Uçma Defteri-10
Gecenin en karanlık vaktinde, ellerimde yıldızların ışıltısı ile attım kendimi sokaklara. Park köşelerinde, kaldırım taşlarında gençler içkiler içiyor, yoldan geçenlere laf atıyor. Kulaklarımı tıkadım bir süreliğine, pisliğine katlanamadım dünyanın. Elime telefonumu aldım, bulabildiğim bütün müzikleri ekledim çalma listesine. Sesini sonuna kadar açtım, artık yolumdan hiçbir şey alıkoyamaz beni. Önce bir ağacın altına oturdum, gövdesine yasladım başımı. Bulutların bütün hallerini izledim, kah bir kısrak yaptım kah bir ejderha onları. Bir kanatsız kuş geçti gözlerimin önünden, uçurtmasının ipini kaçırmış bir çocuk. Elime aldığım çubuk krakeri ısırayım derken lokmalarımın boğazıma dizildiğini hissettim. Başımı yasladığım ağacın gövdesi kurumaya yüz tutmuş, dallarında tek yaprak bile kalmamış. Bunca zaman bir yudum sevgi, bir su bile vermemiş kimse. Belki de yaşayacak gücü artık kalmamış ama yine de en sadık dostumdur kendisi. Bir kez olsun koca kafamdan dert yanıp beni yanından kovmadı.
Karşı kaldırımdan sarı saçlı bir kadın geçiyor, gözlerim gözlerine kilitlendi. Bırak diyorum sonra, yalnızlık senin en büyük sevgilin, zaten gözlerine değmedikten sonra o gözler, sen rengine ahenk düşmüş o kadını sevsen neye yarar. Sonra, mahalle bakkalının kepenk sesleriyle kendime geliyorum, dinlediğim müziğin melodisi azalmaya başladı. Sessizliği dinleyerek bütün müzikleri tüketmişim meğer. İçi boş salıncakların rüzgarda sallandığını görüyorum, küçükken annem boş salıncakları salladığımda kardeşimin karnının ağrıyacağını söyler, sallatmazdı. Böyle batıl güzellikleri vardır dünyanın, insanlar bazen en masum şeyleri bile kötüye yormaya meraklıdır. Hiçbir zaman kızmadım anneme çünkü kızılacak bir kadın değildir. Sallanmasın diye durdurdum salıncakları, birine ben oturdum, birine de telefonumu koydum. Bütün yoksunluğum ve korkaklığımla bir ileri bir geri sallandım durdum. Elimi çektim zincirlerden, düşme korkum yoktur benim. O kadar zincir yedim ki ömrüm boyunca alıştım artık hapsedilmeye.
Gecenin kasvet dolu kokusunu tümüyle çektim içime, buram buram acı koktuğunu hissettim ruhumda. Ellerimden tuttu yalnızlık, telefonumun alarmının çaldığını fark ettim. Kaldırım taşlarında oturan serseriler bile evlerine gitmişti. Saat tam sabahın beşiydi ve artık mecbur olanların uyanma vakti gelmişti. Kimi ezana kurardı saatini, kimi işine gücüne giderdi. Kimi alışmıştı uykusuzluğa, gözlerini açardı ilk ışıkla. Kimininse derdi büyüktü, uyanmazdı aydınlığa. Zirvesinde bu mahallenin tam on tane kadın yatar, saçlarını salladı mı bir o yana bir bu yana yüreğim yerinden oynar. Sanırım bu yüreğimde pek oynak olmaya başladı bu günlerde, aradığını bulamayınca ya da bulduğuna kavuşamayınca o da ne yapacağını şaşırır oldu.
Evin yolunu tutma zamanı geldi, artık herkesin uyanma vaktiydi. Odama usulca girdim ama girmemle çıkmam bir oldu. Uykudan yeni uyanmış numarası yaptım bir de, gözlerime uyku sürmüştü gece, örttüm üzerini. Kan kırmızısı bakışlarımı attım bir kenara. Banyonun yollarına yapraklar düşmüştü, hepsini birer birer topladım, yüzümü yıkadım. Yaprakları koydum bir kutuya, üstünü bulutlarla kapattım. Kimse açıp bakmadı düşlerime, her zaman içimde sakladım ümit ettiklerimi. Yatağımın üstünde yaprakları bitmiş bir defter buldum. Biliyorum uçmam gerekirdi bu saatlerde ama sayfası biten, yüreğimin uçma defteriydi.