Zihin Girdabı
Kendimi zihnen hastalıklı hale sokup, kendime “kötülük” yapmak, toplum adına iyilik bileceklerse ben buna razı mıyım biraz düşünmem gerek?… Yaşamdan feragat etmemi mi istiyorlar yoksa daha özveri mi bekliyorlar? Aman canım boş ver her neyse ne, iki kavrama sıkışıp kalmayalım.
Benden öyle istediler hep şu ihtiyarlar.
İhtiyarlar, dedikse gizli kapaklı işler çeviren ezoterik yapıdaki aksakallılar ya da zihinleri evirip çevirenler, dalevereli işleri pek becerenlerden gerçeği eğip büküp bulandıranlar değil, bildiğin yaşlı ebeveynler işte.
Biz kimiz ki aklımız onlara ersin, biz kimiz ki büyük oyunun içine alınalım, biz kimiz ki insanlara masal anlatıcılardan olalım…” Yüksek nitelikli aldatma veya kurnazlıklara dayalı kötülüklere aklımız ermez. Gerçeğin giysilerini farklı görünmek için gizleyerek rengarenk giyinmek bizim ne haddimize. Aklımız ancak küçük yaşamlara, küçük kötülüklere erer.
Şu üç günlük fani dünyanın sonunda ölüm var değil mi? Züğürt tesellisi amorti vurdu size bayım gülel güle kullanın. O akıllılar, salak mı o zaman üç günden ötesini saymayı beceremiyorlar mı?
“Ölümün yüzü soğuk” derler ya, ben kendileriyle çok erken, çocukluk yaşlarımın en saf, en savunmasız zamanında çok çok yakından tanışmama rağmen, hiç de öyle gelmedi bana ölüm. Belki değiştirdiği sureti, tanıdık, sevimli, içimizden biri, belki de özlediğimiz içimizden birinin kılığında geldi, belki de umutlarımızı yönelttiğimiz “yüce”lik böyle sevecen tatlı göstermek istedi “ölüm”ü biz “kul” olan sahipsizlere.
Hani her şeyin sahibi vardı ya…
Ölmüş… elleri öyle kenetlenmiş ki açmak için babayiğit bir adam gücü gerekti, bir morluk çökmüştü avucunun içine, tam ortasına bir stigma gibi hani İsa’nın eline çakılan mıhın izi gibi Meryem desem meyrem değil bildiğin Türkmen giysili ebem…ağzından son bir gayretle çıkardığı akide şekeri duruyordu tam ortasında salyasıyla karışmış yapış yapış.
“ Al israf olmasın, şunu at ağzına” dedi eli açan, bana el açtıran. Bir defineden bir altın bahşeder gibi, ikram eder gibi rızkımı ayırmış gibi uzatıyordu bana. Bir ölüye baktım, bir uzatana, bir de kırmızı beyazlı akide şekerine.
“Ey ölüm ne kadar tatlıymışsın sen!”
Bu yüzden sevimli gelmiş olabilir mi bana, sizce…Aman canım benimki de soru mu, siz nerden bileceksiniz ki?
Söylenilenin aksine sıcak ve sevimli buldum ya hep… bazen düşünmedim değil “psikiyatrik vaka”nın ta kendisi miyim ben? Mazoşistten bozma, sosyopattan kırmaya doğru giderken arkamda övünç kaynağı olabileceğim “ah”lar bıraktım. En hafifi “Allah belanı versin”desinlerdi. Bakışlarımda garip gururumun övünçlerimin gizli sevinçlerimi sakladığım, ruhumum arkasında takip edileyim, gelsinler öç alsınlar, diye bilerek derin izler bıraktım belki de. Hani iyi bir iz izleyici, yorumlayıcı olur da bulur beni diye hep içimde bir ölüm sevinci taşıdım, üç günlük dünyanın sonuna gelmek için.
Hey, zaman! Niye örtmedin, gizlemedin onları, bak çok sinirleniyorum senin de katilin olmamı ister misin? Bak ben darağacında sallanıyorum zaten.
“intikam paradoksu”
Karşıyaka Mezarlığı’nda yatıyor yan yana “vallahi zengin olduk, adam olduk göğsünü kabartacak hale geldik. Kalksana baba!”
Ya anne sen! El tarak kemiklerinin üzerinde incecik deri katmanı ve akmakta zorlanan kan pıhtısına ramak kalmış, kabarmaya bile hali olmayan damarlarından oluşmuş ellerini öpecek kadar olgunlaştım, tiksinmiyorum artık avuç içlerinde ovaladığın yuvarladığın tırnak aralarına sinmiş tezek kokularından… saflaştım, masumlaştım, mahzunlaştım, günahsızlaştım ve huzura geldim. Kötülüğü bıraktım…
Yemin billah artık kimseye bir zararım yok. Kendime bile zarar verecek durumda değilim. Artık o kadar masum ve mazlumum. Size bir sır vereyim “yalnız kaldığımda sessizce ağlıyorum bile.”
Hadi bari sen kalk…bak dizlerim çamurlu, ellerim soğuk ve üşüdü.
Hadi, dedi Özlem hemşire. “Ameliyat sırası sende.” Ruhumu karantinaya aldıkları yerde “ben”i felç etmeden bir espri yapacaktım, unuttum. Çarmıha gerdiler ya ondandır…Sonra dediler ki “hadi uyu”.
Lan zaten biz hep uyuduk,uyuşturulduk,uyuyoruz… Kim, dedi. Kime, dedi. “ben kimim”.
Bu soruları kim sordu?
Sonra kulaklarımda çığlıklar, ışıklar patlıyor, sanki yer yerinden oynuyor. Sızlanıyorum huysuzluktan değil nerede olduğumu anlamaya gayret ediyorum… göz yordamı ile algılamaya çalışıyorum, çevreye bakınıyorum. “su…” diye inliyorum. Burası cehennem mi cennet mi?”
Işığın içerisinden bir beyazlık geliyor bana “ Ulan Huri mi bu Nuri mi?... Hayır mı şer mi?”
Eyvah eyvah! Boku yedik desene… hani güzeldi ölüm dedim kendi kendime. O karanlıktan arakladığım bilgiyi ameliyat giysimin cebine gizlediğimi sandım, sonra okumak düşüncesiyle.
Özlem hemşirenin sesini duyuyorum.
“ Kalk bakalım ilaç vakti.”
“Gız Allah canını almaya ödüm koptu.”
“ Niye ki?”
“Auralı migrenim var benim, o tuttu sandım.” Dosyamı alıp inceliyormuş gibi yaparken çıkardığı “hı” sesinden anlıyorum, kendince dalga geçiyor.
“Bunu bize söylememişsin.”
“Sır o sır… hem de büyük sır.”
Ne çok sır sakladım, kendimden bile.
Soğuk bir Ankara ayazı hem de ocak ayı ayazı, yerden kazıyıp yarım yamalak savurduğu kar parçacıkları, yüzümde tipi sahtekarlığı yaparken kandıracak ya beni, yakalarını kaldırdığım eskiden kalan eskimiş, pörsümüş çekiştirsem elimde kalacak kadar çürümeye yüz tutmuş parkam bile sağ kaşımdam çeneme kadar yarık olan izimi kapatmaya artık çalışmıyordu, bıkmış yorulmuş, eskimiş.
Ne halin varsa gör, Allah cezanı versin, kötülüklerine beni şahit tuttuğun yetmedi mi, bırak da rahat rahat öleyim, der gibi. Özü, tapı, direnci kalmamış.
İmam bir taraftan son duanı okurken çevresine bakındı. Yasin’e geçmek için gözyuvalarında fıldır fıldır eden gözleri tereddüt geçiriyordu. “Ulan madde nerde?” Acaba değer mi diye mi… düşünüyordu.
Böbürlenmekle gurur kapmayı yükledikleri, seslenişlerin ağır okkalı oluşuna bağladıkları “Abidin’in oğlu imam hatipe gidecekmiş…” kendilerince tam isabetli seçimi tasdikledikleri “Hah şöyle! Köyümüzden de bir “hoca çıksın ya hu” temennilerine meze yaptırmadım ya kendimi. Ailesinden imam çıkanın, yedi sülalesi sorgusuz sualsiz cennet girermiş gazına getirip, üstelik üzerimden yararcı düşüncelere hayal kurup beleş gireceklermiş. Olur ne demek hay hay! Bedava cennet cehennemden elbette evla olur.
Bilirim o zamandan beri çok kızardın bana, köylüyü alaya alıyorum diye, keşke giriş bilet parası toplasaymışım dürzülerden…
Ama şimdi şu imamın yerinde olmak vardı aslında anasını satayım…
Geçen gün aynaya baktım gözbebeklerimin arkasına sinmiş birini gördüm. “Kimsin ulan” dedim.
“Sus, dedi. Ben senim.”
Bir topluluğa vaaz ediyordu. İçeri girip kulak kabarttım.
Bir şey üzerinde fazlaca durur yorumlarsanız, o şeyi unutur hale gelirsiniz zamanla yorumunuz yorumladığınız şeyin yerini alır.
Bu saptama iyi bir bilgidir…
Yani dinden, inançtan çıkma, kandırılma böyle bir şeydir. Boş yere söylemiyorum… tarikatlar zamanla yorumları dinin yerini alarak başka, farklı bir dini inanışa dönüşürler. Yani oriinalinden uzaklaşır sonra bambaşka farklı bir şey olurlar. Ekol mekol sonrası dinden çıkan yeni “din”e kendi adını koyarlar…bu böyledir, geçmişte örnekleri vardır. Misal Bahailik…
Ortalık niye karardı birden kirli zihinlerin tansiyonu mu düştü…yoksa çıktı mı? Bana hep celalleniyorlar, lan bi de cemalinizi görsek.
Cemaatsiz imam mı olur nerde bu cemaat. Bir ses duydum “kovuldu.”Cemaat mi, imam mı, iman mı belirsiz, ortalık toz duman…
Karanlıktan getirdiğim bilgileri açtım meğerse o bilgiler hep yanımdaymış. Gece ritüellerimden notlar düşmüştüm, kendimle konuşmalarıma. Tıpatıp aynı…
Kendimler notlara devam…
Ben de öyle oldum kendimde başka şeylere dönüşmeye başladım…”Aptal” dedi. O zaten sensin. Dönüşmeyi istediğin şey zaten kendindin,
Kendimi başka biri, birileri mi zannediyorum artık. Aynaya baktığımda karanlık düşmüştü bir parçasına, yansımamı biraz altuni metalik renkte gösteriyordu. Doğrusunu isterseniz biraz ürktüm, ürktüm ama hemen peşinden beliren hayalin yüzü yansıdı düşüncelerime.
“Sen de kimsin?”
“ İçindeki başka bir “ben” şimdilik bana dönüştün birader. Biraz dolaşalım mı?”
“ Nerede? ”
“ Karanlıklarında… yoksa benden korkuyor musun?”
Gündüzleri sıkı sıkı bağladığım kötülükleri gece serbest bırakmam lazım. Diye acelecilik telaşına kapıldım birden.
“ Koruma diyorsun yani.”
“Tedbir desek daha iyi olacak.”
“Ha…anladım tedbir ya.”
Her yanı kollamaktan yoruldum öyle olunca dikkat azalması oluyor. Arkamdan gelenlerin, beslediğim kendi korkularım olduğunu sanıyordum. Soluğunu duyuyorum arkamdan ceketimin eteğine asıldıkça asılıyor şımarıkçasına. İnsan kendi korkularından korkar mı? Görmeden bakmadan kendi korkularım sandığıma, bakmadan elimin ucuyla küçük bir fiske vuruyorum.
Ve sonra elimle yokluyorum, bu benim korkularım değil. Arkama dönüyorum aman Allah’ım bu nasıl bir şey. Köpeklerin “presa canario”su sanki. Tam dilinden yakalamışım bırakır mıyım, bıraksam paramparça edecek beni diye düşünüyorum, elimi topak yaptım soluk borusundan giden nefesini tıkıyorum.
Bir gümbürtü bir toz duman kapladı ortalığı, feryat figan ayağa kalktı içimin tüm sakinleri. Saflık bağırıyor…
“ Koş baba ya da Mesih kurtar adamı.”
“ Lan oğlum bırak adamı asıl sen ondan kötülüğü kurtar kötülüğü… baksana perperişan.”
Bu kadar mı aşağıya indim, bu kadar mı karanlığa gömüldüm, bu kadar mı kendimden uzaklaştım.
“Hey nerdesin kör olası…aynaya mı yoksa içime mi gizlendin yine.”
Son katıldığım gerçekçi ritüele dönüyorum…mezarda bir tek ben vardım, içine inmiştim. Duraksayınca imam sordu.
“Ne oldu?”
Mezarın tapusu aklıma geldi. Bu kadar masraf bu kadar para, sanki mezar soyguncusu olmuşlar.
“Seneye kiralık versem caiz midir imam efendi?” Bir homurtu koptu imamla birlikte cenaze merasimi ahalisinden.
“ Bu kimimiş ulan?...”sorusunu duydum en yüksek ulvi düşüncelerin, gerçeğin karşısında aniden günlük ağızlara dönüşmesiyle, göz ucuyla bakan en yakınlarım bile tanıyamamış beni vallahi, zaman öyle güzel kamufle etmiş ki beni. Ve arkasından.
“ Öyle mi? Le mi? Ha!...Vay!…” gibi hayret ünlemeleri eşlik etti benden kaçışan bakışlara ve arkasından eklemişlerdir “ütneye bak ütneye” küfrü ile birikmiş kusmuklarını sessiz çığlıklarına ekleyip, uygun ortam buldular ya sanki mezarlık değil intikam alanı.
“Bu lanet… O lanet mi?”
“He…”
Ben küçük kötülüklerin bir parçasıyım. Ya büyük kötülüklerin bir parçası olsaydım ne yapacaktınız?
On yedisindeydim güneşin benizleri, ter kokulu kara yağız yakmalarına, çatlak ellerin umuda yoksul kalkışlarına, en altta kalmanın kısıklaştırılmış kanaatkar dualarına“ amin” demediğimde ve kendilerine cennet kapısını aralayacak kutsal hayallerinin oyuncağı, aracı, gereci olmadığımda ve koydukları ilkelere göre “yüzlerini yere düşürme”nin eşiğine getirmenin hırsıyla en yakınımdan yani senden.
“…tiri” yemiştim ya! Daha durur muyum orada, kendi gaibime yani bilinmeyene bile razıydım.
Elim epeyden beri gizli taşıdığım sigara paketine uzanıp tüm isyanlarımla özgürlüğün tadına varmanın heyecanıyla ruhum kabardıkça kabardı. Arkamdan söylediğin ve hala kulaklarımda çınlayan “şuna bak şuna hele” küçümseyişine eklediğin “… bok içsin.” söyleyişin, yaşam boyu hep dengemi şaşırttı, şaşırtıyor.
“Bak senin mezarını kiraya veriyorum babalık. Parasını bile kirli paramla ben ödedim, bil istedim.”
Dememle kısa kesti imam efendi. Kalabalığa baktım arkasını dönen gitti, dönen gitti. Bir damla gözyaşı duramadı yerinde toprağa düşmek için ne çok acele etti be.
Dün sabah telefon gelmişti.
“Falan kişi sizin yakınınız mı?”
“He…”
“Gelin cesedini alın.”
“!...”
Kalabalık ne meraklıymış, son kez uzaktan baktılar. Sana değil inan ki bana… onların gözünde hayvanım ya hatta daha aşağı. Hatırlar mısın naralar atmıştım bir gecenin ilk başında “Yasak ulan yasak. Bundan sonra bu yol size yasak.”
Vallahi de uydular billahi de… gerçi sıkıysa geçsinlerdi o zaman. Ne kolay yollarını değiştirdiler. İnsan bildiği, inandığı yolu ilk zorlukta bırakır mı terk eder mi? Ne yasaklar koydular vallahi hepsine uyduk. Yasağı koyanlar kurallar da koyarlar, hem de masalsı kurallar.
Korku; ne emrederse emretsin, neden kurallara uymayı gerektirir ilk defa o zaman anlamıştım. Yani yanı başlarındaki “güç” olan devletten bile yardım isteyemediler. Tanrı’ya havale ettiler beni. Her defasında…lanetin tekiyim ya. Söyledikleri tek şey bu oldu, o da arkamdan…
“ Allah belanı versin senin.”
Sanki kaderlerini ben değiştirdim zibil beyinli cüruf topluluğunun…
Kiraya veremedim biliyor musun o son tapunu. Anama kısmetmiş hemen peşinden. İlk defa hıçkıra hıçkıra“ağlama”nın tadına vardım o gün, çok güzelmiş…
Ama ben artık ben değilim ki.
İçimdeki “kim” ise o kadar çok değişti ki hangisi benim, kendimi bulamıyorum, tanıyamıyorum… Başkası zannediyorum kendimi, ben kendimde kayboldum.
Yıllar sonra mezar yapıcılarında karşılaştık biyolojik kardeşlerle…Duyan gelmiş, duyan gelmiş sanki hiçbir zaman bir araya gelemediğimiz içimizde kendimize bile söylemediğimiz bayram sabahı sevinciyle toplaşmak gibi bir şey oldu bu. Sadece ikisi yoktu altı kardeşten.
Sekiz mi dedin…İki bacımız daha vardı ama yaşamın içinde çoktan kayboldu onlar . “Dara”yı düşüp “net”i söyledim.
Dur korkma altıdan ikisi de ölü değil hala diri ama aslını sorarsan bana göre o da çoktan ölmüş onlar.
Kimler yok biliyor musun?... Hayallerini yüklediğin “asker” oldu ya hem de büyük komutan o en küçüğümüzdü senin hayallerine karşı gelemeyen “emret komutanım”la, adalet uğruna gerekirse suçlu ayağa kalk deyip parmağımın kesilmesini emredecek yargıç.
Şimdi nerde biliyor musun onları… yıllarca kaldığı güneydoğudan doğruca akıl hastanesine göndermişler komutanı. Oradan da eski bir eve yerleşmiş, ailesi dağılmış çoktan, sabah akşam namaz kılarmış bir meczup gibi. Ben bilmiyorum görmedim, abim dedi. O arada sırada yanına gidermiş. Onu görünce.
“ Şeyh Kıbrısi hazretleri bana cenneti müjdelemeye geldi” dermiş. Bak nasıl bir hayal kurmuşsun görüyor musun? Yargıç ise hala kendi adaletini kurmak için terzinin ayarıyla meşgul
Biz bir şey üretemedik, ürettikçe erittiler aslında… Hey babam hey!
İçimden biri geldi…saçlarımı yavaşça okşarken üflediği soluğunu bunaltıyla sıkıntıyla kan ter içinde kalan yüzümde bir esinti hissettirdi. Ona baktım…
“ Kimsin sen? Sıradaki ben kimim söyle?”
“Porçi”
“Porçi de kim?” Gülmeye başladı yavaş yavaş sonra hızlandı alay edercesine katıla katıla gülmeye başladı.
“ Şapşal içindeki maskara palyaço.” Ben ki karanlık sokakların korkusuz derin çocuğu…”uyar mı lan bize” demeye hazırlandım. Omzumdan bastırdı…
“Hadi lan ordan hödük insan kırıntısı, bir espriyi bile hak etmiyorsun.” Sustum, ses boğazımda düğümlendi, sözcükler dilime battı, konuşamadım. Elime baktım her zamanki yerindeydi. Sürtündüğü koltuğun üst başlarındaki kumaş ilmiklerinden yine koparmıştı ama kıpırdatmakta zorluk çekiyordum.
Soluğum sıklaştı, bir hırıltı hali bastı ciğerlerime, kalbimin atışını boğazımda hissediyorum, gözlerim yuvalarından ha fırladı ha fırlayacak. Yaşlandım ya aklıma ilk o geldi, çocuk gibi sevindim…
“ Ey ölüm sen mi geldin?” Kapı bir kez daha aralandı simsiyah giysili devasa bedenli insan azmanı varlık benimle alay ediyordu.
“O kadar kolay kaçacağını mı sandın. Seni kendinden çekip alacağımızı mı sandın.
Ben büyük “kötülük.””
“Lan ben mezarlıkta mıyım hala acaba anlayamıyorum…”
Bir gülme, bir kahkaha, bir umursamama halindeyim yine de, yine öfkeli yine nefret dolu. Ben sanıyorum ki… Zihnimi her gece başka başka hastalıklı hale sokuyorum bu toplum için.
Keşke, yoksa, çok isterdim gibisinden şunu demeyi…
“Auralı migrenim tuttu.”
Çünkü ben bu kadar acımasız olacaksa gerçekten olmuş olan “gerçek”ten de nefret ediyorum.