Öylesine Karalama Bunlar
hiçbir şeyin adı yoktu o vakit. kelimeler henüz doğmamıştı, sesler ise rüzgârın dokusuna karışan ince bir ezgi gibi anlamdan uzaktı. yeryüzü, kaderin boş bir levhasıydı; her şey, orada işlenecek bir nakışın ilk ipliğini bekliyordu. ama bu iplik, ne kadar ustalıkla örülse de, hep bir düğüm bırakacaktı ardında. o düğüm ki insanın göğsüne yerleşir, hiç çözülmeden bir sırrın ağırlığını taşır.
bir his vardı; ne bir varlığa ne de bir zamana ait olan. âdeta ezelden kopup gelen ve ebediyete varan bir yolculuk gibi. teninize değdi mi, bir gülün dikenine dokunmuş gibi bir ürperti bırakır; ne tam acıtır, ne de rahatlatır. bu his, bir bülbülün suskunluğunda saklı bir şarkıdır; söylemek ister ama her defasında geri çekilir. işte o anda, her şey donmuş gibidir, fakat içten içe bir şey büyür, genişler. o genişlik ki insanın kalbinde bir çöl kadar boş ve bir bahar kadar doludur.
hani insan, bir sevdanın eşiğinde oturup bekler ya; ne gelene ne gidene tutunabilir. işte bu his de öyle bir şeydir. ne bir dosttur ne de bir düşman; ama yine de ondan kaçamazsınız. onun dokunduğu yer, bir suyun üzerinde açılan halkalar gibi genişler; merkezde bir titreşim, kenarlarda ise sonsuz bir kayboluş hissi.
zaman, bu his karşısında eğilir. çünkü o his, zamanın kendisinden bile eskidir. belki aşkın ilk ateşi bu histen doğmuş, belki de en derin hüzün onun gölgesinde büyümüştür.
şairlerinin dediği gibi, “bir kere düşen aşk derdine, bir daha kurtulamaz”, bir kez bu hisse dokunan, artık geri dönemez. mecnunun Leylâ’ya duyduğu o derin özlemi andırır; ama burada Leylâ yoktur, Mecnun da. sadece o özlemin kendisi vardır; adı olmayan, hikâyesi tamamlanmayan bir hasret.
her insanın içinde bir boşluk saklıdır, der büyük şairler. bu boşluk bazen bir çınarın gövdesinde oyulmuş bir kovuktur; içine bakarsınız ama sonunu göremezsiniz. bazen de bir aynadır; baktığınızda kendi suretinizi değil, hiç tanımadığınız bir başka yüzü görürsünüz. işte o his, tam da bu boşluğun kalbinde saklıdır. o boşluk ki ne doludur ne de tamamıyla boş. bir mani gibi; kısa, sade ama içine bütün bir evreni sığdırır.
bu his, bir mevsim gibi gelir. bazen bahardır; dallar tomurcuklanır, gökyüzü mavi bir hayale açılır. ama o hayalin tam ortasında bir damla yağmur düşer; bu yağmur ne ıslatır ne de kurutur. bazen de kış gibidir; sessizlik her yeri kaplar, ama karların altından bir kıvılcım yanar. o kıvılcım, bir şiirin en içli mısrasıdır; “kimse bilmez, kimse duymaz; ama varlığından herkes emin.”
ve bu his, bir padişahın tahtını terk ettiği, bir şairin kalemini kırdığı, bir âşığın gözlerini sonsuzluğa çevirdiği o anın kendisidir. onun tarif edilmezliği, belki de en büyük tarifidir. çünkü tarif edilmeye çalışıldığında küçülür, insana ait olur. oysa o, insanın ötesinde bir şeydir; bir güvercinin kanat çırpışında gizli olan uçuşun kendisi gibi.
bir kez bu hisle tanışan, artık dünyaya aynı gözle bakamaz. çünkü o his, dünyanın üzerindeki örtüyü kaldırır ve size çıplak gerçeği gösterir: hiçbir şey tamamlanmaz, hiçbir şey tam değildir. her şey bir parçasını geride bırakır; bir kervan, çölün ortasında kaybolur ama ardında ayak izlerini bırakır. o ayak izleri, bir şiir olur, bir efsane olur. ve o “bir türkü gibi, bir ağıt gibi ama her ikisi de değil.”
belki de bu his, insanın en büyük imtihanıdır. bir şeyin peşinden gitmek, ama onu hiçbir zaman tam anlamıyla bulamamak. bir yolculuk ki varış noktası yoktur; bir arayış ki hep biraz eksik kalır. ama işte tam da o eksiklikte, o yarımlıkta, insanın bütünlüğü saklıdır. çünkü insan, hep biraz eksik kalmakla insandır. ve o his, işte bu eksikliğin en derin, en güzel adıdır. bir kere hissettiniz mi, artık geri dönüş yoktur; çünkü onun varlığı, sizin varlığınızın anlamını yeniden yazmıştır.