Titreşimler
...
Herkes fanusuna asmış kendini;
bu yüzden beklemiyorum farklı kıyametleri...
Yılmaz ODABAŞI
Gidemediğim ormanların kokusu geliyor burnuma. Oysa artık burnumun direğinin sızısından kör oldum sanıyordum. Kare kare görmeseydim bir ırmak gibi ormanın içinden geçen hayatımı, ihtimal vermezdim hissettiğime. Ellerimde bir temas yoksunluğu, hissizlik gözlerime yapışmış bir iplik yumağı gibi tat almamı engelliyordu. Öptüğüm kuşlar haber getirmiyordu mektupsuz akşamlarıma.
Önce kalmak istedim. Sonra yine kalmak istedim. Sonra böğrüme böğrüme saplanan bir gitmek peydah oldu. Nereden geldi buldu beni bilmiyorum. Ben öylece durmayı planlıyordum. Ne yana eseceğimi karar verdiğim vakit rüzgarla dost olacaktım. Ama şimdi bu saçma belirsizlik dinginliğimi acıtıyor. Sanki her şey var gibi, sanki hep bir şey eksik gibi. Ardımda bıraktığım diz boyu hikayeler beni sayfalarının neresinde saklıyorlar? Açıp okuyorlar mı hala! Ya da hızla okuyup geçtikleri herhangi bir sayfadan biri miyim?
Başkalarının çelme taktığı bir yolda ısrarla ayağa kalkma çabamı da anlamış değilim. Hem ben sır tutamam hayatta, öyleyse neden hala hayat gizli mahzenlerini göstermeye çalışıyor bana! Ben zavallı bir kara kalemim. Kalem kutusu benim rengime kafa yormuyor. Kalemtraş beni yontmaktan başka işe yaramıyor. Benim adıma kaderime karar veren düzenbazlar çetesi, silginin hükümranlığını hiçe sayıyor!
Balın içine düşmüş bir arı gibiyim. Kaçmaya çalıştıkça daha derine saplanıyorum. Hem öyle kıvamlı bir tadı var ki, bundan zevk bile alıyorum. Derin sandığım kuyularda, suyun üzerinde, kuyunun hemen çıkışında toprağa ne kadar yakın olduğumu acıyla farkediyorum. Her şeye bu kadar yakın ve yerin dibine bu kadar paralel düşmeyi nasıl becerebildiğimi bilmiyorum. Düşünmeye de kafamı yormadım. Buradaydım! En çok da kendime meydan okur gibi! Ama öyle az'ım ki esasen, neden kendime kendimi kanıtlama derdine düşüp de ruhumu rencide ettim hiç bir fikrim yok!
Bir yerlerden bir duman yükseliyor. Bunu seziyorum. Yanıyor, kül oluyor ama çok is kokuyor. Paragraf paragraf iniyorum şehre. Korka korka, saklana saklana. Birileri beni görecek, ürkekliğimi farkedecek, aslında göründüğüm kadar cesur olmadığımı anlayacak diye aklım kaçıyor! Beni arayan gözler, benim satırlarım çoğaldıkça beni köşeye sıkıştırıp bana bilmediğim konular hakkında akıl ve ihsan vermeyi tercih edecekler ve beni delirtecekler!
Ben matematiktan anlamam. Hukuk bilmem. Tıp hiç ilgimi çekmedi bugüne kadar. Serbest meslek erbabı aylak bir amokkoşucusu olmaktan başka bir işe yaramadığım bu devrik dünyada, noktalı bir virgül olmaya çalıştım hep. Cümlelerim bir yerde biterken başka bir yerde başka hayatlara umut olsun diye hep virgül koydum yukarılarda bir yerlere; yola devam etsin diye ümitle gezinenler. Ama öyle çoktu ki ünlemler, soru işaretleri, yıldız, kare, alt TİRE derken kaybolduğumu gördüm. Şaşkındım; bunca harfe yenilmedim de imla kuralları ve hafif meşrep noktalama işaretlerine böyle hazin bir sonla tuş olmam pes etmemi hızlandırdı.
Şimdilerde çeşitli maskeler edindim. Öyle ki, gökkuşağını bile imrendirecek kadar rengarenk ve nitelikli maskelerdi. Nicelikli ve akışkan hayatıma, askılarıma en uygun düşenlerinden. Bugün içlerinden en renkli olanını, her ortama en çok uyum sağlayanını seçtim. Bukalemun maskesi... Önyargılı olmamam gereken bir günde, yargılarımı ardıma alıp, önüme patikaları katıp düşeceğim yollara..
Aslında hala karşıdan karşıya geçerken içim cız ediyor. Annem geliyor aklıma. Yoldan geçerken nasıl panik olduğu. Ben onun kızıyım. Ondan miras kalmış bir telaşım var damarlarımda coşan. Hep aceleciyim bir yerlere yetişmeye ve birilerine tutunmaya çalışırken. Yara bandı nedir bilmediğim yaraları, bulduğum tozlu bez parçalarıyla hep kompresledim. Mikrop kapmışım, çok sonra farkettim...
fulya/mayıs2011