Yeryüzü Notları
Tozdan savrulan duman
Dumandan kalan son sis dağıldığında
Ağlar Adonis domuz tekmesinden ölen yanına...
''Küçük harflerin sonsuzluğu büyük harflere daima ilham vermiştir''
Diye konuşuyordu adam. Kimsenin aldırdığı yoktu. Herkes bu daraltıdan nasıl çıkamadığına içerlemekle meşguldü. Acemiceydi küsüşümüz... Tüm ağlama ve zırlamalarımız berbattı. Sallı soplu ağlamayı bile beceremiyorduk.
Poyrazda kalan bulutun önünde yükseldi renksiz bir söylence. Ellerimizi açtık sanıyorduk ki dua mevsimindeyiz ve bütün dualarımızın kabul olunuşuna tanıklık edeceğiz. Değildi! Hatta dua mevsiminde de değildik. Daha çok erken yazgıların hasat zamanıydı. Geç kalınmış her şeyin defteri dürülüyor sonrada papirüs sayfası yapılıp rulo olarak devam ediyordu yaşantısına. Bu şekilde yapılmış rulolar çok revaçtaydı zamanın ekseninde.
Bir dönemin sonu diye bağıran yaygaracılara aldırmıyordu kervanbaşı. "Tuz yoksa biz varız" diyordu en büyük söylemi de buydu zaten tuz yoksa biz varız demenin işe yarayacağını düşünüyordu tüm samimiyetiyle. Kervan yerinde sayıp duruyordu. Önce karıncalar geçti sonra da solucanlar bile bizden öne geçti. O ise bunun böyle olması gerektiğine yürekten inanıyordu.
Biz gece gündüz yolları arşınlayan gölgelerin insanları olmuştuk eve bir türlü varamayan yanımızla.
Sıska bir pederdi önümüzde ıslık çala çala seğirtip yolu şaşıran. Ve kervancı başı ''saldım çayıra mevlam kayıra'' bir gidişattaydı.
Yorgun düşler ayaklarımızdan damlıyordu. Kahkahaların arta kalan yanına sığınan kederler sorun çıkarıyordu ama peder işini bilir bir adamdı onları ıslah etme konusunda.
Ve bir gün "işte aradığımız yerdeyiz" deyiverdi.
Hepimiz sevinç içinde havaya zıpladık fakat geri dönemedik. Artık karasal yaşam standardının modasının geçtiğini söylüyordu elinde ki megafondan peder. Bu söylediklerine inanç sistemimizin yettiği kadarıyla inanmaya çalışıyorduk pek kolay olmasa da. Havadan bir selamlaşma ve yaşama tekniği geliştirmemiz gerekmişti bu şekilde olunca. Çünkü yanlış yola giren peder hepimizi Jüpiter'e getirmişti eğlenceli bir gezegende oluşumuzdan olsa gerek hiç kesintisiz gülüyorduk. Ve keder nedir tanımayan bir adam olan sevgili peder hepimizin Tanrı'nın sevgisini kazanmamız için bunun gerekli olduğu söylüyordu, durmadan gülerken. Herkül de bizimle olduğu halde yardım edemiyordu çünkü oda hem gülüyor hem uçuyordu.
Tüm yollar aynı yere çıkıyordu bu gezegende. Kendi kaybolmuşluğumuza üzülemiyorduk zira hepimiz kaybolmuştuk. Pegasus'larla yolculuk etmenin konforlu yanına çabuk alışmıştık. Hepimizin uçan atları vardı sanki kendimizin uçması yeterli değilmiş gibi. Bazı anlar fazla sayıda uçan at olduğundan kaos dolu anlar yaşasak ta alışıyorduk bu düzene. En son sürüm uçma tekniklerini kullanabiliyorduk burada. Artık yere inmeden havadan bir yaşantıyı iliklerimize çekiyorduk. Kuşlar kadar özgür olamasak da kanatsız uçabiliyorduk.
Sonunda kelebekleri özledim. Burada hiç kelebek yoktu. Renkli kanatlarıyla uçuşup duran görüntüleri takıldı aklıma. Gidip kervancı başına ayrılmak istediğimi söyledim. Adam hala tuz yoksa biz varız diyor başka bir şey demiyordu. Aynı yerde takılmıştı. Sonra duyduğuma göre şarkıların nakaratçısı olmuş zaten...
Yere inebilmem için uzun zaman yürümem, koşmam hatta zıplamam gereken yerler oldu. En sonunda astral yolda zaman makinasından düşen ejderhanın sırtında dünyaya geri dönebildim. Çelenkler ve kırmızı halılarla karşılayanlara. "Gezdim, beğendim, döndüm" diyebildim sadece.
Tarihin sayfalarına gömülmek isteyip istemediğimi sordular. Her şeyden biraz ürken biri olarak bundan hoşlanmayacağımı söyledim. Tüm makamlar "Tanrı seni bağışlasın" deyip daha ne olduğunu anlamadan çekip gittiler.
Artık kendi kabuğuma dönmüştüm. Bir süre sonra bu kadar içe dönüşün affedilemeyeceğini artık dışa açılmamın vakti geldiğini savunan bir sürü görevli kapıma geldi. Hepsine şiir fırlatarak geri püskürttüm. Fakat adamlar pes etmek nedir bilmiyordu. Ve sanırım şiirleri de beğenmemişlerdi.
Ben kendimle monolog yapmayı sürdürüyordum. En sevdiğim oyun ladesti ve sayıklamaya başlamıştım rüya dışında da.
Seviyordum içe dönük hallerimi dışarıda sudan çıkmış balığa dönebilirdim. O yüzden iç dünyama çekilmiş kapıları da kilitlemiştim. Anahtarı bulmak ise çaba gerektiriyordu ve bende olduğuna dair ümidim yoktu.
Evin dışındaki adamlar megafonla bağırıyordu "madem dışa açılamıyorsun biz oraya gelelim şu halatın ucunu sağlam bir yere bağla ve görüşelim" diye. Ne yapacağımı tesadüflerin Tanrı'sına danıştım. O da "ne halin varsa gör" dedi. Ben de halatın ucunu çok sağlam olduğunu bildiğim tek yere yani eşeğimi bağladığım yere bağladım. Görüşme tatminkârdı bundan bir takım çevrelerin etkilenmesi söz konusu bile değildi.
Neyse! Ruhun ölümsüzlüğü, idealar ve devlet konusunda eksiklerimin olduğunu tüm bunlardan ise Platon'un öğretileriyle kurtulabileceğimi günde üç defa sabah, öğle, akşam alırsam bir şeyimin kalmayacağını anlattılar.
Tabi tesadüflerin Tanrı'sının yardımı büyüktü. Ona minnet borçluydum ne halin varsa gör demeseydi bunları başaramayabilirdim. O alacağını nakit olarak istiyordu. Parayı denkleyemeyince sevgili gölgem ve benim epey hızlı bir biçimde kaçmamız hatta uçmamız gerekmişti.
Onca kaçmaya Brütüs'ün tam önüne düşmüştük onun Brütüs olduğunu anlayınca geri geri yürüme alışkanlığı kazandım ki bu beni bir çağdan diğerine atlattı.
Öyle çok atlamıştım ki insanlar artık konuşmuyor telepatik yollardan anlaşıyor, hatta ölmüyorlardı. Dibe vurduğumu sanıyordum. Artık burada yaşayıp gidecektim.
Tüm gözyaşlarım gözümden düşmüştü. Gördüğüm bir tarih kitabında sevgili Adonis'in öldüğünü okumuştum. Ben çağ atlarken olanlar olmuştu. Berbattı!
Yakarışlarımı bağrıma basmaya çalışarak biraz daha ilerledim hikâyenin içine. Ve burası müthiş bir yerdi sonsuzluğun koynuna çekiliyordum sanki.
"Akşam olunca perdeler iner" dedi nöbetçi. Ve uyumadığını sanıp ayakta uyuyan uyanıklar olarak diz çöktük gecenin önünde.