Pulsuz Bir Mektubum Var
Pulsuz mektuplar vardır, bazen göndermek isteriz, gönderemeyiz. Bazen göndersek de yerine ulaşmaz. Hatta geri de gelmez çoğu zaman bu mektuplar. Asıl yerine ulaşmadığını biliriz ama gönderdiğimiz için üzerimizden bir yük kalkmış olur, bunun sevincini yazarken ardı ardına yazarız diğer mektupları da. Yazsak da yetmez, ulaşsa da mektuplar yetmez.
Seni tam da olman gereken yerde anılıyordun, yüreğimin en kutsal köşesinde
Ve yalnızlık hep aynı satırlarda yer alıyordu
Sen bulaşmıyordun yalnızlığıma, karışmıyordun da.
Ben seninleyken, yalnızken olduğum kadar kendimdim, doğan bir bebeğin rolsüz masumiyetiyle, en güzel cevaptım sana. Sonradan öğrendiğim her şeyi unutabilecek kadar özümle seviyordum seni. Bu sevgi hiçbir şeye ya da kimseye duyulamayacak kadar farklıydı. Adını koyamadığım, tüm dilleri toplasam da yetmeyeceği bir lisanla hissediyordum sana duyduklarımı. Ama bunu kimse bilmiyordu, sen de bilmiyordun. Belki de hissediyordun benim gibi. Görüntümüz normal insan sınıfına dâhil olsa da, biz hiçbir dünyaya sığmayacak cinstendik. Yere basmayan ayaklarımız sanki her şeyden farklıydı, sanki insanların üzerinde yürüyorduk yolumuza ya da göklerde. O kadar sıradan görünüyordu her şey, ama aslında sıradan değildik hiç. Sıradan olamadığımız içindi karşılaşmamız. Çünkü sıradan insanların başına gelmez böyle bir mucize.
Mucizeler hep sıra dışı insanların başına gelir. Bizim karşılaşmamız da böyle bir mucizeydi işte, sıra dışı, farklı.
***
Odamdaki şifoniyerin çekmecesine gizlemiştim yaşamamı sağladığına inanan doktorların verdiği renkli hapları, ben onları unutacak kadar sevdim seni. Onlar yaşamamı sağlıyorsa, sen de yaşama sebebimdin. Haplar olmadan durabilirdim ama senin varlığın olmadan yok olabilirdim. Birlikte doğmasak da sanki göbek bağım kadar yakındın bana, ikizim gibi ya da aynım gibi, ruhum gibi. Doğru kelime bu sanırım, ruhumdun sen benim.
Dünyadaki her şeyden vazgeçip, terk edebilirdim onları. Bağımlı değildim çünkü bir şeye, doğduğumdan beri yalnızlığa alışmıştım zaten, bu yüzden bağımlı ve sorunlu hissetmiyordum kendimi herhangi bir şeye. Ama senden vazgeçtiğim anda kendimden vazgeçmiş olurum, biliyorum bunu. Sen herhangi bir kimse olamayacak kadar yakınımdın, herkesten farklı, tıpkı kendimi gördüğüm gibi bir şeydin. Bu farklılığı yitirebilirsem ve bir tek kendimi böyle farklı hissetmeme rağmen, seni de öyle görebiliyorum, tuhaf bir durum. Demek ki bu bildiğim şey ikimize hastı.
Yanımda olmadan bile yanımda hissedecek kadar çoktun içimde. Benden daha fazlaydın bende. Bunu hiçbir akıl, hiçbir kitap anlatamazdı. Ben de anlatamıyordum zaten, şu yazdıklarım kitap dolusu olsa, asıl söylediğim içimden geçirdiğim şeylere yaklaşamaz bile. Ama gölgesi gibi bu yazdıklarım, kırıntısı gibi. Siz oradan anlayın. Anlayamazsınız da tahmin yürütün mesela.
Ne zaman hastalansam ya da ne zaman başıma kötü bir şey gelse, kötü hissetsem kendimi bir bebek gibi hissediyordum kendimi, ama senin varlığın bendeyken, hiçbir şey olmazdı bana. Hatta ölmezdim bile. O kadar güçlü hissediyordum ama bebek gibi, bebek cesareti, bebek masumiyeti buradan yer etti belki içime.
Küçükken yaşamadığım hikâyeler uydururdum kendime, çünkü hikâyem kötüydü benim, ben yazmamıştım, yazan kalem kara kurşundu belki de. Yazabilseydim eminim daha güzel bir hikâye yaşardım. Ama şimdi, uydurmaya çalıştığım tüm hikâyeleri sildim hatta unuttum. Artık herhangi bir hikâyeye ihtiyacım yoktu, benim en güzel masalım sendin ve bu masalı birlikte yazıyorduk. Yazarken yaşıyorduk, yaşar gibi yazıyorduk bu yormuyordu çünkü seninle dinleniyordum, kendimi dinler gibiydim sen konuşurken.
'Bitmesin' dediğim tek şey sendin, ancak ben bitersem biterdin biliyordum. Hiçbir şeyin bitmesinden üzüntü duymayacağımı da... Her şey bitiyordu çünkü bir gün mutlaka, çekmecedeki ilaçlar, takvimdeki yapraklar, şu karaladığım satırlar, her şey. Bitmeyen bir şey varsa o da; evrene bıraktığımız sonsuz sevgi.
Biliyorum, sen farkında değilsin bu yazdıklarımın sana olduğunu, üzerine de alınır gibi bir hâlin yok hiç, olmasın da. Bu yazdıklarımı daha sahipsiz, daha gizemli hâle getiriyor. Belki sıradan birisinin, sıradan satırları diye okuyacaksın gözlerine denk geldiğinde. Ama tek bir harfin bile gözlerine denk gelme ihtimali sevindirici benim açımdan ve kalemim açısından. Hele bir de çarparsa bir cümle gözlerine, o zaman yazımın bayramı ilan edilir.
Pulsuz mektubum, hatırsız yazım, gönlü kırık kalemim, sevinç yolu gözleyen defterim. Sana ulaşmasa da anlattıklarım, anlatabildiğim için seviniyorum. Ki yetersiz zamanları yaşıyorum. Yazdığım şiirlerin de hiçbir zaman sana yetişemeyeceğini biliyorum, göklere merdiven dikip, en hızlı şekilde tırmanan sen değil misin? Senin gitme şeklin buydu, yoluna gitmezdin, göklere giderdin. Orası yasaklı gibi bana, uzaklıktan da beter bu. Melek olmam gerekir belki de, gidebilmek için gökyüzüne. Ama imkânsız!
Eğer tekrar dünyaya gelme ihtimalim olursa, Tanrı'ya yalvaracağım, melek olarak yaratsın beni diye. O zaman senden önce yerimi almış olacağım ve seni orada bekleyeceğim. Ama imkânsızlık bu ya, sen o zaman da yeryüzünde yaşamayı seçersin ve ben tekrar buraya gelebilmek için yalvarmak zorunda kalırım.
Kendinden birini seversen aşk olmaz o zaman, kolay olanı seçmiş olurduk. Bu bize hiç yakışmazdı. Bu yüzden en uzakta olan seni seçtim, gökyüzünü seçtim, gökyüzü rengine en yakın olan denize dokundum ve döküldüm ona. Tüm bedenimi sararken bu mavilik artık kendime ait olmadığımı hissettim tüm hücrelerimde. Kolay olanı seçmedim.
Sen de var olmak için,
Kendime öldüm (kendimden oldum)
Bundan şikâyetçi değilim, bir mektuba şikâyetler asla sığmaz çünkü. Dilekçe yazmayı becerebilecek kadar da resmî birisi olamadım hiç.
Dört Temmuz İki Bin On Üç 10 00