Akasyanın Pseudo Hayatı
İş yerimin bana tahsis etmiş olduğu mütevazı odamın masama en yakın penceresinin hemen önündeki akasya ağacının kış vakti buz tutmuş dallarını, yaz gelince börtü böceğe, kuşlara, her türlü kanatlı, kanatsız canlıya yuva olan yemyeşil halini bir komşu mesafesi ile zaman zaman izlerim. Budama dolayısıyla boyu olması gerekenden bir miktar kısa olan bu ağacı, doğanın döngüsüne uyum eden, başına buyruk olmayan sade bir üye gibi görürüm. Sonbaharın iyiden iyiye renklerin hakimi gibi davrandığı şu günlerde, ona her baktığımda birbirini izleyen birkaç saniye içinde ikişer üçer yaprak düşürdüğünü fark ettim.
Son aylarda, bu tanışıklığın, yazmaya meyilli bünyemde can bulacağını ve onu bir gün anlatacağımı düşünerek bir görev bilinciyle daha dikkatli incelemeye başladım. Dikkat etmek, bir eve girip mücevher yerine, içinden o an gelen bir itkiyle keman çalan bir hırsızın onu virtüöz olmaya götüren bir süreci utançla hatırlaması gibi yöntem konusunda sonradan nahoş gelebilecek kazanımlar sağlayacağından, gördüğümü görmemiş olmayı dileyeceğim bir durum olmamasını istiyordum. Buna rağmen daha ilk incelememde, ağacın gövdesinden çıkan iki ana daldan birinin, az önce bahsettiğim budama dolayısıyla güdük kaldığını ve bu asimetrik görüntüye, bir de daldan çıkan birkaç yan dal demeye dilimin varmadığı cılız oluşumun eklenmesiyle daha da acıklı bir görüntüye vesile olduğunu üzülerek gördüm. Doğrusu bu ağaç, açık bir biçimde sakat, yaralı, görmüş geçirmiş, nebat yaşamın çirkin yüzü ile kucaklaşmış bir ağaçtı. Ona, yanan ormanları anlatsam, belki ağaç inancı gereği cehennem tasviri yapmış olurdum. Nihayetinde ne o benim dilimi konuşuyor ne de ben bir ağaç olmasının ötesinde, onu antropomorfizme tabi tutma gereği duyardım. Kısaca ağaç ağaç, ben de bendim.
Tuhaf olduğu kadar ilgi çekici monologlar gerçekleştirdiğim bir gün, ağaçtan yaklaşık iki yüz metre ötede, yeşil renkli bir duvarın yükseldiğini görmemle ilgim bir anda ona yöneldi. Tuhaf olan, duvarın bütünlüklü bir biçimde bir bina ile olan bağını gösteren bir belirtecin olmamasıydı. Hemen sağ ve solundaki iki kavak ağacı sanki ölümsüzlük bekçileri gibi ona eşlik ediyordu. Aslolan uyumsuzluğu ile bir sanat yapıtı gibi yükselen bu eski püskü yapıya karşı aniden gelişen bir çekimle ellerimle dokunma arzusunu yoğun bir biçimde hissetmeye başladım. Kireç kokusunu, efendime söyleyeyim ellerimi üzerinde gezdirirken o kuru ve tırtıklı dokuyu adeta hissediyordum. Ağacı böylesine titizlikle incelememiş olsam yeşil duvar bunca ilgimi çekmeyecekti. Oysa şimdi kimsenin uğramadığı bu ıssız yerde tek başına yükselen bu duvara karşı saygıyla karışık hayranlık beslemeye çoktan başlamıştım. Huzursuzluk verici olan yegáne ayrıntı, onu okşadığımı ve yanağımı dayayıp kalp atışını dinler gibi bedenimi yaklaştırdığım anları kimsecikler görmemeliydi. Bunun için bir plan yapacak olmanın heyacanını duyarak koltuğuma oturdum. Boğazım kurumuştu. Telefonla kendime bir çay söyledim. Çalışanların yemeğe gittiği bir öğlen gizlice binadan çıkıp pekala kimsenin görmeyeceği anlarda önce güdük dallı akasyayı ziyaret eder, ardından hızla duvara doğru yürümeye başlardım. Yanına varınca, uzaktan ufak görünen bu yapının aslında ne kadar ihtişamlı olduğunu fark eder, bir çırpıda onunla olduğum dakikaların eşsizliğine sığınarak belleğime onu iyice kazır, sonradan uzaktan uzağa izlediğim zamanlarda bile o görüntüleri aklımın gizli köşesinden tutup çıkarırdım.
Günler günleri kovaladı. Havaysa giderek soğuyordu, bense her gün, planımda ufak değişiklikler yaparak ertesi gün mutlaka uygulayacağıma dair kendime sözler verip mesaimi sonlandırıyordum. Oysa biri canlı, diğeri cansız olmak üzere bu iki varlıkla arama bir kara delik girmiş gibiydi. Bense o deliğe düşersem bir daha çıkamama ya da ilk ziyaretin daha sonra sayısız ziyarete neden olacağını içten içe bilmenin korkusunu mu duyuyordum, emin değildim. En iyisi onları hiç düşünmemekti. Ağaç çirkin, duvarsa bir binaya dahil olmayarak işe yaramaz görünüyordu. Hem ne diye böylesine bir riske girecektim ki. Belki acele ettiğinden ayağım takılıp düşecek ya da o öğlen midesindeki tatsızlık nedeniyle yemeğe gitmeyen bir çalışanın pencereden bana doğru hizalanmış gözleri ile karşılaşacaktım. Bunlara gerek yoktu. Kararımı vermiştim.
O günün gecesinde bir rüya gördüm. Rüyamda duvarın önünde dua ediyordum, hemen ardından ağacın cılız kolunu alıp boğazıma doladım ve toprağa öylece uzandım. Sabah uyanınca her zamanki gibi işe gittim. Pencere camını açtım, cılız dala dikkatlice baktım, o da karnımı enine kesen uzun ameliyat izime bakıyor olmalıydı ki,
"Geçmiş olsun" dedi. O sıra iki yaprak düştü. Birine ismini verdim.
Gizli bir geçitten geçmiş gibi, doğanın sesini hissedebilmek, cansızlığı canlandırabilmek.. Ve kaleminiz okura bir anektod izletir gibi yazıyı yaşattı diyebilirim. Kutlarım kaleminizi
Bahar hanım iyi bir kalem ve güzel eserlere imza atıyor kutlarım