Yeşil Olsa Bizim Buralar, Yeni Bir Yılmaz Güney Doğar Mı?
1-Beyaza Sevdalı Çocuk
Sevgili Çağla'nın ?Kırmızı, bizim buralar, Mor menekşe bendim.? Başlıklı yazısı nedeniyle birazcık Yılmaz Güney filmlerine dokunmanızı sağlayacağım. Yılmaz Güney'i tanımayanlar için de bu yazı birazcık olsun Yılmaz Güney'i tanıtmak adına iyi bir fırsat oldu benim için... Neden Yılmaz Güney derseniz... Yazı çok iyi kotarılmış bir Yılmaz Güney tekrarı gibi duruyor da ondan!
Yılmaz Güney filmleri, Çağla'nın öyküsü ve öyküdeki onüçlük yavrunun, yaşamındaki bütün karalara karşın renklerden asla vazgeçmeyişi. Ne güzel çocuksu düş! Çocuk ne kadar haklı değil mi? Ne vazgeçilmez bir inanç. Bizi biz eden bu çocuklar ve onların renkli düşleri değil midir karanlıkları yırtan..?
"Yarı sersem bir şekilde uyandım günün karasına. Karalastiklerimi ayağıma geçirip beyazlara doğru yola çıktım. Renkli iplerim saç örgülerimde. Tarlalara geldiğimizde şaştım kaldım alacalanan tan yerindeki pamukların beyazlığının uçsuzluğuna. Belime diğerleri gibi bir torba bağladım. Başladım toplamaya beyazları."
Bir çocuk... O çocuğun asla vazgeçmediği renkli düşleri, beyaza sevdalı düşleri ve genç kızlığında öldürülen bedeni... Neden çocuk? Derseniz... Peki öykü neden çocuğun ağzından aktarılıyor derseniz. Yanıtı şu: Çünkü çocuk saflığın ve temizliğin simgesidir. (Temiz ama kirletilen çocuklar... Yazarın deyimiyle bedenleri öldürülen çocuklar...) Öykü çocuğun ağzından sunulmuş çünkü çocuğun dünyası saftır, temizdir; çünkü çocuğun düşleri masumiyeti, güzelliği temsil eder; çünkü çocuğun sevgisi bireysel, büyük çıkarlara dayalı değildir.
?Arkadaşım Hatça ile birlikte doğmuş, birlikte onüç olmuştuk. O, babası yaşındaki adamın koynuna, erkek çocuk doğurmak üzere satılırken, ben defterlerimden kitaplarımdan ötedeki pamuk tarlalarına sürülmüştüm. Sarı uçuk benizli çocukluğunu bohçasına koyup Hatça, ses etmeden kuma olmuştu kadınlığına. Ses etmemişti onüç yaşındaki çocuk bedeninin, babası yaşındaki adam tarafından öldürülmesine. Ses etmiyordum pamuk tarlalarına ama ben mor menevşeyi kırmızıya katıp bir de saç ipi yapmıştım saçlarımın örgüsüne."
Pamuk işçisinin dramında ülkemiz gerçeğini, kadın sorunsalını, töre cinayetlerine de gönderme yaparak ?azıcık ses etsem amcam oğlu beni de götürür müydü ormana? gibi çok çarpıcı, renksizlikler içindeki renkleri beyinlere kazıyacak şekilde kısa ve net cümlelerle sunuyor yazar. Tıpkı "Yer Demir Gök Bakır"da olduğu gibi çaresiz insanların çaresizliklerine, korkularına "ermiş yaratma" çabalarında olduğu gibi Sevgili Çağla'nın öyküsündeki küçük kız da renklerden vazgeçmiyor.
Yılmaz Güney'in ?İkisi De Cesurdu? filminde, sürgün olarak geldiği kasabada, kasabanın kabadayısının, kasabalılarca namını sürdürmek adına Duran Ali'yi öldürmeye zorlanması anlatılırken, sekiz yaşlarındaki küçük bir kızın Duran Ali ile saf, temiz, çıkarsız arkadaşlığı da anlatılır. Küçük kızın, sadece kimsesiz bir adamın öldürülmesini istemediği için, çocukça bir sahiplenme duygusu ile Duran Ali ile kurmuş olduğu salt sevgiye dayalı, çıkarsız arkadaşlığını unutanımız var mıdır?
Çocuklar böyledir işte. Sadece sevdikleri için severler..! Savaşların, katliamların, bombalamaların son hızla alıp başını yürüdüğü, üç kuruş için insanların satıldığı, cinayetlerin işlendiği günümüzde çocukça sevgilere ne kadar gereksinmemiz olduğunu bir düşünün...
"Rüyamda türkü söylüyordum tarlaların beyazına, sesim ne güzeldi.Yanıktı da üstelik. Çocuk türküleriydi seslediğim. Sesim dal dal olup taa gökyüzünün maviliğine erişiyor oradan topladığı tüm bulutları beyaza boyayıp bana veriyordu. Hepsini tek tek alıp elime üzerlerine mor menekşeler tutuşturup tekrar göğe salıveriyordum. Sesim menekşelerin moru oluyordu salına salına göğe varıyordu. Çocuk türküleri bulutlara ne güzel yakışıyordu."
Yazarın ne kadar geniş bir ufku var. Anlatmaya çalıştığı çocuğu anlamaya bu rüya bile yeterdi. Düşlerinde, gökten indirdiği bulutlara mor menekşeler tutuşturup tekrar göğe salacak kadar geniş düş gücü bulunan onüçlük kızın kendisini sadece ?üç? olarak görmesi, ya da yaşadığı gerçeklerin böyle duyumsamasına neden olması ne kadar acı. Gençlerimizi sadece ?üç? olmaktan kurtarmak gerektiğini... Ama nasıl? Sorusunu sorduruyor. Bu, toprak reformuyla mı, üreteni üretime ortak etmekle mi yoksa sosyalist bir devrimle mi çözülür? Her nasıl olacaksa daha fazla gecikmeden olmalı...,
2-Kadına Bakış:
Kadın olmak konusunda öyle koşullandırılmışlar ki kadınlarımız. "Kadın başıyla ne isi var buralarda?" diye yabancısı olduğu bir köye kadın öğretmen atanmasına bile ilk önce kadınlar tepki gösteriyor. Bizim zeki, algısı güçlü onüçlük kahramanımız, o köyde kadın öğretmeni benimseyen belki de tek kişi olarak; ?Mor menekşe öğretmenimin sesiydi. Ben, öğretmenimin menekşe kokan sesini çoktan sevdiydim.? diyor.
"İsmin ne?" "Cabbar Eğilmez, altı da horanta" "Geçin. Bir, iki, üç..." Adam bizi saydı. Sayıldım. Bana ?üç? dedi. Söyle bir çaktırmadan omuzlarımı dikleştirdim. Anam böğrümü çimdikledi sessizce. Çimdik canımı acıttı ses etmeden omuzlarımı tekrar düşürdüm. Üçtüm iste. Üç ama çimdik yeri de kırmızı idi."
Varlığın bile başlı başına bir suç, omuzlarını dikleştirmek neyine sen kızsın! Pısmalısın, tısmalısın. Dünyaya gelişin bile bir suç, bir günâhmışçasına saklanır gibi yürümelisin! Kendini göstermek senin neyine? Bu öyküdeki annenin kadına bakış açısı... Toplumun kendisine yüklediği rolü gereği gibi... Varlığınla bir suç işliyormuş gibi, utancından saklanır gibi yürümelisin, der gibi kızını çimdikliyor.
İşte bu toplumun kadınlarımıza biçtiği rol. Bu rolü hakkıyla oynayan iyi kadın, oynayamayansa kötü kadındır! Bu kültür ona da annesinden kalmıştır. O kadınlar, okutulmadıkları gibi köylerinin dışına da çıkmadıkları için köylerinden başka gördükleri bir yer de yoktur. Bilgileri köyündekilerden duyup öğrendikleri ile sınırlıdır.?Sürü? filminde Berivan'ın bir düğmeye dokunmayla gecenin aydınlanacağına, bir elin çevirme hareketiyle banyoda suyun akacağına, hem de sıcak akacağına inanmaması gibi...
Belki o anne de kadına öyle bakmak istemiyordur. Kim bilir? Ancak erkek egemen toplumun kendisine yüklemiş olduğu rolü, gereği gibi oynuyor. Bu kadar...
Sevgili Çağla'nın güzel bir sözünü anımsadım. ?Toplumun bize yüklediği rolleri oynuyoruz? demişti. Çok doğru toplumsal ve dini kurallar erkeğe de kadına da bir rol belirlemiştir. Erkek ve kadın olarak bizlere dayatılmış olan o rolleri oynuyoruz.
Yılmaz Güney, ?Yol? filminde kocasız yoksul bir kadının belki altınlar gözünü kamaştırdığı için, belki zevki için bir adamla beraber oldu diye, sekiz ay boyunca bir ahırda gördüğü işkence bir yana öldürülmek istenen kadını; ?Sürü? filminde yine psikolojik baskılar ve her doğumda çocuklarının ölmesi, ya da ölü doğması -belki kan uyuşmazlığı veya başka bir hastalık- sonucu bu işkencenin şiddetini arttırdığından hayata küsüp içine kapanan ve öldüğü güne kadar hiç kimse ile konuşmayan hastalıklı bir gelinin, ailesinin kanlısı kocası tarafından yaşatılmaya çalışılan kadını işliyordu.
?Sürü? filminde kan davasını durdurmak adına Berivan'ın kan bedeli olarak kanlı aileye gelin verilmesi. Kanlısı kayınbaba Hamo Ağa tarafından sürekli sözsel, psikolojik baskı altında ezilirken, o ortamda kaldıkları sürece yaşatmak için, kocası Şivan'ın ilgi ve sevgisinin yetmediğini içimiz buruk izlemiştik. Sonunda Berivan ölüyor, ölen koyunları için ağlayan Hamo Ağa, ölü gelini yerde sürüklüyordu.
Feodaliteden kurtulamamış ülkem insanının dramını ta şuramdan duyumsatan kalemini sevgili NarKız'ın hep söylediği gibi "yine, yeni, yeniden" yüreğim alkışlamaktan bıkmayacak, sevgili Çağla. Aykırı diye tanımladığım diğer yazılarını büyük bir zevkle okuduğumu zaten biliyorsun. Aykırı yazıların da güzel ama, bence realist yazılarda da başarılısın. Bu tür yazılarından da zaman zaman tatmak istiyorum. Halktan biri olarak bu yazıları kendime daha yakın buluyorum.
Bu yazı için ne desem boş! Özetle tekrar tekrar okuyun diyorum!
Pamuk işçisinin dramında ülkemiz gerçeğini, kadın sorunsalını, töre cinayetlerine de gönderme yaparak ?azıcık ses etsem amcam oğlu beni de götürür müydü ormana? gibi çok çarpıcı, renksizlikler içindeki renkleri beyinlere kazıyacak şekilde kısa ve net cümlelerle sunuyor yazar. Tıpkı "Yer Demir Gök Bakır"da olduğu gibi çaresiz insanların çaresizliklerine, korkularına "ermiş yaratma" çabalarında olduğu gibi küçük kızın renklerden vazgeçmeyişi...
Yazı çok iyi kotarılmış bir Yılmaz Güney tekrarı gibi duruyor. Biraz İnce Memed, biraz İnce Cumali (ki o azıcık benim), biraz Yaşar Kemal, en çok da Yılmaz Güney'i buldum bu yazıda. Yılmaz Güney'in İnce Cumali'de babası Ömer Yıkılmaz, Umut filminde adı Cabbar'dı. Sevgili Çağla'nın Cabbar Eğilmez'i ile ne kadar benziyor değil mi?
İlk kez düşmüştü yolum pamuğa. Babam havada kalan eliyle ezilmişliğini toplayıp cebine koydu usulca." Şimdi Çağla'yı, Çağla'nın yazılarını neden bu kadar çok sevdiğimi anladınız mı? Her zaman çok yönlü bakmayı beceriyor da ondan çok seviyorum.
3-Tarla-Tarım İşçiliği:
Yılmaz Güney penceresinden bakan, aynı insanı yazan, aynı sorunları gözler önüne seren, kendi sözcükleri ile somut ve net olarak çıkmamacasına beyinlere işleyen betimlemeleri ile aynı öyküleri dillendiren, her yönüyle kayda değer bu ürünlerin yaratıcısı Sevgili Çağla öyle şaşırtıyor ki beni neredeyse yeni bir Yılmaz Güney mi yetişiyor demek üzereyim.
?Endişe? filminde, Cevher kan bedeli ödemek için, Çağla'nın yazısında Cabbar, tarla alabilmek için kızını başlık karşılığında satmaya çalışıyor. Bu kadar benzerliğe karşın bu feodal, erkek egemen toplum kalıntılarının tek öyküde ve şiirsel, akıcı bir dille okura sunulması bir edebiyat kazancıdır. Tebrikler sevgili Çağla!
Yukarıdaki geçinmek sıkıntısını son noktasında yaşayan çok çocuklu bir baba, kızlarına sermaye gözüyle bakıyor gibi gelmiş olabilir. Ama Sevgili Çağla hiç de babayı eleştirmiyor. Sadece o babanın kendi umarsızlığıyla yüklenmiş olduğu babalık rolünü anlatırken babanın ?ezilmişliğini kimseciklere göstermeden, sezdirmeden kimseciklere toplayıp cebine koyması? erkek egemen toplumda, erkeğin de çaresiz olabileceğini doğrulamıyor mu? Hem de çok vurgulu biçimde doğruluyor. Yine femi'nistlere ders vermişsin, seviyorum seni Çağla!
Yılmaz Güney'in ?Endişe? filminde Cevher, kanlılarından kurtulabilmek için vereceği kan bedeli olarak Beyaz Kız'ı gereksindiği, sorunlarını hafifletecek, korkularını azaltacak para olarak görmesi... gibi. Anlayacağınız bir Yaşar Kemal öyküsü okur gibi, bir Yılmaz Güney filmi izler gibi okudum yazıyı.
Cevher, grevi kırmamasını söyleyen kayınbiraderine ?bacım sana haram olsun!? diyor. Mola anında kayınbirader, çadıra döner dönmez ?haram olsun ha, haram olsun!? diyerek çadırın bezden kapısını çekip güpegündüz, alenen karısına tecavüz ediyor.
Beyaz kız çeşme başında bir an sevdiği sucu gençle göz göze geldi diye babası tarafından çamurlar içinde tekme tokat ve eline geçirdiği kayalarla öldüresiye dövülüyor. Yetişenlerce mutlak bir ölümden kurtarılan kıza sürekli para hesabı yapan Cevher, parmaklarını sayarak hesabı mırıldanırken kanlılarını anımsayıp tekrar öfkeleniyor ve yeniden eline geçirdiği bir kaya ile Beyaz Kız'ı böğründen vuruyor.
?Bir köseye atılmış kendimle ne sıcağı ne de sivrisinek seslerini bilmeden uyudum. Ertesi aynı güne uyanmak üzere. Hiç ses etmeden uyudum". Tıpkı ?Endişe? filmindeki yorgun Beyaz Kız gibi ve diğer işçi çocuklar gibi...
Beyaz Kız ya, gece-gündüz pamuk toplayıp babasından daha yaşlı kahyanın kapatması olmaya razı olacak ya da babasını çaresizliğiyle, kanlılarıyla baş başa bırakıp sevdiği genç sucu ile kaçacaktır. Sonunda sevgi ağır basıyor ve Beyaz Kız sevdiği ile kaçıyor.
Çağla'nın öyküsündeki küçük kız, yaptığı ağır işten dolayı beli ağrıyınca da, kimseye söylemeye hakkı olmadığı gibi acısını dışa vurmak için belki de inleyecek ama, hiçbir şeye itiraz hakkı olmadığı gibi inlemeye de hakkı yoktur. Azıcık inlese çalışmamak için yapıyor diye dayak yiyecek belki de... Onun için de şöyle diyor: "Birazcık ses etsem azıcık belimin ağrısı geçer miydi?" Tıpkı ?Endişe? filminde gece-gündüz durmaksızın çalışmak zorunda olan Beyaz Kız gibi.
Çukurova'yı bilmiyorum ama, Malatya'da 15 Temmuz 2008 günü 13 kişilik bir minibüse yaşları 9 ve 19 arası 33 çocuk toplayıp kayısı bahçesine çalıştırmaya götüren minibüsün lastik patlaması sonucu, yolda ters dönmesiyle üç çocuk öldü. 30 çocuk yaralı. Haberin devamını takip edemedim sonradan yaralılardan da ölen var mı bilmiyorum. Yani hiçbir sosyal güvence, hiçbir sağlık tedbiri, hiç mi hiç can güvenliği bulunmayan sağlıksız koşullarda tarla işçiliği halâ sürmektedir. Mevsimlik tarla-tarım işçiliğini görmezsek bile fabrika, atölye işçiliği bütün yasalsızlıklarıyla sürmektedir.
Cevher kan bedeli ödemek için, Cabbar tarla alabilmek için kızını başlık karşılığında satmaya çalışıyor. Bu kadar benzerliğe karşın bu feodal, erkek egemen toplum kalıntılarının tek öyküde ve şiirsel, akıcı bir dille okura sunulması bir edebiyat kazancıdır. Tebrikler sevgili Çağla!
?Babam buraya gelirken ablamın başlık parasına pamuktan kazanacağı parayı da katıp tarla alacakmış... Artık... kendi tarlamızı sürüp ağalar gibi yaşayacakmışız. Beni de iyi bir başlık parasına verirlerse..."
Birkaç torba fazla pamuk toplayabilmek için grev kıran ve gündüz ailesi ile tek başına, geceleri de gaz feneri ışığıyla karısı ve kızıyla birlikte çalışıp karşılığında ödül olarak 5 Kg. zeytinyağı alırken arkadaşlarının düşmanca bakışlarına hedef olan Cevher, iliklerine kadar işlemiş öldürülme korkusu ile arkadaşlarından ayrı düşüp verdiği bireysel çabalar yetmezken, Beyaz Kızın babası yaşındaki kahyanın kapatması olmaktansa, sevdiği sucu ile kaçması Cevher'i tamamen çaresizliğe iter. Bireysel hiçbir çaba, sorunlarına çözüm olamamış ve sonunda kanlıları tarafından sulama kanalında kıstırılıp korku ve panik içinde kaçarken öldürülür.
4-Irza Tecavüz ve Töre Cinayetleri:
"Uykumun derinliğinden omzumu sarsan anamın eliyle uyandım." Sevgili Çağla hiç Yılmaz Güney okudu mu bilmiyorum. Ama gerçekten Yılmaz Güney'den çok izler var bu yazıda. Örneğin uykusu derin genç kızın tarlada uyurken tecavüze uğraması Yılmaz Güney'in "Boynu Bükük Öldüler" romanında da var:
"Toprak sıcaktı. Sırtüstü uzanıp rüyamdaki çocuk türkülerimi dinlemeye başladım. Hava sıcaktı. Toprak yumuşacık bir döşekti. Su tüm kirleri alıp benden uzaklaştırmakla meşguldü.Gözlerim kapandı usulca ben istemedim ama kapandı. Elimde örgülerini açtığım saçlarımın ipi vardı."
Bir yandan çocuk yaşta babası yaşındaki erkeklere kuma diye, berdel diye, kan bedeli olarak ya da Sevgili Çağla'nın öyküsünde olduğu gibi, küçük bir sermaye diye satılan, öte yandan kadınlıkla, annelikle ilgili hiçbir düşü olmayan kendi çocuk düşleri ile oynamaya çalışan, genç kızlığa adım atmak üzere olduğunun ayrımında bile olmayan, bir çocuğun öldürülen ama ses çıkarmasına, itiraz etmesine bile hakkı bulunmayan bir çocuk ve çocuksu düşlerinin katili canavarlaşmış bir erkek...
Körpe bedenlerin baba yaşındaki erkeklerce örselenip öldürülmesi...
?Çok değil azıcık ses etsem. Azıcık. Duyar mıydı az ötede görünmeyen gülüşler sesimin azıcıklığını?...Çok değil, azıcık. Bizim oralarda kızlar ses etmezdi.?
"Kim bilir azıcık bağırsam azıcık. Amcam oğlu beni de götürür müydü ormana?"
Evet ses etmezler. Sadece tek kurşunla temizlenirler. Ve tabii ki ses edemedi onüçündeki renklere sevdalı, düşleri çocuk kızcağız.
Hayvan azmış bir kere
Ses etse ki ne çare?
Ses edemedi. Çünkü:
?Kırmızı, bizim oralar
Mor menekşe bendim.?
?Kına gecesi annem ağlamıştı boynuna sarılıp sonra "Kızım " demişti " Artık kocan senin her şeyin. Ne derse yap. Sözünden çıkma. Yüzümüzü kara çıkarma" Ablam bana hep beyaza düsen gün karasını anlatmıştı annem yüz karasını. Amcamın kızını amcamın oğlunun ormanda tek kursunla temizlemesini anlatmıştı hep.
Kırmızı, bizim buralar.
Mor menekşe amcam kızıydı.?
Yılmaz Güney'in kadın kahramanları gibi yaşamaları ya da yaşamlarının son bulması; bir erkeğin bir tek sözüne, bir tek kurşununa bağlı çaresiz kadınlardır.
Yine bireysel çıkışların başarılı olsa da sonunda köklü toplumsal bir çözüm olamayacağının, kahramanların öldürülüp kötülüğün devam edeceğinin anlatıldığı ?Aç Kurtlar?da eşkıya avcısı öğretmen Serçe Memed'in tecavüze uğrayan hemşireyi doktor eşine kabul ettirmek için uğraşı ve kötülerle tek başına savaşı işleniyordu.
Yine Yılmaz Güney'in ?Yol? filminde koca Seyit Ali hapisteyken, karısı Zine'nin birkaç altın karşılığında biri ile beraber olduğu gerekçesiyle, hapisteki koca bayram iznine, gelinceye kadar havasız, ışıksız bir ahırda sekiz ay boyunca inekler, koyunlar, keçiler arasında ayaklarından zincirli olarak bağlı tutuluyor. Seyit Ali dönünce karısını öldürmeye zorlanıyor. Karısını öldüremeyen Seyit Ali önce ağabeyine götürüyor. Seyit Ali dönünce babası ile aralarında şöyle bir diyalog geçiyor:
Kayınbaba: -?Sekiz aydır bir köpek gibi bağlıdır. Ayağı zincirlidir. Gün yüzü görmemiştir, haramdır. Su ve ekmekten başka O'na her şey haramdır. Sekiz aydır bedenine su da değmemiştir. Layığı budur?.
Kadının bağlı olduğu ahırdan zar-zor derin bir ağıt gibi sesi duyulur.
Kayınbaba, öfkeyle: -?Şeytan! Aklı sıra acındıracak kendini. Seyit Ali sakın yüreğin yumuşamasın. Ellerin titremesin. Yüzümüze çalınan kara öyle bir karadır ki, acımayasın sakın.?
Seyit Ali yanına sokulmaya çalışan 8-10 yaşlarındaki oğluna:
-?Seni ananla dayına götüreceğim? diyor.
Çocuk: -?O'nu almayalım!
Seyit Ali: -?Niye??
Çocuk: -?O pislendi? diyor.
Kayınbaba: -?Zine ile konuşacak mısın??
Seyit Ali: -?Konuşacağım?.
Kayınbaba: -?Aklını pek tut. Nefretini, kinini unutma? diyor.
Kadının ağabeyi de ?O senin namusun, temizlemek sana düşer? diye kabul etmeyince Seyit Ali kadını kar fırtınalı bir tipide karakışın ayazının dondurucu bir gününde belki kendi kendine donarak ölür diye yüksek bir dağda zorlu ve uzun bir yolculuğa zorluyor. Yol öyküsünde, Seyit Ali?nin donmaktan kurtulmak için yaralı atını vurduktan sonra karnını yarıp ayaklarını atın karnının sıcaklığında donmaktan kurtulmaya çalışması da sonuç vermiyor ve sonuçta ikisi de donarak ölüyorlar...
Acaba yazar, bize vereceği en güzel mesajları onüçlük çocuğun algısı ile sunarken biraz da ?bunlar bir çocuğun düşleri kadar temiz mi demek istiyor? Ya da bir çocuğun düşleri işte... Çok da önemli değil, ?benden daha iyi ürünler göreceksiniz mi demek istiyor. Bence yazar öyle demek istiyor. Çünkü yazdıklarını sadece deneme yazıları gibi görüyor ve ?bekleyin, görün; ben daha ne şaheserler yaratacağım' demek ister gibi yazılarının altına tam ismini yazma gereği bile duymuyor yazar.
5-Erkeğe Bakış
Sevgili Çağla'nın erkeğe bakışı da Yılmaz Güney'le aynı. Yılmaz Güney'in erkek kahramanları da kendi umarsızlıkları içinde aileleri için çırpınan, onlar için mücadele eden erkeklerdir. Örneğin ?Baba? filminde iki çocuklu kayıkçı baba, dişleri çürük olduğu için Almanya'ya işçi olarak gidemeyince çocuklarının geleceği için; başkasının işlediği cinayeti çocuklarına bakılıp okutulmaları karşılığı üstlenip 24 yıllık hapse razı olan bir babanın acılarla dolu öyküsünü anlatır Yılmaz Güney. Sevgili Çağla'nın ?Babam havada kalan eliyle ezilmişliğini toplayıp cebine koydu usulca.? dediği babaya ne kadar benziyor değil mi?
?Umut? filminde atı ölen, atarabası alacaklılarca satılan Cabbar, artık işsiz ve çaresizdir. Defineciye uymak dışında bir seçeneği kalmamıştır.
Başkalarının sırtından geçinmeyi meslek edinmiş hamal arkadaşı sözde gömülü bir hazinenin yerini bulacak ?çok derin? diye tanımladığı sahte cinci bir hoca ile -bir türlü satmaya razı olamadığı silâhı, radyosu ve elinde kalan son birkaç parça eşyayı da sattırıp- son kuruşuna kadar yiyip bitirirler.
Cinci hocanın deyimiyle yılan olup sokar, kuş olup uçar hazine, günler süren arama ve kazı sonunda Cabbar, kazı alnında bir yılan bulur. Yılanı yakalayıp yerlere vurmaya başlar. Hazineye dönüşsün diye yılanı yerlere çarparken elinde ölen yılan, hâlâ yılandır. Ölü yılanı deli deli yerlere vurmaya devam eden Cabbar, ?yılan, yılan, yılan; yalan, yalan, yalan? çığlıkları ile çıldırırken film biter.
Yaşamı gibi kara olmasını istemediği birazcık renge özlem duyan minik kızın, karalastik ayakkabılarının karsını toprağa, toza beleyerek beyazlatmaya çalışması, kırmızı ve mor ipliklerini birbirine katıp ?gizlice ayakkabısının bir tarafını şenlendiren? minik kız çocuğu yine Yılmaz Güney'in ?Umut? filminde karatahtanın önünde İngilizce dersinden sözlü sınavı olurken, yaşıtlarına göre hayli büyük görünen atarabacısı Cabbar'ın kızı, yırtılıp parçalanmış, keten spor ayakkabılarının verdiği eziklikle sürekli önüne bakmaktan, sorulanlara konsantre olamayan ve ?beş bitirme sınavı'nı(¹) geçemeyen Cabbar'ın onüçlük kızını anımsatmıyor mu?
Öykü ve öykünün kahramanları Yılmaz Güney'in kahramanlarına taklidi kadar çok benziyor olsalar da, Sevgili Çağla'nın öyküsünün kendine özgü olduğuna inanmak istiyorum. Sevgili Çağla'nın Yılmaz Güney'le aynı şeyleri düşünüp, aynı şeyleri duyumsayıp farklı ürünlerle bize sunduğuna inanıyorum. Çünkü Güney senaryo, roman yazmış iken, Çağla deneme, öykü yazıyor. En azından Sevgili Çağla'nın kendine özgü betimlemeleri, kendine özgü cümle örgüsü var.
Yazı her yönüyle Yılmaz Güney taklidi gibi görünüyor olsa da kendine ait kurgusu, ?ezilmişliğini kimseciklere göstermeden, sezdirmeden kimseciklere toplayıp cebine koyması?, ?sarı uçuk benizli çocukluğunu bohçasına koyup Hatça, ses etmeden kuma olmuştu kadınlığına? gibi kendine ait cümle kurgusu ile benden tam not almıştır. Renklere sevdalı kızın özellikle ne kadar çocuk ve temiz olduğunu vurgulamak için kullanılmış renkler; aklığın, temizliğin ifadesi olarak da özellikle beyazın seçilmesi, kızın özellikle (karalastik ayakkabıda olduğu gibi) siyahı beyaza çevirme uğraşları mükemmel bir buluş. Siyah; karanlığı, karamsarlığı, hırsızlığı, saklanmayı, hainliği, ihaneti, eskiyi, geri kalmışlığı, gericiliği temsil ederken; beyaz ile aydınlığı, şeffaflığı, görünürlüğü, temizliği, güzelliği, yeşertilmeye çalışılan umudu, şiirsel bir dille çok güzel sunulmuş.
Şimdi Çağla'yı, Çağla'nın yazılarını neden bu kadar çok sevdiğimi anladınız mı? Her zaman çok yönlü bakmayı beceriyor da ondan çok seviyorum. Bu yazım popülizm olarak algılanmasın. Bunlar söylenmesi gerekenlerdi, söyledim.
Popülizm yapmak gibi bir sorunum yok. Çağla'nın çok iyi bir yazar olduğunu bilmesini ve bilinmesini istiyorum. Hepsi bu...
Bizim buraların kırmızı olduğuna karşı çıkmak isterdim, keşke yazar yanılmış olsaydı da ben de karşı çıksaydım. Ama doğru... Doğru olduğu için de kan bulaşmış topraklarıma hayır, kırmızı değil, yeşil bizim buralar diyemiyorum.
Ayrıca yeşil olsa bizim buralar, yeni bir Yılmaz Güney doğar mıydı?
05.08.2008-11:20
Dipnot (¹):
Eskiden ilk okuldan mezun olup diploma alabilmek için ?beş bitirme sınavı' adıyla bir sözlü sınav yapılırdı. Ancak bu sınavdan başarılı olanlar diploma almaya hak kazanırlardı.
deneme biraz uzun okumak zor oluyor ama yazdıklarınız çok doğru.
yüreğinize sağlık 👍 👍 👍 👍 👍
konu yüreğk acısı abim o kuma giden haçça
gerçekm kurgumu insanın okurken hırslanasım
geliyor biz bu kadar kısır döngü olamayız
neden bunlar demeden edemiyorum
sanki yaşamak ağır geliyor
yüreğine sağlık kankam
👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍👍