Uzun Cümlelere Dair...

Deli bir fırtına mıydın alaboraya hevesli? Ekmek attığın serçeler vardı oysa balkonunda. Kimi zaman, zaman kimin demeden kelebek olmayı seçtin. Uzun ince bir yol muydu önündeki? Sen durmak istedikçe eline verilirken valizlerin, kaç tren olmuştun düş garında? Üstelik o an mevsim, döner kapılardan geçiyordu. Sen beklerken kapıdaki yüzünü ?boş? geliyordu attığın her zar. Direniyordun...
Çünkü öğretilerin vardı, uzun cümlelere dair... Kısa olmalıydı bir şeyler, efkârlı uykularında. Atacaksın zarı inadına diyordu bir şair ve devam ediyordu yaşamak varsa sensizlikte, beni öldürmelisin. Kulakların uğuldadı bin gece, genç bedenin acıyordu. Ruhun ise yaşlı bir sonbahara benziyordu adeta... Usul ve bilgece suskulardaydı yaprakların.

Alın çizgilerin yavaşça Sokrates'in ellerinde biçimleniyordu. Kaç Kafka olsan ne yazardı bundan böyle? Dedikleri gibi, ölüm terbiye demekti. Acıya gülmek şimdi sana da uğramıştı. Oturup bir çay demlediniz ikinin bir olma telaşına. Yağmur eskisi kadar sıradan düşmüyordu saçaklara. Tuhaf bir mutluluktu bu, korunmasızlığa meydan okuyordu saçların. Yüzünü gökyüzüne kaldırdın ve bilerek ve inadına ıslattın kendini. Büyümek mi yoksa erimek miydi adı? Düşünmüyordun.

Yağmur, o çok sevdiğin gözyaşı gibi damlıyordu evrene... Seller akıyordu umutlardan ama arap kızı camdan bakmıyordu. Baksa ne olurdu bilmiyordun çünkü bu hiç söylenmemiş bir türküydü.
Ansızın bir gece ay düştüğünde denize, aşkı tanıdın. ?ben seni çook sevdim sen bilmiyorsun? dedi yabancı. O yabancı mıydı? Hayır. O zaman sen neden bilmiyordun? Bu işte bir yalnızlık vardı da sen mi duymadın? Derken Freud çıkageldi. Telaş etme o sensin, dedi. Çaresizce gülümsedin... Âşık Veysel'i anlatmaya kalksan anlamazdı ki çünkü o senden di.

Ah Dido! Anlamadığım şivenle neden dokunur durursun hasretime... Otuz beş yaş bile soyunmuşken dünyayı kurtarma cengâverliğine, neden biz yok olduk bu denizde?

Hangisi sen?
Dudağının ucunda masumiyeti taşıyan beyaz bulut mu?
Yasaklarla büyümüş bir ülkenin yaramaz çocuğu mu?
Bilgeliğe kalem savuran şu bilindik gemi mi?
Yoksa bir şiirin efsunlu prensi-prensesi mi?
Belki de baba ocağında tüten ince bir duman?

Hangisi sen?
Anne kucağında unutulmuş şefkat mi?
Türkü mü?
Devrim mi?
Ya da vurdumduymaz, küstah bir gülüş kurbanı mı?
Yalnızlık mı?
Acı mı?
Yoksa kalabalık bir sevinç mi?

Hangisi sen ya da ben?
Yoksa sadece uzun cümleler miyiz hesapsızca dökülen?

10 Aralık 2008 2-3 dakika 8 denemesi var.
Yorumlar