Acı Bir Kayıp
Gazetedeki haberi okuyunca içim cız etti. Kadim bir dostu kaybetmiş gibi hissettim kendimi. Elimde gazete, öylece kalakaldım.
'Son Daktilo Fabrikası da Kapısına Kilit vurdu' diyordu başlıkta. Yuvarlak tuşlu, eski bir daktilo fotoğrafının üzerine de 'Son Daktilo Fabrikası da Bilgisayarlara Tuş Oldu' yazısını gömmüşlerdi beyaz harflerle...
Dünyanın son daktilo fabrikası Hindistan'daymış. Geçen sene sadece 800 adet daktilo satılınca üretimi durdurmaya karar vermişler.
Benim dört tane daktilom var. Gerçekten. Hepsi de çalışır vaziyette. Yalnızca birinin satır arası kolu arızalı. Onu da elle ayarlayabiliyorum.
İki tanesini ben aldım bu daktiloların. Diğer ikisi hediye. Biri dört sene evvel, diğeri ise geçen sene hediye edildi bana daktilo manyaklığımı bilen insanlar tarafından. Her iki arkadaşım da ev taşırlarken yeni evlerine götürmek istemediler onları, fazlalık, gereksiz eşya olarak gördüler. 'Sen böyle şeylere meraklısındır, eğer...' dedikleri anda 'İsterim' diye atladım. İşin güzel yanı dördü de değişik marka ve değişik renkte...
Gazetedeki bu 'vefat ilanı' yıllar öncesine götürdü beni. Öğrencilik yıllarıma... Bin dokuz yüz seksen ikiye... Vay vay vay... Otuz yıl olmuş ilk daktilomu alalı...
O zamanlar amatörce öykü yazıyorum, daha doğrusu yazmaya çalışıyorum. Dönemin çok satan bir mizah dergisinde ara sıra öykülerim, kısa yazılarım çıkıyor. Gerçekten çok satıyor ama dergi. Dünyanın en iyi satan üçüncü mizah dergisi filan diyorlar. Birincisi ABD'de Mad, ikincisi SSCB'de Krokodil, üçüncüsü de bu bizdeki. Tirajı bir aralar dört yüz elli, beş yüz bine vurmuştu hatırladığım kadarıyla. Şimdi bir dergi on bin sattı mı yayıncılık başarısı olarak görülüyor.
Dergi karikatür ağırlıklı olmasına karşın haftada bir adet de öykü yayınlıyor. Bizim gibi yazmaya meraklı gençler de dergiyi öykü bombardımanına tutuyoruz. Gelgelelim, derginin gönderilecek öykülerin değerlendirmeye alınabilmesi için bir kaç şartı var: Gönderilecek öyküler daktilo ile yazılacak ve üç sayfadan kısa, beş sayfadan uzun olmayacak. Uzunluğu, kısalığı ayarlarız, sorun yok... da daktiloyu nereden bulacağız!.. O zamanlar şimdi her evde bir bilgisayar olduğu gibi her evde bir daktilo yok. Bırak her evi, her mahallede bile yok. O zamana kadar daktilo denen aleti bir kez noterde, bir kaç kez de bir resmi kurumda (karakolda, ifademiz alınırken) görmüşüz. Bırak sahip olmayı, tuşuna basmışlığımız yok. Bir bilene sordum niye ille de daktiloyla yazılmasını istiyorlar öykülerin diye. Elle yazsak olmaz mı? 'Kolay okunması için' dedi bir bilen. 'Hem okuyan hem de dizenin kolay okuyabilmesi için... İşleri güçleri yok da milletin el yazısını çözmek için mi uğraşacaklar?'
Bir yerlerden daktilo ile yazılmış bir sayfa buldum. Oturup tek tek önce satırları sonra da kelimeleri saydım. Üç daktilo sayfasından kısa, beş daktilo sayfasından uzun olmayacak bir metinde kaç satır, kaç kelime olması gerektiğini hesapladım. Oturdum öykülerimi buna göre yazdım. Beyaz kağıda, inci gibi bir yazıyla (Övünmek gibi olmasın yazım çok güzeldir). Önemli olan öykünün uzunluğu ve yazının okunabilitesi (Tabii ki Türkçede böyle bir kelime yok, bir tarafımdan uydurdum) değil mi? Değilmiş!.. Güzelim öykülerim yayınlanmadı. Yayınlananlara bakıyorum, benimkilerden üstün bir tarafları yok. Hatta benim yazdıklarım bunların çoğuna basar. Ne yapsak nasıl yapsak da bir yerlerden daktilo bulsak? Polis dayımız, noter amcamız filan da yok ki! Satın almayı hayal bile edemiyorum. O zamanlar asgari ücret (yanlış hatırlamıyorsam) on iki, on üç bin lira filan. Orta halli bir daktilonun fiyatı ise yirmi, yirmi beş bin lira civarında. Dargelirli bir ailenin çocuğu olarak, evi geçindirmek, bizi okutmak için tek tabanca gece gündüz demeden çalışan bir babadan böyle bir şey talep etmek abes. Abeslik şöyle dursun, herşeyden önce ayıp, günah.
Kızılay'da, İzmir Caddesi ile Gazi Mustafa Kemal Bulvarı'nın kesiştiği noktada o zamanlar büyükçe bir kırtasiye var. Camekanına birkaç tane de daktilo koymuş. Beyaz, turuncu ve yeşil renklerde. Turuncusu pek güzel görünüyor gözüme. 'Param olursa hep soğanın cücüğünü yerim' diyen gariban gibi ben de param olunca o turuncu daktiloya sahip olma hayalleri kuruyorum. Her Kızılay'a gidişimde ne yapıp edip o kırtasiyenin önünden geçiriyorum yolumu. Camekanın önünde dakikalarca durup o güzelim şaryosunu, o zarif şeridini, o muhteşem tuşlarını seyrediyorum. Parmaklarımın o tuşlarla buluştuğu, seviştiği anları hisseder gibi oluyorum. Sevgimin karşılıksız olmadığını biliyorum. Benim onu istediğim kadar onun da beni istediğinden hiç şüphem yok. Biz birbirimiz için yaratılmışız.
Birgün ablamla Kızılay'da işimiz var. Okulunu yeni bitirdi, iş başvuruları yapmak için sağlık belgesi, savcılık kağıdı vs. alması gerekiyor. Beraber gidiyoruz bazı yerlere. Ben yine ne yapıp edip rotayı 'Turuncu'yu görecek şekilde ayarlıyor, yolu gereksiz yere uzatıyorum. Ablam akıllı kız, numaramı yemiyor. Niyetimi itiraf etmek zorunda kalıyorum. Kırmıyor beni, beraber gidiyoruz kırtasiyeye. O da en çok Turuncu'yu beğeniyor.
Günler günleri kovalıyor. Turuncu Kızılay'da, ben Bahçelievler'de. Kavuşamıyoruz bir türlü. Nasıl kavuşacağımız konusunda da zaten hiç bir fikrim yok. Ben yine hikayelerimi yazmaya devam ediyorum. Bloknotlara, ajandalara. Hele birkaç tane daha biriksin de, buluruz bir yolunu daktiloya çekmenin diye kendimi teselli ediyorum.
Ankara'nın döt donduran ayazından kaçıp eve sığınıyorum bir akşam. Sobanın yanına konuşlanıyorum hemen. Babam henüz gelmemiş, Annemle Ablam mutfakta akşam yemeğini hazırlıyorlar. Ablam bir ay kadar önce işe başladı. Bir kamu kuruluşunda. Memnun, gidip geliyor.
Annem sesleniyor bir ara, 'Yemek neredeyse hazır. Baban da gelir şimdi. Hadi git üstünü değiştir.' Üstümü mü değiştireyim? Duyan da akşam yemeklerini smokin papyonla yediğimi filan sanacak. 'Ne değiştirecem yaa. Kirli değil üstümdekiler' diye itiraz ediyorum. 'Oğlum, dışarısı çamur içinde. Git odana da temiz bir pantolon giy bari' diye anlamsızca ısrar ediyor Annem. 'Misafir mi gelecek?' diye soruyorum. 'Temiz giyinmek için ille de misafir mi gelmesi lazım?' diye bir de laf yiyorum. O sırada elinde birkaç tabakla ablam çıkıyor mutfaktan. Yanımdan geçerken gözgöze geliyoruz. Aniden kaçırıveriyor bakışlarını. Allah allaaahhh... Var, bir şey var bugün bunlarda ama ne? Arkasından bakakalıyorum öylece. Tabakları masaya yerleştirdikten sonra mutfağa dönerken yüzüme bile bakmıyor. Kahvaltıda bir dallamalık mı yaptım diye düşünüyorum. Kızdırdım mı acaba? Kırdım mı? Bir şey yaptığımı da hatırlamıyorum. Sabah işe gitmek için çıktığında gayet iyiydik. Şimdi ne oldu peki? Eve geleli daha beş dakika olmadı. Bu süre zarfında konuştuğum topu topu üç cümle. Onlarda da olay çıkaracak birşey yok. Bu sefer Annem çıkıyor mutfaktan elinde salata kasesi ile, 'Sen hala üstünü değiştirmedin mi?' diyor yanımdan geçerken. Hey yarabbim, değiştireyim de gönlü olsun bari diyerek odama giriyorum. Aralık kalan kapıdan Annemin sesi de sızıveriyor içeri, 'Sıranın önündeki sandalyenin üzerinde.' Sandalyenin arkalığına dikkatlice koyulmuş, lacivert bir kadife pantolon görüyorum. Onun altında bir de kot pantolon. Annem 'Ablan bugün ilk maaşını aldı' diyor. Ablam... Güzelim... Kadifeyi giyiyorum önce. Cuk oturuyor üzerime. Kotu denemek için çıkarıp, sıramın üzerinde duran Turuncu'nun üzerine bırakıyorum. Evet, kot da süper uydu. Ne? Ne yaptım demin ben? Sıramın üzeri... Turuncu... Turuncu mu? Kadife pantolonu Turuncu'nun üzerine mi koydum? Ben iyi değilim. Turuncu diye diye en sonunda cozuttum, devreleri yaktım. Pantolonu masanın üzerinden kaldırmaya korkuyorum. Kaldırırsam da ya Turuncu orada yoksa? Ya kaldırır kaldırmaz kaybolursa? Ya hiç orada olmamışsa? Ne yapacağımı bilemez durumda salak salak etrafıma bakınırken gözüm yatağımın üzerinde duran kutuya takılıyor. Mukavva kutunun üzerinde kocaman siyah harflerle 'Silver Reed' yazıyor. Hızla yakalayıp çekiveriyorum lacivert kadife pantolonu. Turuncu çıkıveriyor bütün güzelliğiyle altından.
İnsan öykünün başlığını okuyunca önce bir önyargıya kapılıp vah vah herhalde önemli biri öldü diye düşünsede baştan, öykünün satırları arasında ilerleyince bunun böyle olmadığını algılıyor. Okuyucuyu olabildiğince şaşırtmak usta kalemlerin işi olsa gerek. Gençlik yıllarında yazmaya meraklı bir delikanlının, hele ki o zaman internet ve bilgisayarın esamisinin okunmadığı zamanlarda, bir daktilo için yanıp tutuşması ve aile içinde yaşanan olaylar hafif de nükte katılarak çok güzel kaleme alınmış. Usta işi bir yazı kutlarım Mehmet bey devamınıda bekleriz...👍