Üç Ayrı Şey
Çocukken, bir bardağa avuçlarımla şeker koyduğumu hatırlıyorum da, onun diyetiymiş meğer şimdi şekersiz içtiğim çaylar. Hiç unutmam bir bayram günüydü. Misafirler çay içmişler, bizimkiler de uğurlamak için bahçe kapısına kadar çıkmışlardı. Bu sırada sen git, şerbet niyetine boş bir bardağa çayın suyundan doldur, içine de çay şekeri yerine, yeşil, bayram şekerlerinden at. O gün bugündür bayram şekerlerine karşı duyduğum his, onları görmeye bile tahammül ettirmiyor bana. Olağandışı bir mide karmaşası, gözlerimden içime doğru akıyor demlice. O gün ateşlenmiş, hastalanmıştım. Sanmıyorum ki o tattan olsun, ama yine de o perişan duyguyu anımsarım. Yeşil renkli sıcak içecekler bana daima o günü anımsatıyor. O gün giydiğim kırmızı pabuçlarımdan, minik kırmızı elbisemden haberim yok, kim bilir ne olmuşlardır? Ama hatıraları değil midir ki şimdiye kalan miras.
Kimilerine göre hâlâ çocuk olsam da, zaman nabzımda atardamar ve ben de herkes gibi içerideyim. Düşündüğüm şu vakit de diğerleri gibi geçmişe kazınıyor. Geleceğe kurduğum hayallerin içinde bir kurbağa misali yüzdüğüm şu günlerde, geçmiştekilerin ne kadarına varabildiğimi anlamak için, daha az hayal kurmalıyım belki de. En azından sadece birini gerçekleştirene kadar kısıtlamalıyım kendimi.
Ne kadar çok ekmek yediğinin önemi yok, mühim olan ne kadarının yaradığı değil midir? Birileri hürmet görmek için saçlarının beyazlığı altına gizlenirken, kusurları: kendi beklentilerini 'pat' diye ortalıkta görmek istemeleri. Bu acelecilik belki de, sıkışmış bir ömrün son bulacağı ana yetiştirilmek için. Mesela küçük bir çocuk illa el öpmeli... Kimileri de var ki, önce onların elini öperek sevgi bağını, en yabani olanlara bile böylece işliyorlar. 'Yavrucuğum, öpeyim o minik, güvercin renkli ellerinin ayasını!'
Ekim 2010