Seyyah
Ali Baba ve Kırk Haramiler, Alaaddin'in Sihirli Lambası, Uçan Halı, kaç kere okuduğunu, kaç kere haramilerle mağaraya girip altın ve mücevherleri saydığını, kaç kere Alaaddin yerine dilek tutup, cinden olmayacak saçma sapan şeyler istediğini, sonra da olmuş gibi sevindiğini hatırlamıyordu. Çocukluk bitmiş, o günler geride kalmıştı. En çok sevdiği de uçan halıydı. Bir halısı olsa, şöyle güzel desenli, kenarlarında küçük arabalar için yollar, çiçekleri benzinci, yaprakları bahçe olan, yol kenarları bordürlü, küçük otobüs park etmek için, ama en önemlisi uçan olsa. Havalansa!
Evinden bindiği gibi yükseklere, çok yükseklere çıksa, beyaz pamuk bulutlara ulaşsa, yer uzaklaşsa da uzaklaşsa, insanlar karınca, ağaçlar ot olsa, her şey ufalsa, minnacık olsa. Rüzgarda uçuşsa saçları, özgür olsa, gömleğinin yakasından serinlik vursa... Ne güzel olur.
Yavaşça kıvrıla kıvrıla denizi geçse. Piramitler, tanrılar, koca krallar, aslan kafalar. Çöllerin üzerinde dolaşsa, biraz alçalsa, selamlasa koca filleri, zıpkın çitaları, leoparları, şamatacı maymunları, pusudaki timsahları. Uzun ağaçların en üstündeki dallardan otlanan zürafaları. Oradan oraya uçuşan yüzlerce çeşit kuşları. Uçsuz bucaksız düzlüklerin sonunda, biraz yeşille karışmış topraklarda bir kabile bulsa, yere inse. Mızraklar, oklar, danslar. Tanımadığı, bilmediği, konuşamadığı başka insanlarla bir arada olsa. Biraz yemek yese. Küçük çocukların delikanlılıktan geçiş sınavında cesaretlerine hayran olsa. Onlarla fil üstünde ava çıksa, biraz korksa da macerayı yaşasa...
Atlasa halıya, yükselse de yükselse, güneş parlarken kızıl bir denizden geçse, gözleri kamaşsa yüzüstü uzansa. Dünyanın en tepesine yakın, değecekmiş gibi, azıcık ellerini uzatıp bir parça kar toplasa, mabetleri, öküzleri görse, rahipleri seyretse, biraz alçalıp el sallayıp gülümsese. Ağır aksak yukarılara doğru dönse, çekik gözlülere, yasak kente geçse. Bisikletleri, kalabalığı izlese, büyük topraklarda küçük insanlara bakıp, son imparator avluda mı diye heyecanlansa. Olmadığını görünce kalabalığa karışsa, pazarından meyve kapsa, ısıra ısıra yerken suları aşağıya yağmur olsa...
Biraz hızlansa rüzgarda, süzüle süzüle adaya gitse. Hocasından öğüt alıyor mu acaba hala çekirge? Saksılardaki kısa bodur ağaçlar, ayaklarında dar tahta ayakkabılarla, süslü püslü, makyajlı, kimonolu geyşalar. Sokaklarda mafya, kağıttan evler. Yere inse de, hala varsa, samurailerle bir savaşa katılsa, kılıcını savura savura dolaşsa. Uzaklaşıp, denizin üzerinden yeni karaya ayak bassa, bir kangurunun ön cebinde hoplaya zıplaya dolaşsa. Kâh ormanlarda, kâh düzlüklerde, aborijinleri arasa merakla. Rastlasa da buluşsa, onlarla oturup bir iki lokma atıştırsa...
Geceyi halısında yol alarak geçirse, yıldızları seyrede seyrede dalsa, biraz uyusa, gün ışırken uyandığında büyük yeşil yağmur ormanlarının üzerinde bulsa kendini. Binbir ağaç, binbir bitki arasında koca bir nehrin üzerinde hafifçe süzülüyor olsa, küçük kanolarda balıkçılar, kenarlarda, suyun içinde timsahlar. Hakikaten bir ineği yok eder mi piranhalar? Ağaçların altında gizli dünyaları, modernlik ulaşmamış toplulukları izlese, biraz yükselip dağlardan, piramitlerin, turistlerin resmini çekse. Aşağı inip büyük merdivenli tapınağın en tepesinde güneşin doğuşunu seyretse... Ne güzel olur.
Biraz daha yükselse, yükselse, kanyonlardan geçse, kızılderilileri kovboylarla içki içerken görse, bizonlar otlaklarda dolaşırken, büyük arabalar ve renkli binalar çıksa karşısına, şehrin göbeğinde hapsolmuş koca yeşil parka konsa. Çok uzaktaki pazardan kaptığı muzlardan birini soysa da geliverse sincaplar, duruverse arka ayakları üstünde, bir iki atıverse yesinler diye. Yemyeşil otların üzerindeki sevgilileri izlese, paten kayanlara, müzikle dans edenlere eşlik etse. Hayvanat bahçesinde midilli, fok sevse. Bir de atlıkarıncaya binse, dönse de dönse. Yüzlerce köprüden geçse...
Hırçın denizin üstünden, rüzgar eşliğinde şarkı söyleye söyleye, adalara, balıklara selam ederek gelse. Gayda çalsa, ekose etek, hele bir de kocaman kürklü bir şapka giyse, rap rap yürüse. Kahraman krallar ile buzların üzerinde orduları püskürtse, atını, yeleleri savrula savrula sürse. Napolyon'u görse, yaklaşıp sağ elini sıkmak istese. Biraz daha havalanıp kulenin tepesine çıksa, o yükseklikten parklara, sarmaş dolaş yatanlara, aşıklar kentine baksa. Kıvrıla kıvrıla dolaşan nehrin kenarına konsa. Geçen gemileri, tekneleri selamlasa. Kilisenin kulesine çıksa da, o güzel kızı, bir de şu meşhur kamburu görse, çanların ipini çekse...
Gözlerini açtı. Çalan müzik çoktan bitmiş, oda karanlığa bürünmüştü. Başucundaki ışığı açtı. Yerinden kalktı, o senelerdir kütüphanenin en üstündeki rafta duruyordu, uzandı, aldı. Kapağını kaldırdı, karşısındaydı uçan halı.
Masal tadında bir deneme olmuş. Alıp sizi götürüyor o çocuklukta dinlediğimiz ya da okuduğumuz masalların gizemli dünyasına. Hani derler ya insan hayal ettiği müddetçe yaşar. Gerçeklerden de fazla kopmadan arasıra hayal dünyasına dalmak iyidir ufkumuzu genişletir. Kutlarım Erkin bey içtenlikle...👍