Tek Felsefi Sorun İntihardır
Başlıkta okuduğunuz aforizmanın zihinlerimizde nasıl bir titreşim yaratıp tüm sinir hücrelerimize dokunarak yol aldığını eminim sizler de en az benim kadar hissetmişsinizdir.
Türkçe karşılığı ile; kendi yaşamına kendi istemiyle son verme olarak tanımladığımız intihar kavramı dünya ve insanlık tarihi kadar köklü bir geçmişe sahip olmakla birlikte, post-modern düşüncenin akışıyla biraz daha derinlemesine incelenmeye değer olarak görülen bir boyut kazanmıştır. Hatta birçok boyut kazanmıştır. Öyle ki intiharı felsefenin derinlemesine ele alışına ek olarak psikoloji ve sosyoloji bilimlerinin kendi ritüelleriyle intihar davranışını değerlendirmesi; kavramı soyutluktan somutluğa doğru şahane bir yolculuğa çıkartmıştır demek doğru olacaktır.
21. Yüzyıl’ın giderek kendine yabancılaşan ve yalnızlaşan insan yapısının her geçen gün kendini güçsüzlük ve kontrolsüzlük hissinin içerisinde bulduğunu düşünmek için toplumsal alanlarda birazcık gözlem yapmak, insani ilişkileri güçlü tutmaya çalışmak yetebiliyor. Öyle ki bugün artık küçük – büyük demeden toplumun ciddi bir bölümünün öz kıyım düşüncesini en az bir kez zihinlerinden geçirmiş olduğunu görebiliyoruz. Teknolojik gelişmelerin giderek hızlanması, birbirine ve kendine yabancılaşan insanların giderek artması, insanların büyük emekler harcamaksızın bilgiye ulaşmalarının kolaylaşması, bağları kopmuş aile yapısı ve toplum yapısının dejenerasyona uğramasıyla beraber gün geçmiyor ki Albert Camus’u, Emile Durkheim’i anmak ve anlamaya çalışmak durumunda kalmayalım.
Kimi araştırma verilerine göre dünya genelinde her kırk saniyede bir kişi öz kıyım gerçekleştiriyor. Bu rakam kesinlikle yadsınamayacak ölçüde ciddiyet içeriyor. Albert Camus başlıkta da ifade ettiğimiz üzere; tek gerçek felsefi sorunun nedense intihar olduğunu düşünmüştür. Aslına bakarsanız haksız olduğunu düşünmüyorum. Nasıl ki felsefenin temel yapı taşı ve arayışı mutluluk üzerine kuruluysa aslında insanları intihara cüret ettiren “şey” de yine bu mutluluk kavramıyla ilintilidir. Hayatın yaşamaya değip değmeyeceği sorusu ile felsefi bir yolculuk başlar ve bu yolculuk kişiyi ya intihara ya da daha mutlu bir seçilmiş yaşama doğru götürür. Zaten bu işin felsefesi de buradan geliyor,bireyin kendi yaşamına son verebilecek durumda olmasına rağmen yaşamayı seçmesi. Burada üzerinde durmamız icap eden bir diğer kavram aslında “seçim, seçme” kavramıdır. Toplumsal yaşayışta tek tek bireyler olarak hayatımızın kritik noktalarında seçimler yapamıyor oluşumuz da yine bu her kırk saniyede yitip giden bireylerin bir ön koşulu olabiliyor. Bir seçemeyişler veya seçilmemişler zincirinin ardından oturup düşündüğümüzde böyle olmasını ben mi istedim ki(?) düşüncesine kapılabiliyoruz. Bu biraz da şu demek, bu kültüre doğmayı bu aileden olmayı bu sınıftan olmayı bu ekonomiye sahip olmayı bu cinsiyette olmayı bu ırkta olmayı bu tarihte doğmuş olmayı bu renkte doğmuş olmayı …… vs. vs. ben seçmedim. Peki neden tüm bunların süreğenliğini devam ettirmek zorundayım ki ? İşte tam bu noktada, özgür iradenin en azından bir kez olsun gün yüzüne çıkışıyla beraber birkaç yol arasından bir veya kaçını seçebilecek durumda hissediyoruz kendimizi. En azından işimizi, eşimizi, belki yaşayacağımız yeri vs. Bu sonradan da olsa yapabildiğimiz seçme işi, W. James’in de makalelerinde belirttiği üzere ve Albert Camus’un da değindiği üzere; “ Hayat Yaşamaya Değer mi?” sorusu için en azından bir kez olsun seçebilme özgürlüğünü (olanağını) tanımış oluyor. O andan sonra eğer sağlıklı bir ruh haline sahipsek ( örneğin depresyonda değilsek, travma geçmişimiz yoksa, her hangi bir ruhsal probleme sahip değilsek vb.) hayat yaşamaya değer şeklinde cevaplar verebiliyoruz. Doğrudan bu cevabı vermiyor veya veremiyor olsak bile birkaç yordamadan sonra hayatın yaşamaya değer olmadığını düşünüyor bile olsak yine de Camus’cu bir ifadeyle, yaşamak durumunda kalabiliyoruz.
Tüm bu felsefi ve sosyolojik irdelemenin yanı sıra intihar olgusuna bir de psikolojinin merceğinden bakmak gerekirse –ki bu yine diğerlerinden uçta bir uzaklıkta olmayacaktır- Belirtmek gerekir ki, kişinin bu işin sonunda ölmek olduğunu bile bile yine de bu işi yapmaya yelteniyor olması olarak düşünebileceğimiz öz kıyım yani intihar; düşüncede belirmeye başladığı an itibariyle bir ruhsal risk grubunda değerlendirilen, ruh sağlığı profesyonellerince duruma el konulması gereken bir istenmedik durum olarak kabul görüyor. Elbette köken bazında düşündüğümüzde, depresyondan ruhsal anomalilere değin bir çok istenmedik durumla beraber kendini gösterebilecek bir süreci ifade ettiğini belirtmek mümkün. Bunun en trajik tarafı ise hemen hemen herkeste görebileceğimiz ve hatta kimi zaman asla beklemeyeceğimiz bireylerde dahi görebileceğimiz bir boyutta olması. Aslına bakarsanız intiharın felsefi sosyolojik ya da psikolojik boyutlarının daha ötesinde önem arz eden şey, bir insan canının sürekliliğinin değerli oluşu. Yani çevremizde karşılaşabileceğimiz bu gibi durumlarda sinyalleri yerinde ve zamanında almayı başarırsak neler yapmamız gerektiğini sistematik olarak bilmemiz gerekiyor. Bana öyle geliyor ki, bireylerin tek bir kez dahi intihar düşüncelerinin olduğunu dillendirmeleri demek derhal harekete geçmemiz demektir.
Temel hareket ettiricisi her ne olursa olsun, bir bireyin intihar ediminden şüphe duyduğumuz ilk an mutlaka –gerekirse kolundan tutup- bir ruh sağlığı uzmanına gitmesini sağlamamız gerekiyor. Bunun dışında psikolojik olarak intiharın dillendirilmesi demek tehlike anında camı kırınızdaki imdat çağrısı gibidir diyebiliriz. Kişi kendini tehlike anında hissediyor ve imdat valfini indirmemizi istiyor. Yani bir yardım çığlığında bulunuyor. Bu sese kulak tıkayamayız öyle değil mi ? Gelmiş geçmiş en ahmak düşünce ise, intiharı dillendiren bireyin kesinlikle buna yeltenmeyeceği inancı. Araştırmalar göstermiştir ki, bunu gerçekleştirenlerin büyük çoğunluğu öncesinde böyle bir fikre sahip olduğunu dillendirmiştir. Özellikle ergenlik dönemi psikolojik özellikleri nedeniyle daha riskli bir tablo çiziyor. Ruh sağlığı problemleri yaşayanlarda ise özellikle başta depresyon olmak üzere, travma öyküleri, şizofreni, kişilik bozuklukları gibi durumlarda yine ciddi riskler mevcut.
Bize düşen ise, çevremizde özellikle risk grubunda yer alanlar başta olmak üzere-tedavi sürecinin başlamasıyla beraber- hoş görülü olabilmek sevgimizi ifade edebilmek, kişiyi bu süreçte yalnız bırakmamak, bir iş ile meşgul olmasını sağlamak, sosyal ortamlarını, arkadaşlık ilişkilerini güçlendirmeye çalışmak, zaman zaman küçük hediyelerle hayatı daha yaşanılır görmesini sağlamak, motivasyon sürecini desteklemek, aktivitelerle desteklemek, gerekli durumlarda ortam değişiklikleri yapmak ve en önemlisi bol bol sevildiğini önemsendiğini bir birey olarak kabul gördüğünü kişiye hissettirmektir.
*Tek Felsefi Sorun İntihardır : Albert Camus’a ait bir sözdür.*
SILA PAYLAR