Yaşasın Kadın
Bir kusuru vardı, kendini doğuruyordu her defasında. Ana rahmine düşen her bir günün sancısında sonbahar kış kreasyonu gibi değişiyordu ölümleri. Eteklerinde mucizevi parkeler asılıydı, gidişinde periyodik ölüm cetvelleri...
Bir gün, yatağının kenarında sonra ertesi gün omzunun üstünde doğuruyordu kendini. Aynadan bakıyordu solgun yüzünde ela çölleri vardı, kum döken gözlerinden yağ bezeli haşereler çıkıyordu. Sevemiyordu bugün doğurduğu kendini.
Öldürüyordu cenin pozisyonunda günahıyla ve bir başka gün yine doğuyordu şafağın saçlarında. Yağmur tanelerinden düşen hacimli yaşamak kütleleri gibi kalıyordu kendine, ne eksik ne fazla. Bir o kadar sıradan, bir o kadar sonradan.
Bir gün, adını öldürülen kadınlardan biri olarak koyarken öteki gün adını öldürdüğü dünün aranan maktulü koyuyordu. Adlar fark etmiyordu ölen aynı oldukça.
Tebeşirin iziyle dövdüğü yazı hatasına yazı tahtasından çaldığı harfler iliştiriyordu. Her gün yeniden ve her gün yenilenen bir şiddette çektiği doğum sancısında bir bebek gözlerinde yaşamaktan sular içiyordu. Meme emmiyordu. Onun kendisiyle davalı süte alerjisi vardı. Su ile şifalanarak mutlu öleceğine inanıyordu.
Bugün de öldü, bugün de kendinde değerin yok oluşunda tavuğun kemiğini yanlışlıkla ısırıp dişini kırdığı zamanki hatasında evrimleşti. Ölen, yaşayanın püskürtmeli matemidir.
Yarın da doğacak. Her gün cilt bakımı yapar gibi güzelleşecek ölüp doğuşunda. Mezarlıkların vaziyeti toz gibi etrafı sarınca rahminden bir daha bir daha ve bir daha düşürecek umudu kadın.
Öldüğü adamların gözlerinde, öldüğü aynanın hüznünde, öldüğü zamanki günün güzünde fotoğrafı çekilecek. Kimi, adına bahar diyecek. Kimi, isimsiz bir sonbahar. Kimse soyadını önemsemeyecek.
Ölen, kadındı kendi doğumunda ve kendi inanışında diyecekler. Soracaklar, kim öldürdü?
Vicdansızın biri. Soracaklar, nasıl öldü? Yakılarak, boğularak, ya da intihar süsü verilerek. Kadın, kendisinde öldü denilecek.
Her yeni doğumunda... Cenin günahların lüzumsuz bir av savaşında.
Öldüren kim, öldürülen kim? Bir kadın öldü diyecekler. Gözümüzün önünde, sokakta. Ya da kendi doğumunda ve kendini doğurduğu her yeni güçlü savaşında. Öldürülen kim, ölen kim?
Namı duyulanla parası çok olanın elinin kirinde ve gücünün yettiğinin örtbas edişinde; kadın, kendi kendini öldürdü ve kendi bedeninde her gün yeniden doğdu sanılacak.
Doğdu, bugün de, dün de doğmuştu, yarın da doğacak.
Ölen kim, öldürülen kim, hesabı sorulması gereken kim?
Bir kadın öldü diyecekler. Vitrinin camekanındaki o şatafatlı giysilerin cansız mankeni. Duruyor, dokunsan çığlık atamaz.
Bir kadın öldü diyecekler. Kendi damarlarında, kendi rahminde
Kendi ufkunda, ölen her kadın gibi; öldürülen her kadın gibi.
Meçhule giden her yalnızlık, hesabı sorulmayan her kan gibi.
Kadını adalette ve kadını ruhta kaybeden her gerçekçi mezar bir ağıt yakıyordu toprağında. Her isimsizlikte ve her kamufle edilmemiş cenaze marşında bir çöküş tiranı oluyordu evvelinden yaşama tutunmuş her bebek göz. Görüyordu, gördüğü gerçeklerden korkarak.
Her gün bir kadın ölüyordu, kendinde doğup başkası tarafından çiçeğe konan mezarlarda. Mezarların çiçeği yoktu, çiçekler bir mezarken. Avuç içinde, kafa tasında, kahkahada sebepsize kurban gidiyordu. Her gün doğarken her gün ölüyordu. Kadın.
Adalet madrabazlığı hekimlerce sorgulanıyordu kadının kanında fail aranırken. Başka sorgu yoktu, öldürülen kim, ölen kim? Hangi adil mutluluğun soluğu kesilmiş?
Her güne bir müphem savaş veriyordu kadın, cenin pozisyonundaki umudu çiçeğe mezar ararken. Koklanmıyordu, okşanmıyordu, sevilmiyordu yaşarken. Ölürken mi kıymete biniyordu bu isimsiz kadın?
Adalet sicili taş olup bağlanıyordu ayaklarına. Atıyordu kendini adil savaşında kadın. Her güne bir ölüm, her güne bir yaşamak biriktiriyordu. Görenler kör, duyanlar sağırken.