Yanıbaşımızdaki Hayat
Durdu taş nehir. Ürktü, bocaladı, taziyelere baş gösterdi. Kimi zaman ağladığı zamanların feryatlarını duyurdu bize. Saçlarının bukle bukle olan sarı tellerini rüzgara kaptırdı. Çok geçmedi, Karadeniz'in ayazlığı tutturdu bedenini. Yağmurlar yağdı, şimşekler çaktı, ağıtlar yakıldı. Nice söylemlerle dönüştü taş nehre. Önceleri durumu aşikardı, durmadan akardı. Kimse onun yüceliğine ne bir söz, ne bir laf edebilirdi. Öyleceydi, sakindi. Zamanında ayırdığı merhameti şimdi bağrında yatan ufak ve gencecik başlara göstermişti. Artık zehrolduğu koca midesine, ağır yenilgiler, mağlubiyetler, asabiyetler, serzenişler kamp kuruyordu. Durması boşa değildi yüzyıllardır akan nehirin. Yıllar boyu dibinde olan bitene en ufak bir şey söylemeden göz ardı etmişti gördüklerini. Görüp de bilmezden geldiklerini yutmuştu bir bir. Dibinde yaşanan aşklar, el ele tutuşmalar, bakışmalar, bağrışmalar, çığlıklar, ağlayışlar, savruluşlar birer birer tenine yapışmıştı. Taziyelik duygusu da buradan geliyordu. Ölmüştü içinde kopan acı fırtınalar. Faydasızdı tüm olup bitenler, duygusuzdu. Hiç de akıl karı olmayan garip toplantıların esiri olmuştu. Kıpırdayamıyordu, dibinde, yapyanında yaşanan her şeyi görmek ve benimsemek zorundaydı.
Bir savaş başlamıştı günün birinde. Tıkadı kulaklarını, gözlerini de kapadı isteksizce, ama bağrında duyulan savaş kokusunu hiçbir şekilde kapatamadı. Her daim umutsuzdu, kimi zaman yaşanan aşklara özenir, özene bezene gür saçlarını fırçalardı. Ne garipti o günler... Şimdi ahım vahım şeylerin bir teki bile yoktu çevresinde. Yalnızdı. Oysa ki düşlediği yaşamın kalitesi öylesine güçlüydü ki, elinden oyuncağı alınan küçük bir çocuk gibi zor kopmuştu hayallerinden.
Şimdi ise; mutlu sayılabilirdi. Kulak ardı etmesi gereken konular; görmezden gelmesi icab eden aşklar; dinlememesi gereken sesler; duymaması gereken konular sayılmazsa mutlu sayılabilirdi bu taştan nehir. Akamayışı, eskisi gibi gürül gürül çağlayamayışı onu yeyip bitirse de yine de mutluydu. Bir ayağı çukurda, bir gözü geçmişte olsa da umutluydu. Dibinde yaşanan aşklar da onu ayakta tutmaya destekçiydi. Sabırla, meşakatli olan bu yolda yürümeyi her daim bilmişti. Hem sormuş, hem de hiç mi hiç merak etmemişti dünyayı. Durması iyi bir şeye alamet değildi, biliyordu ama yanan yüreğinin dumanını artık zapt edemez olmuştu. Yıllarca içinde biriktirdiği gözyaşları dolmuştu bir bir çuvalına, sonra da hepsi birer buhar olmuşlardı sanki.
Gökyüzü parlıyor, umutlarına yeni bir umut ekliyordu. Yenilendi bahar, ortalık seyre dalınası bir keyfe büründü, ter döküldü, sonunda taş nehirin kısıtlanan özgürlüğü ona geri verildi. Şimdi o da başlamıştı yeni aşklar yaşamaya, hayatlar görmeye, kokular duymaya, şenlikler benimsemeye, taş nehirler altında keyiflenmeye...
Durması boşuna değildi onun. Planının bir parçası niteliğinde baş göstermişti her zaman. Kalktı, doğrulttu yaşlı belini. 'Yüreğim titremeyeli hayli zaman olmuş' dedi kendi kendine. Yavaşça çukurdan çıkardı bir ayağını, çevresini süzdü. Aslında yaşam hep hızla sürüyordu. Caddeler, sokaklar, işler, evler, insanlar sürekli faaliyet ve etkileşim halindeydiler. Yıllarca kendini bir köşeye hapsetmenin üzüntü veren ağırlığıyla zorla yürüyordu bu taş nehir. Ağırdı bedeni; yüreği, kalbi, ayağı, eli, beyni ağırdı. Taşımakta ve kabullenmekte zorlandığı, hayatın o olsa da olmasa da devam edeceği düşüncesi beyninin bir köşesine ilişmişti sanki. Ağır basan en büyük yan da buydu; düşünceleri. Aslında fark etmiyordu bile ayağının bataklıklarda olduğunu, kalbinin yorulduğunu.. Sadece hissettiği, yaşam onu çoktan unutmuştu. Havada karada ev sahipliği yaptığı aşıklar da bir bir ondan kaçmış, elinden tutacak bir ele ihtiyacı olduğuna aldırmadan başlarını alıp akan diğer nehirlere yönelmişlerdi. O buna içerleniyordu. Zira hayatın onu unuttuğu gibi o da hayalerini, evini, özgürlüğünü, aşık olduğu insanı, ayağını, elini, yeteneğini, sarf ettiklerini, taşıdığı yükleri, ihtirasla büyüttüğü tüm düşüncelerini bir bir unutmuştu.
Zaten o buna mecburdu...
(Zira bir ayağı çukurda iken, diğer ayağının varlığını da unutmuştu...)