Servis İnsanları
Kış sabahları her zamankinden daha erken kalkarım. NŞA'da (Normal Şartlar Altında) sekize kuruludur saatim. Duş al, traş ol, ağzına birşeyler at derken dokuz gibi çıkarım evden. Ona doğru işimin başında olurum. Mesai mi? Ha, kendileri dokuzda başlar, altıda biter.
Kış sabahları, özellikle de meteorolojinin kar yağışı gösterdiği günler yediye kurarım saatimi. Her zamanki sabah ritüeli bu kez bir saat erken başlar, ki sekizi çeyrek geçe gelen servise yetişilebilsin. Servisi kaçırdın mı sı..., pardon, yandın demektir. Toplu taşım araçlarıyla, ayakta yolculuğun hediyesi bel ağrısı ile birlikte öğleye doğru ancak varılır işe. Evle iş arası yirmi beş kilometre olunca 'Atlayayım bir taksiye' düşüncesinin akıldan teğet geçmesi bile abes kaçar.
Geceleri genellikle geç yattığımdan sabah erken uyanmayı hiç sevmem (sevmedim, sevmeyeceğim de). Geç yatıyorum dediysem, orda burda gezip tozduğumu, içip dağıttığımı sanmayın sakın. Geç saatlere kadar kitap okumak ya da film seyretmek bütün yaptığım.
Erken kalkmayı gerektirmesi haricinde güzeldir servise binmek. Önce İstanbul, sonra da Eskişehir Yolu'nun o yoğun trafiğini kitap okuyarak tüketmek hoşuma gider. Kırk dakika gidiş, kırk dakika da geliş, etti mi sana seksen dakika. Sayfalarca okuyabilirsin rahat, sıcak otobüsün içinde. Bırak servis şoförü uğraşsın maganda kamyoncularla, altındaki arabanın motor gücünü kendi gücüyle karıştıran dallamalarla...
Servise binilir, servis insanlarının 'Oooo Mehmet bey, kar da yağmasa yüzünüzü göremeyeceğiz' türünden iğnelemelerine tebessüm edilerek karşılık verilir, çenesi düşüklere, boş konuşmayı sevenlere en uzak yere oturulmaya özellikle dikkat edilir.
Sonra işin en keyifli kısmı gelir. Çantadan ya da cepten kitap çıkarılır, bambaşka bir dünyanın içine girilir.
Arada bir 'Neredeyiz? Yaklaştık mı?' merakını tatmin için kafa kitaptan kaldırılınca ister istemez çevreye de göz atılır:
Oturduğum koltuğun hizasında, otobüsün sağ kısmında S. bey oturuyor. O da otobüs dolu olmadıkça, çoğunlukla benim gibi tek oturmayı yeğler. S. bey yalnız oturduğu gibi, yalnızca oturur. Hiçbir şey yapmadan, öylece. Kimseyle konuşmaz. Kitap, gazete, dergi okumaz. Uyuklamaz, kestirmez, dışarıyı seyretmez. Oturur. Mal gibi oturur.
B. hanım S. beyin önündeki koltukta. Sabah benden bir sonraki durakta biner. Yerine oturur oturmaz telefonuna sarılır. İş yerine ulaşıncaya kadar annesiyle konuşur. Önceleri annesi başka bir şehirde de özlüyor zaar diye düşünmüştüm. Meğer annesi ile birlikte oturuyormuş. Takriben 3 (yazı ile üç) dakika önce ayrıldığı annesiyle konuşur da konuşur. Çerden çöpten, kıldan tüyden, moktan püsürden, herşeyden konuşur. Ana-kızı bir aradayken düşünmek dahi istemiyorum.
A. hanım onun yanında oturuyor. Her daim şık, bakımlı, şıkır şıkır bir kadın A. hanım. Yaşı kırkı biraz geçmesine rağmen hala bekar. Oldukça hoş, havalı bir kadın ama bugüne kadar evlenemedi (ya da evlenmedi). Onun önünde oturan dedikoducu, huysuz, çirkin ve geçimsiz N. ikinci turu yaptı da A.'da daha tık yok. Geçenlerde bu sevimsiz kadının ikinci kez evlendiğini söylediklerinde gayriihtiyari 'Nasıl bir adam evlenir ki böyle bir kadınla?' demiştim de, bir arkadaş 'Herhalde Antonio Banderas değil' demişti. N. yine birini esir almış (büyük ihtimalle serviste yeni ve yine büyük ihtimalle emeklilik yaşı gelene kadar bir daha N.'nin yanına oturmayacak), her zamanki gibi dairede kavga ettiği birilerini kötülüyor, belalar okuyor. Her zaman kendisi haklı. Karşısındaki hep haksız, hep kötü. Bütün insanlar ona kötülük yapmak için sıraya girmiş bekliyorlar. Iııyyy!.. Bir de üreyecek bu!..
Benim önümde H. hanım oturuyor. Tam bir hanımefendi. Mala bağlamış bu kadar tipin arasında kitap okuyan bir o var. Her sabah ilk duraktan biner, kitabını açar, laf atılmadıkça ağzını açıp tek laf etmez. Bugüne kadar ne dedikodu yaptığını duydum ne biriyle tartıştığını.
H. hanımın yanında adını hiç öğrenmediğim bir genç kadın oturuyor. Eski evimde otururken aynı duraktan biniyorduk bununla. Genç daha. Taş çatlasa yirmi altı, yirmi yedi. O duraktan eskiden bir tek ben binerdim, baktım biri daha peydah oldu bir sabah. Öküz değiliz ya, halini hatırını, hangi birimde çalışmaya başladığını sordum. Servis gelene kadar iki üç dakika sohbet ettik. Ertesi sabah baktım bu biraz uzakta duruyor. Selamladım. Soğuk bir şekilde, lütfen selam verdi. Bir gariplik var ama ne olduğunu çıkaramadım. Daha ertesi gün durakta bekliyorum. Bir araba geldi, önümde durdu. Direksiyonda gençten bir kazma. Yanındakiyle konuşuyor, arada da dönüp pis pis beni kesiyor. Ben de 'Kim bu hıyar?' diye oğlanı tanıyıp tanımadığımı çıkarmaya çalışıyorum. A-aa, bi de ne göreyim, yanında oturan durak arkadaşım(!) değil mi? Ben buna durakta hal hatır sorup iki satır sohbet edince o küçücük beyninden neler geçirip de evde anlattıysa artık, o günden sonra durağa kocası getirip servis gelinceye kadar başında beklemeye başladı. Sonradan, kadının son yıllarda işe alınan birçoğu gibi 'F Tipi' olduğunu öğrendim. Eh, öyle F tipi kadına da böyle 'Ö Tipi' koca. Bu kadının da bir tek gün tek satır okuduğunu görmedim. Okusaydı F tipi olmaz, Ö tipiyle de aynı yatağa giremezdi zaten.
Sabah sabah işe gitme telaşına düşmüş insanların iyi bir gözlem ile adeta tablo gibi resmini çıkarmışsınız. Ayrıca (S) bey (B) hanım gibi isimlerin gizlenerek anlatılması güzel ve olumlu bir davranış. İşte bu özleyip de herkes de görmek istediğimiz görüntü, yani sabah servisinde kitap okumak, ama anlaşıldığı ve anlatıldığı kadar ile bizim ülkemizde bunu uygulayan insanlara ender rastlanıyor. Avrupa'da böyle bir servise bindiğiniz zaman ise kitap okuyan sayısını anlatılan rakamın on katı ya da yirmi katı olarak düşünmek lazım gelir kanımca. Oysa ki ''Vakit nakittir''sözü de bize ait atasözlerinden biridir. Kutluyorum gayet hoş nüktelerle de dolu güzel bir yazı idi okuduğum...👍
Sağolun Ahmet Bey, çok teşekkürler.