Yolcu Bekleme Salonu
Yolcu bekleme salonundayız, adımız çağrıldıkça sırayla gidiyoruz, ait olduğumuz dünyaya. Bir sigara içimlik vaktimiz vardı bu salonda, hatta sigara içmek de yasaktı, dışarı çıkmak zorunda kalıyorduk, neyi beklediğimizi bilmeden bekliyorduk, bizi almaya gelecek olanı. Upuzun bir tren değildi bizi götürecek olan ya da bir otobüs değil bu sefer, sanırım uçarak gideceğiz ama ortalıkta uçak falan da görünmüyor. Hazırlık yapmak gerekirdi gidebilmek için.
Oysa sigarayı içimize çektiğimizde, gökyüzüne yayılan dumanın gidişini bile izleyemedik, belki dumanımızdan önce gideceğiz, arkamızda bıraktıklarımız dumanımızın şeklini takip edecek, belki de o şekilden anlaşılacak neler yaptığımız, arkamızda bıraktıklarımızdan anlaşılacak nasıl birisi olduğumuz.
Büyük bir gürültü geçiyor önümden, sonradan edinilmiş umutlar, takma gülümsemeler, asık suratlar... Lodos esiyor bir taraftan; 'Dokunma soluma' diyorum, az ilerden git, değme tenime, üşüyorum zaten çok fazla.
Dünya ters dönüyor beklerken, dünyanın suları dökülüyor başımızdan aşağıya, ıslanıyoruz. Sudan hayaletler çiziyorum kendi görebileceğim kadar yakınımda, dumanla ruh bulsun istiyorum gökyüzünde hayaletler, tüm kimliksizliğimle sahipleniyorum. Dünyaya göre pek renkli kıyafetler giyinmiyorum, soluk siyah kıyafetlerim, hüznüm gibi. Farklı evlerdeki hayatlara takılıyor ömrüm, ayakkabımın taşa takılması gibi, bazen irkiliyorum, bazen tökezliyorum. Kaldırım taşlarında alırken soluğu, bazen gidecek bir yer bulamıyorum, gelip geçici bir yolcuyum ben aslında, sadece bekleme salonundaki kadar sürem.
Farklı evrelerde ayrılıklar yaşıyoruz, birileri kavuşurken biz ayrılıyoruz. Hüzünler yaşanırken başka bir bölümde, biz mutlulukları yaşıyoruz belki. Bir yerlerde erken ayrılırken yolcular, aklımıza ölüm korkusunu nakış gibi işliyoruz, sonra sevinmeye ya da üzülmeye devam ediyoruz.
Bu savaş bitmeliydi, olmamalıydı hiç.
Şimdi öylesine pişmanım ki, seni beklerken kendimle yaptığım savaşlara. Kendi kendimi yediğim, yendiğim günlere. Üzüntü kabında durmalı, sevinçler kabına sığmamalı, taşmalı. Ama bitirdim tüm savaşları artık beynimde. Bitti, kendime mağlup olduğum günlerde son kez vurdum ağzımdaki kesik usturayı dilime. Son kez acıdı kelimelerim, son kez kanadık birlikte. Şimdi ellerimi gökyüzüne kaldırıp bekleyebilirim ölümü. Bu savaş bitti artık, hiçbir şey hissedemeyeceğim kadar kaybettim.
Oysa tamamlandığımı zannetmiştim seninle, hiç ölmeyecek gibiydik, nasılda unuttum bir an yolcu salonunda olduğumu, nasıl inandırmıştın beni yarım olmadığıma. Şimdi ikimiz de farklı evrelerdeyiz, ömürlerimiz bile farklı, tıpkı doğum günlerimiz gibi, ölüm günlerimiz de farklı. Azrail adımızı seslenecek, bir sınav heyecanı içinde terk edeceğiz bu salonu. Beklerken yorulmuştum zaten, umarım önce benim adım yazılmıştır o deftere.
Yolcu salonunun sessizliğinde dışarıda ip atlayan çocukları seyrediyorum, öylesine habersizler ki hayattan, oyuna dalmışlar, biz büyükler de öyleyiz zaman zaman bu oyuna katıldığımız oluyor. İp her çevrilişinde birkaç saniye geçiyor ömrümüzden, saat gibi, her çevrilişinde yukarı bakıyoruz, ipin nereye kadar uzandığına. Sonra aniden bir top düşüyor payımıza, dünyanın uzaya düşmesi gibi, kendi başına yuvarlanamayıp camı kırıyor. Biz dünyada olmak için kimin camını kırdık, kimin canına denk geldi attığımız taşlar?
Dünya şimdi uzaya fırlatılmış top gibi, sadece su var etrafında, bir de topa sımsıkı yapışan bizler, bir gün düşeceğimizi düşünmeden kapılıyoruz topun yuvarlanışına, zamanla cam kırıkları batıyor bedenimize, iyileştirip tekrar devam ediyoruz.
İyileşir miydi yaralar böyle kolayca? Gerek var mıydı buna? İyileşmeye, iyileştirmeye... Zaten az sonra adımız çağrılacak gidecektik sevdiklerimizi, sevmediklerimizi bırakıp. Belki hiç tahmin etmediğimiz kişiler ağlayacaktı gidişimize, belki sevgilimiz terk ettiğinde bizi tıpkı onun üzülmemesi gibi bir şaşkınlık yaşayacaktık, 'üzülmüyor' diyecektik. 'O ağlamadı gitmemize, zaten bekliyormuş gibi bir şey oldu' diyeceğiz belki.
En içime kapanık zamanlarımı açığa çıkardın sen, en suskun anımı kolladın beni konuşturmak için, şimdi sussam susabilir miyim?
Gitsem ne kadar uzağa gidebilirim?
Adım çağrılırsa giderim, ağlamadan üstelik!
Hepimiz aynı beyaz üniformayı giyip gideceğiz, şimdi rengarenk zamanları yaşayabilir miyiz, bu kadar renksiz ve sessizken gidişimiz?
Gece, karanlık renksizliğimizi hatırlatmak içindi belki... Büyük çığlıklar koparken gidişimize biz sessizce gideriz, tıpkı senin gidişin gibi oldu, ama bu defa ben de sessizim. Sen sessiz gittin, ben çığlıklarımı yuttum, hatta bazı zamanlarda konuşmadım çığlık çıkmasın kelimelerimden diye. Şimdi çığlıklar kopuyor etrafımda, bu sefer ben tepkisizim, hiçbir şey hissetmiyorum, çünkü bu savaş bitti. Rahatım artık, hem de hiç olmadığım kadar, yolcu salonunda en yalnız sandalyeye oturdum, arada sarsılıyor sandalye, aldırmıyorum. Artık şaşırmıyorum çünkü hiçbir şeye, tepkisiz ve sessizim. Gidişim ses getirir belki biraz, belki o zaman aklında bir çığlık sesi kadar yer ederim, bir başkasının çığlığı...
Ansızın birisi çıkar karşımıza, kendisini her şeyimiz olduğunu hissettirir, sonra herhangi birisi olur, gelmeden hiç olmadığı gibi. Ama o zaman varlığına şahit olmamıştık, şimdi nasıl herhangi birisi olacaksın?
Sana herhangi birisi gibi bakabilirim
Ama yüreğim, hem gözler de yalan söylemez ki...
Yarını düşünmüyorum şimdi, birkaç saat sonrasını, daha fazlasını istemeye hakkımız yok çünkü biliyorum.
Ben sadece bir anons bekliyorum, adımın son kez seslenileceği bir çağrı ve sessiz bir uğurlama, ardından ezan sesi...
Yirmi Dokuz Ocak İki Bin On Üç 18 40
Dünya ve dünya hayatı bir bekleme salonu değil mi zaten hepimiz için. Doğru tespitler ve güzel bir yazı kaleme alınmış kutlarım Nevin hanım içtenlikle...👍
Sürekli bir akışın içinde dışarıdan gelen sesleri duyumsuyorken bile yoruluyorsun ve merak ederken bu kadar insan ne yapar, ne düşünür, nereye gider, nereden gelir, neye üzülür, neye sevinir?.SOLUKSUZ OKUDUM TEŞEKKÜR EDERİM ..👍