Tengi Terezi Olmalı İnsan
İnanmak zordur… Düzen zordur.
Mevcut donanımlarımızla, inanmak için düşünme yeteneğimizin yetersiz olduğunu kabul etmektense, “aklı dağıtmışlar da, herkes kendi aklını beğenmiş” kibir ve bencilliğiyle varoluşa, hatta çevremizde olup biten her şeye o şekilde bakarız. Bu, bir esir alınma değil midir, özgürlüğümüzü kendi aklımızın yani sübjektif aklımızın sınırlarına teslim etme, tutsak etme değil midir?
Aslında bu, insanın suçu değildir? Bir insan gerçekten özgür olarak kısa yaşamında ne öğrenebilir ki, nesnel yargı ve kararlara dayalı bilginin ötesine ne kadar çıkabilir ki? Öğrendiğimiz sınırlı şeyler, bizi her yönüyle kuşatmış ve ele geçirmiş demektir.
Aksi düşünülemez…
Bunun içindir ki, beş duyumuzdan gelen impulslara göre, verilere göre algılarımız oluşur ve algı oluşurken hani o çok beğendiğimiz kendimize özgü olan aklımızı da devreye sokarız. Ortaya çıkan sonuç olması gereken sonuç değil kendi sonucumuzdur.
İnsanlar bunun ötesinde bir şeyler aramışlar. Kendilerini sonsuza yolcu edecek, bu müjdeyi verecek bir şeyler aramışlar. Ve bir yere ulaşmışlar. İnsan mı Tanrı’yı bulmuş yoksa Tanrı mı insanı bulmuş? Tanrı, bu beş duyudan gelen bilgilerin içinde değildir, olamaz. Ve aklımızı da katarak oluşturduğumuz ulaştığımız sonuçlarda da değildir, olamaz. Çünkü kendini münezzeh olarak gören Tanrı, doğal olarak bunun dışındadır.
Böyle düşünüp algılarımızdan çıkan sonuca göre mi karar vermeliyiz? Ki bu; her zaman Tanrı için negatif sonuç çıkacaktır.
İşte büyük yanılgı budur. İnsan bütünü mekanik olarak beş parçadır ve bu beş parçalı bakışın akıl ile birlikte oluşturduğu algının yanılgısını yaşar. Analitik düşüncede aklın çeşitlerinden bahsedilmez. Saf akıl, sezgisel akıl yok sayılır. Sadece bedensel akıl vardır belki buna enerjitik akıl da eklenebilir.
Yani kabaca ortaya koyulan şudur. Benim kabul ettiğim doğrudur, sizin söylediğinizi ben söylemiyorsam o yanlıştır, yoktur. Ama sizin söylediğinizi ben ileride söyleyeceksem bile ben söylediğim zaman o söylenilen doğruluk kazanacaktır, demektedirler.
Onun içindir ki analitik düşünce günümüz insanına hoş gelir, kolay gelir, bilimi pratik hale getirerek bedensel konforumuzu gıdıklar, bize öyle söylerler. Bunun getirdiği rahata çabuk alışır insan. Hatta benliğini dahi yüceltir… Zorluğu ve aramayı sevmeyen insana konforlu tüketim öyle güzel, öyle keyifli gelir ki, başka hiç bir şeye inanma ihtiyacı dahi hissetmez. On dönüm bostan, yan gel Osman misali.
Sahip olmak hele ki kolayca sahip olmak, insanı inanma düşüncesinden uzaklaştırır. Çünkü sahip olmanın insana verdiği güven, bencillik ve yüksekliğin getirdiği kibir duygusuna kapılmıştır. Bu konu çok önemli bir konudur, derinliğine incelenmesi gereken bir konudur. Birkaç satırla anlatmak ve ikna etmek çok zordur. Ama elimizden gelen şimdilik bu kadar.
Neyse…
Farkında değiller, aslında bu sözde dışrak bir ilerlemedir, daha önce bahsettiğimiz beyaz köle oluş durumudur. Sahip olduklarımıza bir bakalım.
Mal mülkün yanında bize egemenlerin lütfettiği hak, hukuk, adalet, insan hakları, yasalar, ahlak kuralları, toplum kuralları nereden çıktı, kim oluşturdu. Halk yararına mı, insan yararına mı?… Yani merkez hüman mıdır? Gerçekten böyle olduğuna mı inanıyorsunuz.
Bize öğretilenler, sistemin işine yaramaz ise öğretilir mi hiç, bize verilenler ve imkanlar, sistemin sahiplerine gerekli ise bize verilirler mi hiç? Öyleyse bize verilen bizden yararlanmak üzere, bizi canlı ve diri tutmak için egemenler tarafından bir lütuf gösterilerek verilirler, kendi yaraları için…anlamıyor musunuz?
Size de bilimi gerçekten öğreteceklerini mi sanıyorsunuz, öyle mi…Gerçekten bu kadar saf olamazsınız ama kolayca elde ettiğinizi sandığınız tüketimlerinizle, yönetenlere her yönüyle bağımlı hale gelmişsiniz.
Beyaz köle toplumu oluşturulmuş çoktan…
Önce gerçekten tüm bu şeylerden büyük keyif alırız, bizi birileri adına tutsak alan bu tüketimlerimizden, çünkü toplam algımızdan ortaya çıkan sonuç bunu destekler mahiyettedir.
Üstelik analitik yöntemle ulaştığımız, bize bu yolla sunulmuş olan “bilimle destek”letiriz tüm bakış açımızı, kendimizi bu tükettiklerimizi hak ettiğimizi sanmakla da kendimizi yüceltiriz, bir şey olmuş sanırız, emek ve düşüncemizin bir zaferi gibi algılarız. Toplum içinde oluşturulmuş payelere doğru her bir adım atışımızda entelektüel olmasa bile aydın bir insan olmanın kibrine bile kapılırız, küçümseriz kendimizden olan aşağıdakileri, az yükseğe çıkmış isek.
“ Lan ne çok beyinsiz varmış etrafımızda,” deriz yüksekten bakarız. Onlar demeyi bile terk eder, şunlar adılını kullanırız, ne kadar çok cahillermiş, deriz. Halkı oluşturan tüm öğeler basittir. Bir anlam ifade etmez egemenlerin nazarında. Bunu defalarca söyledik, söylemekten usandık artık.
Sosyalitesi düşük bir maddedir, kaynaktır. Halka böyle bakarlar. İki binli yıllardan itibaren virütik bir çağa girilmesi de bunun başka bir biçimde ifadesidir.
Nesne hatta hakaret ifadesi olarak anlam yüklediğimiz terimsel hayvan yerine koyarız. İnsanın, kendini zaman zaman değersiz hissetmesi bundandır.
He…oysa bu kurgulanmış bir şeydir midir, diye hiç düşünmeyiz. Aklımızla dolaysıyla yaşamımızla alay edilir.
Hep söylüyoruz fiziki bilginin yanı sıra metafiziki bilgi vardır. Aslında bilimin kendisi de bir metafiziktir. Ama yöntem olarak aşağıda bulunanlara analitik yollar ile ulaşılacağı söylenir oysa kendileri bilime sentezci bir anlayışla yaklaşırlar. Bu insanın gözünden kaçırdıkları bir yöntemdir. Çünkü metafizik bile sentezci anlayışla gözler önüne serilir. Aklı fikri analitik düşünceyle yoğrulmuş bireye sentezcilikten bahsederseniz sizi çağ dışı olarak nitelerler.
Görüyor musunuz bilim sahiplerinin açık gözlülüğünü…
Metafiziki bilgiden bahsettik, bahsediyoruz…anlayın artık çok geç olmadan dönüşmeden, değişmeden.
Karanlık desem ne canlanır kafanızda o canlanan şeyin daha ötesi var desem misal koyu karanlık, kopkoyu karanlık desem, beyniniz sınıflayacak mı bunları. İşte metafizik, sezgisel akıl, saf akıl, manas böyle bir şeydir.
Yoksa o da neymiş la… mı diyeceksiniz.
Ney!... öyle mi diyon. Bir şey daha diyeyim o zaman sana “sessizlik; seslerin tezahür etmemiş halidir.” Tüm olağanlıkların ötesinde, ilkesel bir yolun adıdır tezahür.
I… ıhh mı? O zaman boş ver gitsin, salla gitsin.
Senin hoşlandığına geleyim biraz da, hikayelere, masallara bayılırsın. O zaman anlatayım da dinle.
Bahale… bana da biri anlattıydı.
Odaya girdiğinde yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu fark etti, yatağın içinde donup kalmış olan karısına doğru baktı. Okumakta olduğu elindeki kitap tutmakta güçlük çeken sağ elinden kaymış, tedirginliği yaşamanın refleksiyle diğer elinin içinde yorganın ucu kıvrımlaşmış, buruşmuş. Bakışları sabit bir yere dikilmişti, anlamsızca tedirginlik dolu.
“İyi misin? Sorusunu birkaç kez yinelemesine rağmen hiçbir tepki alamadı. Odaya göz gezdirdiğinde pencerenin açık olduğunu fark etti, acaba birisi mi girmeye çalıştı, diye düşündü.
Olayın bu şekilde olması, öykü konumuza çok basit kalır. Şöyle tadında az kompleks yapalım ve fantastik hale getirelim de uysun yazımızın konseptine.
“Mehmet, dedi. Şurayı, tam şurayı okur musun?” Kitabı okumaya başlayan Mehmet’in yüz ifadesi aniden değişmeye başladı. Aynı tedirginliğe kapılmanın etkisini üzerinden atmaya çalışarak, hemen kitabın basım tarihine baktı, sonra yazarın kısa yaşam öyküsünün verildiği sayfayı okudu hızlıca.
“Ama bu nasıl olur, hem baskı çok eski hem de yazar çoktan ölmüş, daha biz dünyaya gelmeden.” Bu sözler üzerine sakinleşmesini beklediği karısının giderek artan korkuları paniğe dönüştü, elleri titremeye başladı, içindeki duygular yerini panik atak nöbetine dönüşecek yüksek endişeye, kaygıya terk ediyordu.
“ Sakin ol aşkım bunun bir açıklaması olmalı. Böyle bir şeyin olması mümkün değil.”
Hah!..bu daha iyi oldu, yazacaklarımızın temasına daha uygun. Merak seviyesi arttı sanırım, birazdan bir ters köşe yaparız okuyucuyu. “ Lan na’dar güzel yazmış”dedirtiriz. Bunu yaparız!..
Neyse biz ana konuya dönelim.
Malamat olduk, melamet olduk. Kendilerini kültürlü zanneden kesim tarafından kınama ve ayıba uğradık. Metafiziki bilgi de var dediğimiz için oldu tüm bu olup bitenler. Biz altı artı dedik, onlar beşte diretiyorlar.
Olmuş olandan yani hakikat üzerinden pazarlık mı yapalım? Buna yetkimiz yok ki…
Biz dönüşecek, dedik. Onlar değişecek diyorlar… Ne yapalım yolcu yolunda gerek, iyi yolculuklar dilemekten başka.
Orta sınıfın en büyük yanılgılarından biri değil midir ecüş büçüş eğitmelerle, kendini kültürlü zannetmek? Hatta az bir mürekkep yalamışlıkla birlikte iki kitap okumayla entelektüel oldum zannederler.
Peki ne yaptınız da öyle söylüyorsunuz?
Yüzeysel ve yanılgısal parıltılı zihinlerinde görünür olan “halk için” ne yapmışlar aşağılamaktan başka, entelektüel kibirle akıl vermekten başka, aklının üstünlüğüne inanıp yaşamalar üzerinde söz söylemeyi hak görmekten başka. Uzaklaşmaktan başka, halkı itmekten başka…
Aslında bir şey söyleyeyim mi?
He, kendi “hiç”liklerini bastırmak için böyle hareket ederler. Sonra da suçu diğerlerine atarlar. Ne kolay yoldur. Dedik ye kolaycılığa kolay alışır insan.
Hele ki…
Tanrı yetkisini kendinde görüp, hareket edenler mi? Onlara söyleyecek tek bir sözümüz bile kalmadı, boşa harcayacak tek “an”ımız, tek bir nefesimiz, tek bir sabır gösterecek direncimiz kalmadığı gibi.
Onlar, yaratıkların en aşağısındadırlar… öfkemiz çok büyük.
Onlar mahlukat-ı rezildir, mahlukat-ı iğrençtir, mahlukat-ı garibedir, mahlukatı günahtır hem de gühah-ı ekberdir. Onların şeyhleri, şıhları ve dahi akıl vericileri saydığımız kötülüklerin başıdır. Onşar fosseptik çukurundaki çürümüş insan atıklarıdır.
Onlar, şeytan neslindendir, soyundandır. İnsanlığın üzerine kötülükler siydirmeğe çalışanlar, bunlardır.
Biz Melamiyiz, bildiğimiz gibi davranırız, el oba ne der, bilmeyiz. O bu şu ya da başka inançlarda hep biz varız, gerçeğiz. Duayız, yönelişiz, Şaman’ız biz.
Anlayışız biz, iyiliğiz biz, temayülüz biz, kötülük bilmeyiz, inancız… görünmeyeniz biz.
“Deli bunlar…”
“Kimden bahsediyorsun Mehmet?”
“Kitabı yazanlardan.”
“Kim…anlamadım, yoksa kimler diye mi sormalıyım?”
Anlasana insan! Kafa yok mu sende…
Zihin bedene mi tahakküm eder yoksa tersi midir…
“Hı?...”
Hı… ya. Çok basit bir soru, zihin, ruh, atma, bilinç, dediğimiz şey kullanılana mı yoksa kullanılan, bilince mi etki eder? Bu bir tezahürdür aslında, ruhun cesette tezahürüdür; insan. Hadi bunun dışına çıksanıza, zorunlu olanı yıkın geçin o savunduğunuz yüksek fikirlerinizle.
Vallahi çok gerildim ama yine uygun bir öyküyle bitirelim yazımızı. Biz de insanız…
Petroçelli amca, Etrüks kökenli. Kendisini tanıyıp bilenler Petro amca, diyorlar. Eh…ucundan kıyısından biz de tanıyoruz… Petro amca dememe kızmazdı, iyi insandı rahmetli. İtalya’dan Kosova’ya geçtiğinde gözlerine inanamamış. Medeniyetin, ilerlemenin, aydınlanmanın, modernleşmenin yani… Rönesans’ın tek dişini görmüş.
Kaldırımda bir çocuk, yanmış yıkılmış kaderinin ortasında yapayalnız kalmış, savunmasız. İngilizce bir sesleniş duymuş. Alışkındır bu topraklar, demiş çocuğu işaret ederek… dediydi unuttum.
“Yedek parça…”
Ünü büyük Osman Paşa… öyle mi? Çar’ın çadırında onuruna kahvaltı eylerken. Limandaki İngiliz gemileri ağzına kadar “Ölmüş Türk” dolu ambarlarıyla yola revan olurken, esir alınanların sayıları her adım atışta bitap düşüp hızla eriyordu Rus mezalimiyle.
“Esir yürüyüşü”
Gerçek adın ne bilmiyorum ama… Sotori mi, Detroit mi, yoksa Kuteybe mi? Şüpheleniyorum.
Paşam afiyet olsun!... Biz yanık benizli, kara yağızlar yazgımızmış gibi Yemen türküsünü söylemeye alışmışız.
“Türk Uykusu”
Petro amca, Romulüs’ün Lupa’sı olmuş, Güleser koymuş adını. Eğitmiş öğretmiş ve bir gezide tanıdığı bozkurt bakışlı Mehmet’e vermiş Güleser’i. Yorgun düşmüş bedeni anlattığı öykülerin altında kalan düşünceleri dayanamamış, bedeni zihnine hükmetmesine izin vermeyi sonlandırmış. Yan odadan sesleniyor.
“Yüz sekizinci sayfada mısınız?...” Ses yankılandı odada, nereden bildi yatalak Petro amca.
Şaşkınlık üstüne şaşkınlık! Ulan ermiş mi bu adam.
“Aman Tanrım ne oluyor sana Mehmet? Kendine bak!...”
Derisinin rengi değişiyordu uzayan alacalı bolacalı kıllarıyla birlikte Mehmet’in, bilinç kaymasıyla devam etti şaşkınlık seyri.
Neler oluyor? Çok geçmedi.
Karanlıkta bir köşeye çekilmiş, emilmekten sızlayan sarkık göğüslerinden enikler hala süt içmeye çalışıyorlar. Varlığın hallerinden hallere mi giriyorum, diye düşündü. Beden basitmiş o zaman, zihin bedenin içine girmiş gizli bir tezahürmüş. Beden köpek olsa ne olur ki?
Şimdi ben köpek mi oldum, o zaman duyargalarım varlığı köpekçe algılayacak.
He…
“Lan ne lezzetliymiş şu yiyecekler…” Tat sinyallerim eskisine göre oldukça fazla ya…Keşke inek olsaydım, dedirtecek bana.
Ben hayvanlaşmadım sadece canlılıktan dolayı halden hale girdim çünkü gerçekten hayvanlaşanları Plevne’de, Kosova’da, Semerkant’da gördüm.
Anne, insan olmaktan çok yoruldum!…
İyi de ben neden insanım? Her şey zorunlu olarak kendi ilkesinin içinde yer alır. Yani Tanrı da zorunlu olarak kendi ilkesinin içindedir. Yoksa biz insan olamazdık, yoksa biz hala “insan” olamadık mı?…
Maddede boğulmayın, ışıltısı gözünüzü kamaştırmasın, yoksa yolunuzu bulamazsınız, şaşırırsınız.
Anlayın!...
Hadi söyleyin… beden mi zihindedir yoksa zihin mi bedendedir. İçeren misiniz yoksa içerilen mi? Hadi bir karar verin artık.
“Mehmet, Petro amcaya bir baksan epeydir sesi çıkmıyor.”
“Tamam bakarım Güleser.” Yaygın anlayışla yani bilgisizlik ve insanların edinmiş oldukları alışkanlıklarla düşünmeden etmeden geçmişimizdeki “iyilik”e nasıl bakarız. Çok mu külfetli?
“ Hıh! Yatalak moruk.”
Bu kadar basit mi?...
Varlığın ilkesi nedir? Böyle bir soru sorulur mu, zorunluluğa dayanması zaten onun ilkesidir. Varlığın kalitesi tezahürdeki gelişiminden sonra eylemlerinde saklıdır. İnsanın derecesidir, ayarıdır. İlkesel olarak istediğiniz kadar ileri gidebilirsiniz ya da geri…
“Güleser anladın mı bizi nasıl yazdıklarını?”
“Öf!...Mehmet ben sana Petro amcaya bak, diyorum.”
Hadi fazla üzmeyeyim. Beden mekansal nitelik taşır, bir tür içine girilmesi gereken mekandır. Mekan kendi özelliğini gösterir yani olması gereken kadar vardır. Kendisinden fazla değildir. Ev ve eşya olarak düşünün eşya gereğinden eksik olamaz fazla da olamaz, dolduramazsınız ilkeselliğe aykırıdır, fazla ise bu bireyin özelliğinden (yukarıda belirttiğimiz ve eksiklik) dolayıdır. Zaman da böyledir, belli bir ilkeselliği vardır. Bedensellikte dünyaya ait olmayan bir şey yoktur tıpkı ev ve eşya örneğinde olduğu gibi. Ve onları dünyada bırakırız…
Kısacası beden ruhun mekanıdır…Atma’nın Jivatma’sıdır. (kabaca Hindu öğretisinde iç içe geçmiş yaşamın kendisidir)
“Ölmüş.”
“Kim?”
“İyilik yani Petro amca.”
Öyle altlaştırmışlar ki, bilginin ulaşması önemini yitirmiş bir topluma sadece hayvani özellikleriyle ulaşabilirsiniz. Yani tengi tereziliği bozulmuş insanların.
İnşaatta mola çayı konmuştu, eller ekmek sarılı kitap sayfalarından yüz sekizinci sayfayı ucundan kıvırarak okumaya çalışıyordu, işçi hakları insan haklarından bahsediyordu.
“Ne diyo la bunlar. Adam bunları yazmak için mi ohumuş.”
“He la iki tırı vırı.”
“Ahlıma ne geldi biliyon mu?”
“Ne geldi?”
“Aha bu adamın didiğiyle şu tahtaları dutuşdursah.”
“ E..”
“Alıp gelsen de üstünde bi sucuh gızartsah. Ekmaen arasına goysah, kopek gibi yisek…”
“Ne dimek hemen gidiyom, itin olur abi.”