Simit
'Bu soğuk havada, kar taneleri atıştırırken hatta bazı yerleri bembeyaz yapmışken kar taneleri içinizi ısıtmak dileğiyle; Simitli ve Çaylı bir yazı. Eminim hepimiz simiti seviyoruzdur ve bu yazıdan sonra herkes bir parça simit yemek isteyecek yanında en demlisinden çay.'
Denize atılan masum bir çocuğun elindeki simitim ben, susamlarım çepeçevre beynimin etrafında dönüyor. Bir elin ampulü nazikçe çevirişi gibi itina ile çeviriyorum kafamda harman yaptığım düşünceleri. Az önce gazete kağıdına sarılmışlığım geliyor aklıma. Büyük bir özenle sarmışlardı az önce beni, denize atmadan önce paket yapılmıştı benden, gazete kağıdı buruşturularak. Gerek var mıydı bu gazete kağıdına? Yani zaten ıslanacaktım. Yağmurdan mı koruyordum kendimi denize düşerken, yoksa yeni yağmaya başlayan tanelerin çivi gibi yüzüme batan kardan mı?.
Simit olmadan önce kaç fırıncının beyninde düşünülüp dönüp durmuştum semazen misali.. kim bilir belki de hiç düşünmeden, simit tarifine uydurup, kitaptakiler gibi yapıldı varlığım. Kitabına uyuyordu her şey. Bir eksiğim yoktu. Tek eksiğim mevsimlerin geçeceğini görmeyecektim, bir günlük ömrüm bir denizde son bulacaktı. Ama masumdu işte çocuğun eli, daha yeni kedi sevmişti. Pamuktu, sımsıcaktı.
Özgür rüzgarların yönünden gidemeyecektim hiçbir zaman. Rüzgar istemeyecekti peşinden gitmeme, izin vermeyecekti, yük olacaktım belki de. Bazen yönünü kaybedecekti benim gibi. Elden ele geçerken şaşırmışlığım gibi. Gitgide azalan ihtimallerim kangren oluyordu, yaşamak için. Ömrümüz böyleydi bizim, çizilmiş, kitaplarda yazılmıştı, yaşasak zaten bayatlardık, küflenirdik, çöpe atılırken, ayakları yırtık pırtık bir dilencinin dudağındaki duadan medet umardık.
Yalnızlığımızın çiçek açtığı zamanlardayız, yalnızlık bize uzak gibi. Hep birlikte pişeriz biz mesela, sıcacık. Sonra güzelce vitrine diziliriz, görenler bizi akşam çayına yetiştirmeye çalışırlar. Bazıları iş ortasında bir nefes almak için gittiği mutfakta yakalar bizi. Bir de yanımızda çay varsa değmeyin keyiflerine.
En sıkı dostlar simit ile paylaşırlar muhabbetlerini, çay demlenirken demlenir muhabbet. Simiti paylaşırlar yalnızlıklarını paylaştıkları kadar. Kırıntılardadır vitamini muhabbetin. En koyu yalnızlığı susamla paylaşırlar. En iyi dostlar simiti bile paylaşmasını bilirler. Bir çay eşliğinde. Kahve yakışmaz simite. Kahve gitmez tenimize.
Ne muhabbetler döner dillerde sonra, önce yürekte kavrulurken, biz fırında pişerken. Çay demlenirken muhabbetin de dibine vururlar:
'Nerde o eski günler'
'Ahmet ağabeyi de kaybettik'
'Bizim çocuk bu sene okula başladı'
Geçmiş özlemle yoğrulmuştur. Tıpkı hamurum gibi, hamurla yoğrulmam gibi. Zamanın neresinde duvara bitişik yaşıyorduk? Vitrinler ne zamandan beri silinmemişti? Biz buraya kaç asır önce gelmiştik? Ölümlüler için zamanın kavramı olmamalı. Zaman denilen şey bizler için değil.
Her kar tanesinin bir sonu var,
Her simitin bir yerde ıslanışı var.
Her atan kalbin bir duruşu var.
Yok oluşumuz var. Geldiğimiz gibi gideceğimiz zaman var, ömür denilen şey var. Ölümsüzler için ömürsüzlük.
Susamlarım döküldü, arkası çekilemeyen dolabın arkasına, halbuki çekilseydi o dolap uzun zaman yetecek kadar susam vardı camın hemen kenarında. Yere dizilmişti hepsi karınca misali. Halbuki ağlamama izin verselerdi, kendimi değil, dünyayı ıslatmaya yetecek kadar gözyaşı vardı içimde.
İzin vermediler!...
Sadece ıslanmama izin verdiler, bir muhabbete katık olmama. Fırıncının ellerinde yoğrulmama, onda hayat bulup akşama kadar tükenmeme. Bu kadardı bu dünyadaki varlığım. En çok masum çocuğun ellerinde sevdim kendimi, el ayna gibiydi, bembeyazdı benim gibi. Martılara atılınca doymaları için, ıslandım. Ama yine de sevdim, yenilmeyi. Hayata yenilmeyi, canlıların ağzında lokma, yüreklerinde muhabbet olmayı. Yenilecek bir şeydim ben ve baş üstünde duruyordum. Bir günlük ömür biçilse de. Güzeldim ben susamlarımla birlikte. Ayrılmaz bir sevgiliydik belki de, tam ne olduğumuzun farkına varamadan son buluyordu ömrümüz ama başka bir hamurda yeniden canlanıyorduk.
'Bir türlü soramadım susama ne olduğumuzu'
O sarıyordu beni, koruyordu bedenimi her şeyden. Suya düşünce bile ilk o ıslanmıştı. İlk o yanmıştı fırında. Üzerime serpilmişti o aslında. Bunu isteyerek mi yapmıştı? Bilemedim hiçbir zaman. Bilemediklerim arasında susamla ne olduğumuz da vardı. Bir muhabbette birlikte yeniyorduk, birlikte katık oluyorduk yumuşak yüreklere.
Bazıları bizi sevdiğinden bile bahsediyordu, hatta çayla birlikte anılıyordu adımız. Çayla mı sevgiliydik biz acaba?
Çay da sıcacıktı, ama denizdeki martıları daha çok seviyordum ben. Onların ihtiyacı vardı bize, çocuğun elinde olmaya da bizim ihtiyacımız vardı.
Bir de yasımız vardı, pencere önündeki dolabın arkasında kalan susamlarımız için. Tek tük oraya buraya savrulmuşlardı ve onların üzerinden geçiyordu mevsimler. En iyisi yenilmekti hayata, yenilmeyince de böyle sürünüyorduk.
Kırıntılarımız kalıyordu orada burada.
Kimse de toplamaya zahmet etmiyordu bizi.
Savruluyorduk yönünü bilmeyen bir rüzgarla birlikte;
Ta uzaklara...
Yirmi Aralık İki Bin On İki 12 20
Kırıntılarımız kalıyordu orada burada. Kimse de toplamaya zahmet etmiyordu bizi. Savruluyorduk yönünü bilmeyen bir rüzgarla birlikte; Ta uzaklara...