Siyahı Bol
Siyahı bol gelen elbiseler dik bana "Anne"
Siyahı bol hüzünler konuk gecelerime, kalıcı misafir uzun zamandan beri. Saklayamıyorum kendimi. Bazen bir telefon sesiyle irkilirken, kaldığım andan çıkamıyorum, telefona bakmak için. Bazen öyle anlamsız ki çalan telefonlar, açmak istemiyorum. Belki durup kaldığım an daha önemli. Kimse bilmiyor. Kimse umursamıyor benim bu dünyadaki varlığımı.
Eli yüzü düzgün bir ayrılık bizimkisi, birbirimizi barındırmaya gücü yetmeyecek kadar uzak şehirlerde yaşıyoruz. Zamandan da uzağız, zamanla olmazlara doğru gidiyoruz. Zaman geçtikçe olumsuzlukların gerçekliği daha çok beliriyor.
Fark edilmemiş bir kız çocuğuyum kapı önünde unutulmuş, elinde yarım kalan pamuk şekeriyle, pamuk şekerinin rengi ne pembe ne beyaz. İkisinin ortası bir renk, hani toz pembe dediğin. Hayallerimiz kadar toz pembe bir şeker. Elimde yarım kalan hayallerimle birlikte kalıyoruz kapının önünde. Hiç giremeyeceğimiz dünyanın kapılarının açılmasını bekliyoruz. Hiç olmayacak düşler kurarken oldukça cömert davranıyoruz.
Oysa bu şehrin siyahı bol! Üzerime giydiğim elbiseler kadar, yaşımın büyüyüp, bedenimin çocuklukta kalması gibi. Giymem gereken ama giyemediğim elbiselerin yokluğu gibi. Giyip üzerime olmayan umutlar gibi. Yeni elbiselerden uzak hayaller gibi.
Bu masalın da siyahı bol, zamanla hüzne kaçıyor. Masal bu ya; üzerimizden bulaştı bu siyahlık, masalları pembeleştirmek biraz da elimizdeydi ve masalları bitirmemek. Devamına yakışacak oldukça öykümüz de vardı. Biz eteğimizdeki siyahlıkları masala bıraktık, bununla da yetinmeyip kaçtık.
Askıda bir elbise, siyah!
Öylece duruyor, ilk geldiği günkü kadar yeni. Henüz ten değmemiş. Henüz sahibini bulamamış bir eşya, yalnız. Yeniliğinin değeri unutulmakla ölçülüyor. Annemin diktiği rengârenk elbiseleri giyemiyorum artık, sanırım büyüdüm ya da elbiselerim küçüldü. Bir tek gözlerim değişmedi, onlar hep büyüktüler. Şu siyah elbise kadar dik bakardı aynalara. Cesareti aynadan alırken, neden kırılmıştı bu kadar siyahın rengindeki cüret?
Karşı komşunun balkonundaki çamaşırlar takılıyor bazen gözlerime, elbiseler düzgün, balkon buruşuk, elbiseler el ele tutuşmuş, asılmışlar en tutulabilir yerlerinden. Balkon nasıl duruyor ayakta, hiç tutan yokken?
Sokaklar kendi halinden geçerken, şehirler başka şehirlere yaklaşıyor, onlar da yapışık birbirine değiyor. Değişiyor sonra dünya. Bizim şehrimiz ayrı bir tek, bizim rengimiz ayrı, değmiyor birbirine ellerimiz Cam kenarlarında saksıda kendi kendine büyüyen çiçeklerin dilini merak ediyorum. Onlara sormak istiyorum nasıl böyle dipdiri kaldıklarını bu yalnızlıkla Aslında kemiklerim et giyinmişti, yani daha canlı olmam gerekirdi, yalnız değildim, etten ve kemikten, kemiklerime sarılan tenim vardı. Bir de evcilik oyunlarında demlenen çocukluğum, onun yanında martı gözlerindeki sevinci görebiliyordum elime bir simit tutuşturulmuşsa.
Ama illaki siyah elbise!
En çok o yakışır üzerime, hüznün rengi siyah, çünkü giyemediğim bir ruh var bedenimden ötede. Bedenim üşüyor, tenim soğuk, bu yüzden işte giyinmem gerek bu siyah elbiseyi. Onu giydiğimde de kurabilirim hayallerimin evini. Ama o evin içinde siyah olmaz rengimiz, giydiklerimiz de.
Bir çocuk ıslığı ta uzaklardan, yine oyun oynamaya çağırıyor beni içimdeki çocuğu dışarı çıkarmam lazım acilen. İçimdeki çocuk uyuya kalmış, geç kaldım yine oyuna, az daha gecikirsem büyüyeceğim ve o ıslık çalan çocuğu hiç yakalayamayacağım. Sokağa fırlıyorum, ama büyümüş tüm çocuklar, yaşlılar ölmüş, büyükler yaşlanmış. Unutkan içimdeki çocukluğum. Uyanmayı unuttu yine.
Öykülerin yarımlığı geçiyor sokaklardan, çaya batırılmış bir simit, ıslanmış, unutulmuş, martı çığlık çığlığa bekliyor, simit gitmiyor. Çocuklar sokakta yine ama tüm oyunlar unutulmuş, evcilik bile. Uyansın mı içimdeki çocuk? Uyansa ne değişecek artık? O oyunlar yok. Kuşlar uzaklarda uçuyor, yalnızlık yanı başımızda hiç uçamayan, kanatsız kuş. Kalıcı misafir. Uyanmasın içimdeki çocuk.
En iyisi gömmeli bu içimdeki çocuğu, betonarme binaların arasındaki bir boşluğa, üzerine tahtaları dizmeli, en düzgün şekilde, biçimli olmalı evimiz. Evcilik oyunu için.
Çünkü; varlığınla yaşayan bu içimdeki çocuk, yokluğunla asi rüzgarlara karıştı, bir kum tanesi şimdi gökyüzünde. Bu masal yarım kaldı. Sen içimde hiç tamamlanamayan hikaye, hiç bitmeyen kelimelerimin başlığı.
İçimdeki çocuğu öldürdüm, içimden çıkardım, gömdüm.
Şimdi dikebilirsin anne, siyahı bol bir elbise,
bana bol gelen hüzünlerim gibi,
üzerime olmayan elbiseler gibi.
Dikebilirsin anne,
ben de giyebilirim.
Altı Şubat İki Bin On Üç 18 30