluk. Ölmek sonsuzluktur aslında, bitmek değildir. Ölürken, hayatın bu kadar da ciddi olmadığını biliyoruz artık. Yine biliyoruz ki, ölüm bize hayattan daha dürüst davranacaktır. Bu yüzden korkmadan bırakıyoruz kendimizi sonsuzluğun kollarına. Hepimizin istediği bu dürüstlük değil miydi? Bu yol tam da söylediğim gibi dürüstlüğe çıkıyor, çıkmaz sokak bile olsa.
Yaralar bu defa gerçekten kuruyacak ve sevdiklerimizi ilk defa bu sefer biz bırakacağız. Acılarımızı hissetmeyeceğiz artık, bölüneceğiz, hissedemeyecek kadar biz bizden gideceğiz, sevdiklerimizi terk ederken, kendimize de sessiz vedalar edeceğiz. Sesli veda etmeye çekineceğiz. Sessiz sedasız ölümü karşılayacağız, sabahı ya da bayramı değil bu sefer. Belki de bu bayram olabilir, insan hep ölmemeyi, hep sonsuzluğu istemez mi? Bu belki de ölülerin bayramı olmalı.
Ne tuhaftır, insanın kendi kendine konuştuğu şeyleri bir başkasıyla konuşma isteği. Sen gidilmesi gereken bir yoldun, ben yolcu. Yol en çok yolcusuna yakındır, senin adının uzaklığı, sadece diğer insanların tabiri.
Sabah olacak mı bilmiyorum, ama sen hayallerimi serdiğim yatağın üzerinde rahat uyuyabilirsin. Kâbus bitti. Biriyle konuşur gibi, kendinle konuşmaktır asıl tuhaf olan. Daha da büyük bir tuhaflık varsa o da, birisinin yanında olduğunu uydurup, buna kendini inandırmaktır.
Ben aslında her gece kendi kendime saçmalıyorum, sayıklarken.
Altı Ağustos İki Bin On Üç 11 20