Öykü İçre Öyküm
Çalışacağım yazmaya, aklımda kalanları, olaylar zincirinden zihnimde kalanları yazmaya. Belki genel bir sonuca varırım, hayır, fakat içim rahat eder, inanabilirim kendim.
-Sadık Hidayet
Bir’den biraz daha fazla metre karelik odamın sonsuz döngüsünde boğulan ne’liğimin boşlukta salınan sigara dumanları arasında gerçeğine tutunmak için harflerin başına tekrar tekrar oturmaklar öyküsü: Bu ahvali anlatamam size ya da kanıtlayamam ne kadar gerçek olduğunu… Her zaman aynıyı yaşamak utancından eğilen başım bir yerlerde varlığı unutulmuş bilmem ne ağacı gibi ilhamın rüzgârında sallanır durur. Böyle hissettiğim zamanlarda değişen tek şey geride bıraktığım aynılıklardan doğan kırıntıların açlığımı ne derecede doyuracak olduğudur. Yeni bir sayfada başlayacak olduğum serüvenlerin bilinmezliğiyle yıllar önce başlayıp da hala bitiremediğim olaylar örgüsünde yaşayan, varlığı tam tekmil yazılamamış bir karakterin yarım kalmışlığı aklıma düşer hep. İsmi dahi yoktur. Cinsiyeti belirsiz, gülümseyişleri yersiz, pişmanlıkları meğersizdir.
İkinci paragraf ikinci gün: İçremde türkü yanar, yanan üzerinde sular kaynar. Şiir ile nesir arasında parçalanmış ruhum alt alta düşmeye cesaret edemeyen devrik cümlelerin enkazında sıkışıp kalır. Beni bu enkazın altından ancak gerçek bir şairin öpücüğü çıkarır. Şair şiirinden doğan haresinden bana kapı açar, öl, der. Zaman kipi geçmişe döner.
Dolandım durdum odamın hiç bitmeyen soğukluğunda, sayılabilen belki de elli bin adım saydım. Şubat kapıdaydı, beş gündür kapımdaydı. Kapımı çaldı durdu, gelme, dedim. Adımlarımda yaşattığım, adımlarımla zamanı geriye aldığım ocakların sonunda dondum kaldım. Tasviri ne mümkün, acısı ne tarifsiz yalın ayaklarımda kanayan izim. Seni anlatabilmek isterdim, böylesiz bir günde. Oysa hiç tanımadım seni, acın kaldı bana. Hiç görmedim belki ama seni düşledim. Senin hatırana yazdığım ağıttır şu hissettiğim şey ’im. Donakaldım. Tekrar kapı çaldı, gelme, diye bağırdım. Girme, diye yalvardım. Seni taşıyacak kollarım yokmuş, benim.
Madde Üç: Bu kanunsuzluk kapsamında pencereden sokaklara devşirilen gözler hiçbir acınası bakıştan kaçınmayacaktır. Her ne zaman isterse, odadan çıkabilir.
Niyeyse açtım penceremi günler sonra. İçeri Arkadaş Zekai’den kuşlar, Günçe’den çiçekler girdi. Havası dağıldı niyeyse. Mutlu oldum, sandım. İçeride deniz vardı kıyısında kocaman bir kaya, yandığımın türküsü aldı beni dalgaya. Rüyamda ak sakallı bir yazar, bre zındık, dedi bana. Uzaklardan yanık bir ney sesi kavurmaktaydı bağrımı. Yanı başımızda bağ, bağın başında aldan daha al akan kırmızı bir nehir vardı. Aksakallı yazar elindeki testiyi göstererek, bre zındık, dedi bana. Hayyam’ın testisidir bu ne zaman dolacak? Uyan yoksa sen ölmeden akşam olacak. Kapattım gözlerimi, aksakallı yazardan kalan bir tutam ak sakaldan geriye kalan huzurunda, kalkma, dedim. Kalkma, senin esrarındır bu. Yakınlardan gelen kadın sesinde aşkı mı ararsın? Uyansan da bulamazsın.
Mevsimler dörttür: bahar, yağmur, nezle ve sıcak. Ah hangi demde kapım açılacak?
Sengitmedenevvelgittiöylededin’ler, diyen tek cümlelik bir şiirde halen dolanmakta olduğum bir anda sanatsal kaygı gütmekten uzak kahkaham, zamanında peşinde koştuğum şeyin ne olduğunu bana anlatmak istedi. Yankılarında, sevilmek değil sevilmeyi özümsemek istedim. Zamana karşı gelme hoyrat! Ona karşı direnmek suya karşı direnmektir. Direnebildiğin kadar aşınmak mı yoksa aşına aşına bittiğin son ana dek direnmek midir, söylediğim? Geride kalır her şey, kalmaz hatta. Yiter.
Niye böylesin, öyküsü. Her şeyin öyküsü. Kafamda dolananların, kuyrukluların öyküsü. Öyküsüz öykü, annesiz büyümüş öksüzün annesiz büyüyen yavrusunun öyküsü. Beş parmağın beşi bir değilin öyküsü. Bir nefes aldım bir öykü, bir nefes verdim bir öykü. Belki de bu sana öykü yazamamanın verdiği çıldırma halinin öyküsüdür. Çok istedim yazmayı ama kafa karışıklığı bulaşıcıymış. Kafamda soru işareti var, yalan değil gerçekten var. Çünkü dövmesini yaptırdım. Sorana benimki görünen senin görünmeyene nazaran, dedim. Öykümün öyküsü.
Nihayet, delirdim. Gerçek bir öykü:
Zamane olmuş olmanın getirdiği tüm yenilikleri reddettiğim bir günün akşamında odamda dolanırken içimden konuşuyordum. Kendim ile nadiren de olsa bu tatlı sohbetimin sonunda aynalara karşı irkilip, ‘yaratılan her şeyden ayrı yaratılmış olmamız fikri bana ne kadar saçma geliyor. Sanki her şeyden ayrıyız da, bizden başka her şey sadece bizim için varmış ve bize hizmet ediyormuşuz gibi davranıyoruz,’ dedim. Kayıtsızca kafamı salladım. Her şey birbirine çarpıyor, atomlar, atomların içindeki elektron ve protonlar. Her şey birbirine yaklaşıyor ve uzaklaşıyor, gezegenler yıldızlar ve galaksiler. Bizlerde bu gerçeklikten ayrı anlam çıkarabilecek ne var ki? Aynı her şey gibi biz de çarpışıyoruz, birbirimize yaklaşıyor ve uzaklaşıyoruz. Buradan çıkarabilecek tek bir gerçek var: Bütünlük ve bu bütünlüğün getirdiği nizam. Nasıl ayrı düşünebiliriz? Güzel konuştun, dedim kendime. Hayır, güzel sustum. Kaygını heybenden ayrı tut, her ne ise o kaygın. Her şey ile bütünleşmeye bak. Haklısın, dedim. Kafamın içinde bir yerlerde derinlerdesin hala. Seni oraya sakladım.
Aradan ne kadar zaman geçti, hatırlamıyorum. Birden biraz daha fazla metre karelik odamın sonsuz döngüsünde boğulan ne’liğim, boşlukta salınan sigara dumanları arasında gerçeğine tutunmak için harflerin başına tekrar tekrar oturmaklar öyküsünü yazmaktı amacım. Z/amansız. Öyküsüz bir öykü. Tekrar başladım:
Gözleriniz ekselansları, gözleriniz hanımefendim. Geldik buralara kadar. Belki bu anda siz pek tabi ahvaliniz afiyettedir umarım. Ben bu satırları geçerken Ariana Savall’ın Adocout de Melodie’sinde ki arpın vurucu etkisinde yüreğimden yaralandım. İşte bu anın öyküsünde size gerçeklerden bahsedeceğim. Hatta bizzat size konuşacağım. Konuşurken de gözlerimi asla kaçırmayacağım. Kalemi elimden bıraktım ve öylece içeri ay ışığını dolduran penceremin boşluğundan uzaklara, sana bakıyorum ve sen bakışlarımı yakalıyorsun. Memnun oluyoruz. Sonra nedense birden yok oluyorsun. Saat, gecenin inceldiği yerinden kırılıyor. Yine mi mutsuzluk heybemden taşan yalnızlığım… Susuyorum, su… Hiç başlamadan biten bir öykü müdür bu kalbimde kanayan. Neredesiniz? Gözleriniz nerede? Karanlığın hangi cüretine saklandınız ve neden sustunuz? Sanki savaşta ölmeye yakın tek çocuk benmişim gibi neden gözleriniz büyüdü? Geldik buralara kadar. Zaman gözlerimden akıyor! Anneciğim, beni burada bombalayanlar da bir zamanlar çocuk değil miydi? Ey siz bomba yapıcılar, sizlerin çocukluğuna kızmazdım. O’nu terk etmeseydiniz eğer… Bitirdim. Kalemi bıraktım ve
‘Tüm ölümlüler için beş dakikalığına öldüm.’
Not: Yazı 17.05.2024 tarihinde karnavaldergi.com adresinde yayımlanmıştır.