Uzun Bir Yazının Olgunlaşmayan Başlangıcı
1970 yazının bir öğle sonrasının çam kokulu rüzgârlı sıcağında fidanlığın hemen dibindeki ziftleri
yer yer çatlamış asfalt yolun kenarındaki gecekondunun mavi kapısını kilitlemeden kapattıklarında
Gazianfer Bilge'nin Mercedes marka kırmızı renkli İstanbul otobüsüne binecekleri akıllarının ucundan
bile geçmezdi.
Oysa daha bir kaç saat önce anneleri yarım ekmeklerinin arasına taze soğanları özenle yıkadıktan
sonra; çünkü bahçeden kopartmıştı tozlu ve topraklıydı, tuzlamış kirli parmaklarının ucuna
sanki ekmeklerinin arasında soğan değil de, yağlı pirzola varmış gibi teker teker gülümseyerek
ve sanki yorgun yaralı bedenindeki acıları böyle yaparsam unuturum duygusuyla tutuşturmuştu.
Bu oysalar o kadar çoktu. Yani yola çıkmadan. Çelik çomak oynadıkları değnekler çizdikleri
işaretler sek sek taşları ve açtıkları zehir çukurları ve hâlâ ceplerinde duran dokununca şıkırdayan
cam bilyeler. Hatta bir kaç teneke gazoz kapağı. Benden başa sallamak için en kaliteli teneke kapakta Froko yazılı. Uludağ mı yoksa...
Gazianfer Bilge'nin motoru öylesine güzel çalışıyor en arkada oturdukları koltuklar hiç titremiyor.
Haşin bir kalabalık var garda. Herkes herkese bağrıyor sanki. Herkes herkesi yolcu ediyor. Adlarını
yeni duydukları şehirler kasabalar tip tip insanlar. Gülenler ağlayanlar ağıt yakanlar kavuşanlar...
Gazianfer Bilge'nin muavini kapıda dikiliyor. İstanbul yolcusu kalmasın. İstanbul yolcusu kalmasın.
Sonra da son kez dönüp otobüsün içine bakıyor. Bonundaki mendilinin ıslaklığı ta en arkadan
farkediliyor. Gözüyle sayıyor elindeki küçük listeye bakıyor kaptan tamam diyor...
Tam sol tam sol diye bağrıyor. Çevik bir hareketle atlıyor. Otobüsün kapısını çekiyor.