Sensiz... Buralar...
Yüreğimin bronz anahtarını seninle birlikte kızgın alevlere attım. Bedenim sapasağlam, ruhum paramparça, ilerliyorum bildiğim yolda. Taş parçalarının darbe acısıyla uyanan içimdeki eşsiz melek tekrar sensizliğe uyuyor. Karma karışık hayatımın içinde, keşfedilmesi güç, ulaşılmazı imkansız bir yardımcı rol oyuncusuydun, kimi zaman ise her anı bir vurgun ömrümün senaristi. Umutsuz bir umut!
Anlamlı kıldın! Ömrümün yaşanmamış saydığım, içinde senin olmadığın karanlık ve soğuk gecelerden tutup, güneşli yağmur ormanlarına götürdün. Bana hayat verdin. Sonra elimi sımsıkı tutup sonunu bilmediğimiz bir yola girercesine ''her zaman yanındayım'' dedin.
Bilmediğim şeyler öğrettin. Dünyanın ne kadar büyük olduğunu ve dünyanın ne kadar küçük olduğunu anlattın. Yağmurları anlattın. Bana beni ilk sen anlattın!
Sonra bana kitapları anlattın. ?'Onlar gibi mutlu sonla biteceğiz bizde'' dedin. Sana göre, bir romandık seninle biz! Kalın ama eski, ıslak ama sapasağlam, Mürekkebi döküldüğü halde okunabilen ve hiç bitmeyen.
Şimdi kurduğumuz düşler kadar uzaktasın! Öyle ya birde düşlerimiz vardı bizim. Hani senin ulaşmak uğrunda beni ezip geçtiğin acılı düşler. Ah o düş sokaklarında saklambaç oynadığımız hayalperest günler! Kimsenin canı yanmamış, ayrılıkların henüz yaşanmamış olduğu o çocukluğumuz...
Ömrüm boyunca tek bir yaş inmesine izin vermeyeceğini söylediğin o sonbahar gözleri! Artık sana ağlıyor! Ve senin eserin olan yaralı kalbim şimdi gidişine yanıyor.
Artık yağmurda yağmıyor, güneşte açmıyor. Dalgalar, sensiz bu kıyılara uğramıyor. Aşkımızdan ilham alan bülbüller şimdi sensizliğe avazının çıktığı kadar bağırıyor! Zaman bile akmıyor. Senin olan bu şehir şimdi sensiz, çaresiz, yalnız, yorgun...
Başak Ünal...