Uzaklarda Bir Yerlerde
Yurdundan ayrı olmak... Kabullenmek istemezken bile, elinde olmadan söylüyorsun bu sözleri kendine, dilin söylemese de beyninle, beynin söylemese de kalbinle. Dilinin ucuna gelmemesi, gelememesi, söylemeyi kabul etmemesi dilinin... Beynine hükmedememek, kabullendirememek bu sözleri, çünkü bilmek ardındaki gerçeği... Kalbinin bilmezden gelmesi, belki içine atması ya da öyle yapıyorum diye, yalan söylemesi ama kendisinin de inanmaması, inanamaması kendi uydurduğu bu yalana... Sahipsiz kalması bu sözlerin, kendi kendinde yer bulamaması, sende yer bulamaması ama insanı en çok acıtan şeyin, bu sözlerin tam olarak kendisi olduğunu anlaması, kendi kendini dışlaması, reddetmesi, kendinden kaçması... Hem tüm unutma ve umursamama çabalarına inat hatırlatırcasına, hem de seni, bu duruma alıştırırcasına yurdundan ayrı olmak, bunu söylemek, söylemek istememek, söylemek zorunda olmak, bunu yaşamak, yaşamak zorunda olmak...
Yurdundan ayrı olmak... Her yeni güne yeni bir umutla uyanıp, hayal kırıklıklarının en büyüklerini, giderek büyüyenlerini yaşamak... Uykundan gözlerini açtığında memleketinde olduğunu görmeyi dilemek ama tekrar karşılaşmak hazin gerçekle... Bu yüzden rüya görmeye korkmak... 'Rüyamda bari göreyim' demekten dahi korkmak, çünkü rüyanın verdiği mutluluğun, uyanınca kaybolacağını, hayal kırıklığının verdiyi acıyı adın gibi bilmek, bilmek zorunda olmak...
Yurdundan ayrı olmak... Zorunda olması her şeyin ve her şeyin zorunda olmak zorunda olması... En zorunda ve hep zorunda... Yapacağın en kolay şeyin ise gülmek olması, kendinde olmadan... Başkasında hiç olamadan, çünkü yabancı olmak, yabanda olmak... En zor şeyin ise, durduramamak olması kendini, gülerken... Bir, 'Çok mutlu galiba, şuna bak, ne güzel gülüyor' lara gülmek, bir haline gülmek, bir de kendiliğinden gülmek, güldüğün için gülmek... Güldüğün için güldüğüne gülemeden ağlamak, sadece birkaç saniyelik, sonra ağladığına gülmek, güldüğüne ağlamak...
Yurdundan uzakta olmak... Düşünmek, 'Güler misin? Ağlar mısın?''ın aslında ne anlama geldiğini. Sonra da anlamak, aslında kimsenin gelmediğini, hep gittiğini, hep gittiğini... Giderek kaybolduğunu, kaybolup gittiğini... Kendi varlığına dahi inanmamak, inanmak dahi istememek ama yine de inanmak, inanmak zorunda kalmak... Gerçekliklerle yüzleşmek, yüzleşmek zorunda olmak... Üzülerek anlamak, senin benden, benim senden gittiğini, belki senin senden gittiğini, belki de benim benden gittiğimi ama bir türlü gelemediğimi, gelemediğini... Gitmenin olmadığını anlamak... Odada bir oraya gelmek, bir buraya gelmek... Oraya gelsen de buradan gelmiş olmak, buraya gelsen de oradan gelmiş olmak... Kendime gelemediğimi, sana gelemediğimi, gelip, gelen duygulardan anlamak, hissetmek...
Yurdundan ayrı olmak... Kültüründen, örfünden, âdetinden, özünden ayrı olmak... Başka bir yerde, başka bir kültürde yaşamak... Sanki o kültürü yaşamak, onlar gibi yaşamak, yaşamak zorunda olmak... Kendi değerlerine saygı gösterilmediği halde, diğerlerine saygı göstermek, saygı göstermek zorunda kalmak, hatta bizzat... Kendini suçlamak, kendini yargılayıp, kendi kendini hapsetmek içine, hem de müebbetle... İdam cezasını kaldıranlara küfürler savurup, lanetler edip, bu acının bitmesini dilemek sadece ve bir an önce ve düşünmek belki de idam hala vardır bu yerlerde?
Yurdundan uzak olmak... Sevdiklerini, sevenlerini, 'Memleketin toprağını bile özledim' diyenlerle kendince dalga geçmiş olmana rağmen, memleketin taşını, toprağını özlemek... Hatta komik ama, ayağın takılıp düştüğünde, önce ona, sonra da onu oraya yanlış koyup zamanla oradan çıkmasına sebep olan işçiye, çalışana, belediyeye, şehre, devlete, millete -aslında kendine- küfür ettiğin, çıkık kaldırım taşını bile, sırf o yolda olduğu için, o yolu tanıdığın için, o yolda bir amaç uğruna yürüdüğün için özlemek...
Yurdundan uzakta olmak... Her şeyden uzakta olmak... Her şeyin senden uzakta olması, tıpkı evren gibi genişleyip uzaklaşması ve bu yüzden kendine, çevrene, en nihayeti evrene lanet etmek, ardından tövbe, hem de binlerce kere...