Almanlarla Westerlant Treniyle Yolculuk
Doksanlı yılların başları, yine Almanya'dayız. Türk öğretmeni olarak yeşillikler diyarı bu ülkede tren yolculuklarında geçecek öykümüz. Söze başlamadan eğitim ataşemizin uyarılarını hatırlayalım öncelikle. Yozgatlı ataşemiz Abdurrahman Bey, öz güveni tam, otuzlu yaşlarında, siyah kıvırcık saçlı, gözleri ışık saçan esmer tenli tipik bir Orta Anadolu yiğidi. Etkili ve güzel bir Türkçe ile konuşuyor. Almancası da dört dörtlük.
'Arkadaşlar, her şeyden önce bu ülkede hepimizin can güvenliği önemli. Maalesef Almanya'da yurttaşlarımıza karşı hoş olmayan muameleler yapılıyor. Siz öğretmen arkadaşlara güvenim tamdır. Biliyorum bu uzak diyarlarda görevinizi hakkıyla yapıyorsunuz... Bizler iyi bir ekibiz. Sadece öncelikle kendinizi saklayın. Okullara giderken kravat takmayın, takım elbise giymeyin. Öğretmen olduğunuzu olabildiğinizce saklayın. Panka diye adlandırılan Adolf'un çocuklarına hedef olmayalım!'
Almanya'da yabancı düşmanlığı kesif bir sis gibi hissediliyordu. Bir zamanlar marşlarla karşılanan göçmen işçilere ihtiyaç duymuyordu Alman sanayii. Kendi gençleri yetişmişti. Üstüne üslük Berlin Duvarı yıkılmış binlerce doğu Alman işsiz olarak batı Almanya'ya göç ettiği yıllar yaşanıyordu.
Öğretmenliğimin ilk günleri, dersteyim. Öğrencilerimin Almanya'da doğmuş. Almancayı anadilleri gibi konuşuyorlar. Sohbet arasında 'Guten morgen' dedim. Samsunlu bir kızım güldü. Niçin güldüğünü sordum.
'Öğretmenim Almancayı çok kaba konuşuyorsunuz!'
İş iyice başa düştü. Almanlarla her platformda konuşma pratiği yapmadan başka çıkar yol yok. Madem buralardayım, isteyerek ve de nice köprüleri geçerek geldim bu ülkeye. Bir biçimde bu dili gereği gibi öğrenmeliyim...
Zaten evde her tarafı kalıp Almanca cümlelerle bezemişim! Hem Alman mantalitesini tanımak hem de güvenliğimi riske sokmamak adına tren yolculuklarında kısa süreli de olsa Alman yolculardan niçin sohbet arkadaşı edinmeyeyim diye bir kanaat oluştu bende... Bu imkânı kullanmak hiç de fena olmazdı. Westerland treni ile Hamburg'a sık sık gitmem gerekiyor. Yolculuk bir saate yakın sürüyor.
Tren yolculuğu güvenli, kompartımanlar çoğu kere boş... Yalnız ya da ikili- üçlü oturan, tavırları rahat olan bayanları seçiyorum sohbet için. Kalıp cümleler dünden hazır...
'Günaydın hanımefendi... Umarım sizi rahatsız etmiyorum? Fark etmişsiniz benim yetersiz Almancamdan, yabancıyım. Üzgünüm, ülkenizde güzel dilinizi yetesiye konuşamıyorum. Türk öğretmeniyim. Bana zamanınızı ayırırsanız sizinle sohbet etmek istiyorum. Dilinizi biraz daha güzel konuşmak adına çaba harcamaktan öte bir amacım yok... '
Böylesi sözlerle konuşmaya başlardık. Yolculuğun nasıl geçtiğini çoğu kez fark edemezdik sohbet arkadaşımla... Arkadaşlığın en uzunu bir saatle sınırlı olurdu. İstasyona varıldığında 'evli evine köylü köyüne' yollarımız ayrılırdı.
İnsan her yerde insandır. Ön yargı yoksa beyinde, ruh arı ve safsa; her yaşta, her milliyette kadın-erkek ayrıma yapmadan insanlarla iletişim kurmak hiç zor değil. Hele kadınlar kendilerine yaklaşan erkeklerin niyetlerini hissederler çoğu kez diye inanırım.
Benim teklifime hemencecik cevap gelirdi,
'Naturlich' (elbette) ile başlardı diyalog. Hamburg'tan çalıştığım eyalete dönüyorum. Genç, tipik sarı saçlı bir kadınla tanışıyoruz. Gözlerinin rengini adeta ülkesinin koyu yeşil çayırlarından almış. Entelektüel bir havası var. Öğretmen olduğumu da söyleyince ve de Türk olduğumu belirtince akan sular iyice durulaşıyor. Daha çok soru-cevap şeklinde geçiyor muhabbetimiz. Zaten uzun cümleler kurmak ve de anlamak mümkün değil benim için. Kim bilir ne kadar büyük hatalar yapıyorum güzel konuşmak adına. Şu durumu gözlemledim; Almanlar ülkelerindeki biz yabancıların özellikle konuşmalarımızdaki eksikliklerden yana hiç olumsuz tavır koymuyorlar. Alman kadın ülkesini beğenip beğenmediğimi soruyor. Beğenmemek ne mümkün. Bu kez ben başlıyorum sorularıma.
'Kiel'de oturuyorum. Bir bankada çalışıyorum. Beyim bir AVM'de güvenlikçi. Hırsızlık olayları olduğunda, hırsızları yakaladığı zaman ek ücret alıyor...'
Almanya gerçekten aşırı göç alan bir ülke. Arjantin, Hindistan, Pakistan gibi ülkelerden Afrika'nın hemen her yerinden sığınmacı görmekten öte İtalyan, Yunanlı ve yavaş yavaş Doğu Almanya ve Polonya'dan gelenler sığınmacılar çok fazla. Ülkemiz hakkında sorular soruyorum arkadaşa. Sanki ülkemde çalıştığım okuldaki kadın arkadaşlarımla sohbet ediyorum. Ne benim ne de sohbet arkadaşımın kalbinde en küçük bir olumsuz düşünce yok.
Türkiye'ye iki kez geldiğini, güneşi, denizi ve kumsallarımızı hele insanlarımızın sıcakkanlı olduğunu anlatıyor. Antalya'yı gördüğünü, Torosların yükseklerinde yaşayan yurttaşlarımızın aşırı yoksul olduğuna görmüş. Ha bire anlatıyor. Ülkemizi benden fazla gezip dolaşmış... Benim kelime dağarcığımda ne kadar Almanca kelime varsa kurduğum cümlelerde harcıyorum. Bu kez klasik romanlardan sözü açarak ortak bir konu bulmaya çalışıyorum. Anna Karerina'yı okuyup okumadığını soruyorum. Kadın birden şaşırıyor.
'Ah so, Anna Katerine!' Almanlar Bizlerin yıllarca Kararina diye adlandırdığımızı Almanlar Katerina diye söylüyorlar. Gelecek yıl Kolombiya'da tatilini geçireceğini anlatıyor. ' Ne işin var bu uzak ülkede?' Diyorum.
'O insanların yaşayışlarını yakinen görmek, tanımak istiyorum...' Ortalama her Alman yurttaşı iki yılda bir kez tatilini yabancı ülkelerde geçirebiliyor. Yolculuk bitiyor. Sempatik sohbet arkadaşımın;
'Teşekkür ederim, Almanca konuştuğunuz için.' Cümlesi son sözleri oluyor.
Bir başka seyahatimde Hamburg'dan kuzeye gidiyorum, çalıştığım küçük kentime. Bu kez kompartımanda hayli yaşlı bir kadın, yanında gençliğe adım atma yaşlarında torunu ve genç bir kadın var. Berlin duvarı henüz yıkılmış. Doğu Almanya'yı deyim yerindeyse Batı Almanya adeta satın almış. Doğudan batıya akın akın göç başlamış. Doğu yoksul düşmüş, fakirleşmiş. Sistem değişmiş, ekonomik çöküntü yaşanmış.
Almanlar Kara Deniz'de gemileri batmış kaptanlar gibi sessiz, karamsar bir durumda oturuyorlar. Sisli-puslu günler yaşanıyor. Güneş küsmüş iyice, gökteki kara bulutların arkasına saklanmış. Yakında gözükeceği şüpheli. 'Bana ne yağmurdan kardan...' Almancamı geliştirmek öncelikle dileğim. Selamlaşma faslını geçiyoruz. Yavaş yavaş bulutlar dağılıyor, kompartımanımızda kırk yıllık dostlar gibiyiz. Genç kadın Doğu Almanya'dan, batıya ilk gelişi. Yardıma muhtaç. Benim konuşmamı hayli beğeniyor. Yaşlı teyze ırktaşına yüklü bir para yardımda bulunuyor. Benim istasyonuma yaklaşırken hoş duygularla vedalaşıyoruz. İnsanlar konuşa, hayvanlar koklaşa anlaşır sözünü boş yere söylememişler. Kışa süren yolculuk kendi adıma dopdolu geçti, üstelik yoksul kadının da sohbetimiz nedeniyle cebi azıcık ısınmıştı. Tıpkı yaşlı nine ve torununun üşüyen kalplerinin ısınması gibi...
Bir başka gün Hamburg'a gidiyorum. Aralık ayı sonları. Kuzey Almanya kutba hayli yakın. Günler iyice kısa, güneşi görmek uzak bir hayal. Sabahın erken saatlerinde başladı yolculuğum. Kompartımanda çok az yolcu var. Zaten her zamanki gibi kalabalıklardan kaçıyorum. Orta yaşlı, oldukça yapılı bir kadın bu kez sohbet arkadaşım. Tanışma kısa sürdü. Muhabbet dallandı, budaklandı. Sohbet arkadaşım Hamburg'a yakın bir istasyonda ineceğini, teyzesini ziyaretten döndüğünü anlatıyor. Yanımıza siyah saçlı, orta boylu bir adam yaklaşıyor. Benimle Türkçe konuşmaya başlıyor. Arkadaş, nerelisin, Türkiye'nin hangi şehrinden düştün buralara demeye kalmadı, siyah saçlı yeni sohbet arkadaşım başladı anlatmaya:
'Ben Yunanım, Büyüklerim Bursa'dan Yunanistan'a göç etmişler. Babam Türkçe bilirdi. Dilinizi babamdan öğrendim.'
Gerçi çalıştığım küçük kentte Yunanlı aileler vardı. Onlar bizim derneklere gelirlerdi. Aralarımızda dostça muhabbetler olurdu. Çok az Türkçe, Almanca derken şaka-şenlik içinde hoş vakitler geçirirdik komşu ülkenin yurttaşlarıyla. Trendeki komşu ise dilimizi rahatlıkla konuşuyordu. Bu kez Almanca'yı bir tarafa bıraktım. Fiziki yapısıyla bizlerden hiç farkı olmayan 'komşu' bana daha ilginç gelmişti. Sohbet güzel gidiyordu. Şöyle bir soru takıldı aklıma:
'Hristo, Atatürk, bilirsin sizin orda Selanik'te doğmuş. Ünlü bir Balkanlıdır. Hemşeriniz sayılır. Atatürk'ü seviyor musun?' Adını yeni öğrendiğin 'komşu' sorumu kelimesi kelimesine şöyle yanıtladı. Yüz hatları biraz değişti.
'Ben, Atatürk'ü nasıl seveyim!'
Zaten kısa mesafeli olan yolculuğum az sonra bitti. Sohbet arkadaşlarıma veda ederken bir yandan da düşünüyordum Atatürk'ü bir Yunanlının sevmemesini anlarım. Peki, yıkılan, işgale uğrayan bir koca imparatorluğun külleri üzerinden yepyeni bir devlet kuran bir lideri bazı vatandaşlarımızın sevmemesine ne demeli. O'nu hepimizin aynı oranda sevmesi gerekmez. Lakin 1683 İkinci Viyana bozgunuyla başlayan yenilgi ve geri çekilmeleri Polatlı yakınlarında sonlandıran çok yönlü dünya liderine hoş olmayan sözler etmenin tanımına nankörlük denir bu topraklarda. Nankörlük payesiyle damgalanmayalım olmaz mı?