Almanya Hayali (b.ö.r.-19-)

Öğrencilik yıllarımızda yurdumuzdaki iklim çeşitleri işlenirken Karadeniz Bölgesi için klasik şu tümce söylenir: Yazlar serin, kışlar ılık geçer. Her mevsimde yağmur yağar. Yaz mevsimlerini Ardahan'a yakın olan kendi köyümde yaşarım sürekli. Bizde yaz mevsiminde sahillerdeki kadar yağmur almaz. Kış mevsimlerinde Trabzon'da kışlar olabildiğince yağmurlu geçer. Günlerce güneş yüzüne hasret yaşadım öğretmenlik yıllarımda Doğu Karadeniz'in dağların yakınındaki vadimin yamacına kurulan garip köyümde. Sisten, pustan görüş alanı küçüldükçe küçülür insanın ruhu daralır. Gün uzar yüz yıl olur. Zaman bir türlü geçmez. Açık havalarda da ufkumuz oldukça dardır. Vadinin karşı dik yamaçları ve yamaçların bitiminde tepeler. Görüp göreceğimiz ufuk hepsi bu kadar. Bir halk türküsü deyişiyle: 'İki dağın arasında kalmışım,/ Ne gün görüp ne de murat almışım.' Örneği dağların arasında uygarlığın tüm verilerinden uzakta geçiyordu öğretmenlik günlerim.

Dersleri işlerken, öğrencilerle bütünleşerek zamanın akışı fark edilmiyor. Ya geri kalan zamanlar; hafta sonları... Uzun kış gecelerinde dünya ile iletişim kurabildiğim tek aparat radyo. Salı akşamları oynanan radyo tiyatrolarını dinlerken, Oskar kazanmış filmleri izlerken alınan zevke eş değer zevk duyardım. Kitaplar benim tek sadık dostlarımdı her zaman. Kitapların dünyasına daldığım zaman tüm sıkıntılarımı unutur, uçsuz tarifsiz kederler yaşamazdım.

Gündüzler, okuldan kalan zamanlarda öğrencilerimiz ve köy gençleriyle voleybol, futbol oynayarak günü değerlendirirdim çoğu kez. Okulumuzun üst tarafında yamaç bir bahçemiz vardı. Öğrencilerimizle kazma-kürek iş birliği yaparak bahçemizde bir voleybol sahası yaptık. On dört-on beş yaşlarında öğrencilerimiz var. Bedenen yapılan işlerimizde öğrencilerimiz en büyük yardımcılarımız. Her öğlen teneffüsünde iki öğretmen ve öğrencilerimizle kıran kırana voleybol maçları yapıyorduk. Bir de ormanın içinde çok küçük bir düz arazi keşfettik. Fazla güneş almayan, kıraç, ot biçilmeyen bir düzlük. Burada, yağmur, çamur demeden futbol oynuyorduk. Arkadaşım ve ben daha yirmili yaşlarımızın başındayız. Enerjimizi spor yaparak bazı günlerde komşulardan aldığımız kırma tüfeklerle ava giderek harcıyoruz. Ormanların derinliklerinde tavşan avlamaya çalışıyoruz. Avcıların av öyküleri ünlüdür. Biz avda sifte yapamadığımız gibi olağan üstü, dinleyenleri heyecanlandıracak öykümüz de olmadı.

Bölgenin birinci futbol liginde oynayan tek takımı Giresunspor'du. Trabzonspor henüz ikinci ligde oynuyordu. Nahiyedeki memurlar ve çevre köylerin öğretmenleri anlaşarak Giresun'a maça gittik. Fenerbahçe maçı vardı. Birinci ligde oynayan futbolcuları çıplak gözle görme olanağım olmamıştı. Fenerbahçeli futbolcuları, iri yarı, geniş omuzlu, adaleli birer Herkül olarak hayal ediyordum. Futbolcular sahaya çıktılar, hepsi normal birer insan. Hatta bazılarının bacakları gayet ince. Çoğu milli takım futbolcusu olan hayli uzun boylu ince bacaklı Fenerliler beni hayli şaşırtmıştı. Maçı, Giresunspor, Mazlum'un sağdan ortasına; bir yıl önce Trabzonspor'dan giden Necmi'nin kafa gölüyle bir sıfır kazanmıştı.

Böylece yurdumuzdan yeni bir il daha tanımış oldum. Uzun kış günlerinde monoton bir yaşam, yazın ise babamla birlikte çalışarak geçiyordu günlerim. Bir ara sınavlara hazırlanıp yükseköğrenim yapmayı düşündüm. O yıllarda üç yıllık eğitim enstitüleri vardı. Bu okullar orta dereceli okullara öğretmen yetiştiriyorlardı. Yüksek tahsil yapabilirsem il ve ilçelerde çalışıp uzak köylerde yaşadığım olanaksızlıkları ve gariplikleler yaşamam diye hayaller kurdum. Yirmi yaşında bir erkek çocuk babası oldum. Erkek kardeşimi yanıma alarak onun ortaokulda eğitim görmesine olanak yarattım derken birde kızımız dünyaya gözlerini açtı. İki çocuklu bir aile olmuştuk. Kardeşimin eğitimine devam etmesi gerekiyor. Bu koşullarda ailenin iki öğrenciyi okutacak maddi gücü yok. İlginçtir. Köyde maaşlarımdan biriktirdiğim paraları götürüp babama veriyorum. Babamda eline geçem paralarla yeni araziler satın alarak değerlendiriyor. Kış mevsiminde uygarlığın tüm olanaklarından yoksun köylerde öğretmenlik yapmak Rus yazarların romanlarında okuduğum sürgünlerin Sibirya yaşamları gibi bir olguydu. Güzel yurdumun köylerinin olanakları birbirinden farksızdı. Yolsuz, susuz, ulaşımsız ve elektriksiz köyler... Daha iyi koşullarda yaşamak için ne yapabilirdim?

Bin dokuz yüz yetmişli yıllarda bazı öğretmen arkadaşlar meslekten istifa edip Almanya'ya işçi olarak gidiyorlardı. O yıllarda, Almanya, ülkemizden binlerce işçi alıyordu. Bu işçiler, O ülkenin elverişli olanaklarını ballandıra ballandıra anlatılardı ülkemizde. Ellerinde teypli radyolar, başlarında fötr şapkalarıyla gurbetçi işçilerimiz anavatana tatillerini geçirmek için birer kral gibi dönüyorlardı. Ben de Almanya'ya niçin gitmeyeyim diye ciddi ciddi düşünmeye başladım. Yatılı okumuştum. Dört buçuk yıl zorunlu hizmetim var. Bu arada askerlik hizmetimi de bitirdiğimde acı vatan diye adlandırılan ülkeye gitmemem için arada bir engel kalmıyordu.

İlkokul öğretmenleri yaz aylarında birkaç ay askeri eğitim yapıp kalan süreyi de köylerde er öğretmen olarak çalışıp askerlik görevlerini tamamlamış oluyorlardı. Askerliğe çağırıldığım yıl bizi askeri eğitime tabi tutmadılar. Asker elbisesi giyip, karavanadan yemek yemek kısmet olmadı. Gerçi yatılı okuldaki disiplinli yaşamımız en az askeri disiplin kadar sıkıydı. Okulda üç yıl karavanadan yemek yemiştim. Yine de resmi asker elbisesi giyme, askeri kışlaların havasını teneffüs etme isteği içimde bir uhde olarak kaldı... Mecburi hizmetim bitmeden Almanya ülkemizden işçi alımını durdurdu. Böylece benim Almanya hayalin yıllarca geriye sarktı.


Askerlik yıllarım köyde geçince ateşli silahlarla yakın temasım olmadı haliyle. Fakat köyde silah boldu. Her gencin belinde bir silah vardı. Kentlerde kimlik cüzdanı neyse, köy gençleri için de silah oydu. Sohbet konuları içinde silahlardan bolca anlatılırdı. Hele mevsim uygunsa, bir açık alanda sohbet için üç-beş genç toplanmışsa silahlar ortaya çıkarılır. Hemen karşıya bir hedef dikilir. Başlanır hedefe nişan alma atışlarına. Öğretmen arkadaşla böylesi olaylara çokça tanık olurduk. Bizde atışlar yapardık genç arkadaşlarımızın tabancalarıyla.

Ülkede seçimler yapılıyor. Demokrasinin gerekleri yerine getiriliyor. Okulda öğrenciyim. Sene bin dokuz yüz altmış dokuz. Milletvekili seçimleri yapılacak. Başbakan Süleyman Demirel Trabzon'u ziyaret ediyor. Arkadaşlarla başbakanımızı izleyelim diye okuldan ayrıldık. Liman ve Çömlekçi Mahallesi propaganda için ayrılmış. Binler izliyor konuşmayı. Demirel anlatıyor.

'Muhterem Trabzonlular, Eskişehir'den geliyorum. Size, Eskişehirli vatandaşlarımın selamını getirdim. Buradan Diyarbakır'a gideceğim. Diyarbakırlı vatandaşlarıma siz aziz Trabzonluların selamını ilettikten sonra O'nlara diyebilir miyim, Trabzon burçlarına Adalet Partimizin kıratlı bayrağını diktim? Bu anayasa ile memleket iyi idare edilemiyor. Bana üç yüz milletvekili verirseniz, üçte iki çoğunlukla memleketimize daha iyi bir anayasa yapabilirim...' O yıllarda meclis dört yüz elli vekilden oluşuyordu. Demirel iki yüz elli altı vekil çıkararak seçimi kazandı. Bin dokuz yüz yetmiş bir martında bu ülke ikinci askeri darbe yaşadı. Demirel şapkasını alıp kenara çekildi. Ara hükümetler kuruldu. Askerlerin gölgesinde icraat yapan bu kukla hükümetler bin dokuz yüz altmış bir anayasasının bazı maddelerini değiştirdiler. O gün bugün geçen yıllar içinde ülkemizde anayasa değiştirme uygulamaları ve istekleri hiç bitmedi.

Gençler için idam sehpaları kuruldu. Ortaya Ecevit çıktı. Seçimler yapılacak. Ecevit'in halkçı sloganları hayli ilgi görüyor. Biz öğretmenlerde sohbetlerimizde siyasi konulara ucundan kenarından katılıyoruz. Öğretmenler olarak Atatürk ilkelerini benimsemiş olarak yetiştirilmişiz. CHP'yi kendi fikirlerimize yakın buluyoruz. Köylülerimiz ve muhtar Adalet Partili. Muhtarla ve halkla ilişkilerimiz üst düzeyde, sıkıntısız. Lakin muhtar sohbetlerde yarı şaka, 'Fazla konuşmayın, yirmi dört saat içinde eşyalarınızla sizi köyün dışına çıkarırım...'diyerek bize gözdağı veriyor. 'Köyde seçimi benim partim kazansın... Adalet partisi seçimi kazanacak. İktidar olacak partiyle çalışarak köyüme hizmet getirebilirim...' diyor muhtarımız. Köye acilen imam kadrosu alınacak. Kazın ayağı öyle olmadı. Seçim sonucu hükümeti Ecevit ve Erbakan kurdu. Olacak bu ya komşu köyde CHP seçimde birinci parti olarak çıkmıştı. O köyün muhtarı da köyüne imam kadrosu istiyordu. İmam kadrosu komşu köye verildi. Yıllarca ücret ödeyerek köyümüzde imam olan komşu köylü hocamızda bizi bırakıp kadrolu olarak kendi köyüne gitti. Köylülerimiz imamımızın gitmesine çok üzüldü. Bizim köyde de CHP'ye eski seçimlere göre iki kat fazla oy çıktı. Muhtarımız bu kez kurulan hükümete köydeki CHP oylarının artışını anlatarak imam kadrosu için söz aldı. Gerçekten seçimden altı ay sonrada köyümüze kadrolu bir imam atandı.

Seçimlerin külfetini bizler, uzak köy öğretmenleri çekiyorduk. Bahsettiğim seçimlerde ben komşu köyde görevlendirilmiştim sandık kurulu başkanı olarak. Bir gün önceden köye görevlendirildiğim köye gittim. Öğretmen arkadaşımım beni misafir etti. Seçimi tamamladık. Aralık ayında yapılıyor seçimler. Yatsıya doğru elime seçim torbasını aldım. Kırdan bayırdan yürüyerek araç yoluna indim. İlçe, bizleri almak için üstü kapalı arkası açık bir pikap göndermiş. Aralık soğuğunda iki saate yakın bir yolculuk sonucu ilçeye vardık. Ellerimiz üşümüş, parmaklarımız kalem tutmuyor. Saat yirmi dörde yakın seçim sonuçlarını teslim edebildim.

İlçeye gitmek tam işkenceydi. Nahiyeden kalkan dolmuşları kaçırmamak için çok erken kalkıp bir saatlik keçiyolu patikadan yürümek gerekir. Kış ortaları, günler kısa, geceler soğuk, yerler don. İlçeye gideceğim. Etraf aydınlanmadan kalktım. Koşarak bir an önce nahiyeye varmalıyım. Yol iyice eğimli ve kaygan. Birden ayaklarım yerden kesildi. Yola paralel hale gelip, sırt üstü yere serildim. Tüm iç organlarım adeta yerinden oynadı. Spor yapmanın faydası, vücudum düşmelere alışkın. Bir tarafımı kırmadan dolmuşlara kavuşabildim.

Avcılık, voleybol, futbol derken günler geçiyor. Güneyli arkadaşım kendi bölgesine atandı. Stajyer bir arkadaşla beraber çalışıyorum. Okulumuz araç-gereç yönünden hayli fakir. Köy bütçesinden hissemize çok az para kalıyor. Öğretmen okulunda okurken bir öğretmenimiz anlatmıştı. Okullara malzeme temini için varlıklı kişilerden yardım alınabilinir diye. Öğretmenler toplantısında deneyimli bir meslektaşımdan varlıklı bir vatandaşımızın adresini edindim. Nasrettin Hoca'nın göle maya çalması örneği bir mektupla okulumuzun durumunu anlatıp yardım talep ettim.

Aradan bir ay geçmedi. Nahiye PTT'sinden okulumuza büyük bir ambalaj içinde eşya geldiğini duydum. Velilerimden bir kaçıyla eşyamızı almaya gittik. Ambalajın büyüklüğü yüzümü güldürdü daha içindekilerini görmeden. Postacının hayranlıkla bakışları altında araçlarımızı köye taşıyacağımız biçimde küçük parçalara ayırdık. Neler var neler: haritalar, mevsimler şeritleri, tarih şeritleri, Fen Bilgisi dersi araçları... Velilerimle birlikte köye döndüm. Adına ilk kez bisiklet alınan çocuklar örneği mutlu olmuştum. Beni mutlu eden duyarlı vatandaşımız, gönderdiği araçların demirbaş eşya numaralarını kendilerine göndermemizi istiyordu. Hemen gerekli kayıt işlemini yaptım. Listemin yanına da bir teşekkür mektubu yazdım. Sizler gibi okullarımıza ilgi duyan yurttaşlarımızın olması biz köy öğretmenlerine yurdumuzun uygarlığın tüm olanaklarından yoksun uzak köylerinde çalışma azmi veriyor türünden cümlelerden oluşuyordu mektubum...

Sene başı öğretmenler toplantısında müfettişimiz: 'Okuluna en az üç adet demirbaş eşya temin eden öğretmene takdirname vereceğim demişti.' Ne tuhaftır teftiş için okulumuzu ziyaret eden aynı müfettiş sınıftaki araç gereçleri görünce şöyle bir söz söyledi: 'Sınıfınızı fazla araç-gereçle doldurmuşsunuz!' Hani ne denir, ört ki ölem! Uzak bir okulda böylesi araç-gereçlerle donatılması müfettişimizi şaşırtmış olmalı ki, takdirname konusu gündeme gelmedi. Teftiş raporumda klasik bir rapordu.
Teftişten birkaç gün sonrada okulumuzu ilköğretim müdürü ziyaret etti. Müdürümüz, babacan hoş bir insandı. Toplantılarda şöyle bir laf etmişti vücut dilini de kullanarak: 'Mesai zamanlarında köy öğretmenlerini ilçede gördüğüm zaman sanki o arkadaş kalbime bir hançer saplıyor.' Bazı şakacı arkadaşlar müdürümüzü taklit edip aynı hareketi yaparak bizleri güldürürlerdi. İlçeye maaş için daireye uğradığımızda müdürümüz bizi hoş karşılar, hal hatır sorardı. Konuğumuz okulumuza geldiğinde öğlen teneffüsüne çıkmak üzereyiz. Ellili yaşlarında sevecen müdürümüz terlemiş, yorulmuş. Hal hatır, derken sınıflarımıza şöyle bir baktı. Ne o, 'Ne kadar yeni ve güzel araçlarınız var sınıflarınızda... Hele şöyle abaküs merkez okulumuzda yok. Bu araçları okula temin için yazışmasını kim yaptı?' Gerçekten boncukları yumurta büyüklüğünde bir abaküsümüzde vardı okulumuza gönderilen araçlar arasında.

Eşim yemek hazırlığı yapıyor. Sobamızda ekmek pişiriyor. Müdürümüzü yemeğe zor durdurabildik. Bir an önce komşu köye gitmek istediğini belirterek, 'Siz şu yeni pişen ekmekten birazcık verin. Ben yolda yerim...' acele davranıyordu. Tabi bu hoş insanı elinde ekmekle yolcu etmedik. Tanrı mesleği öğretmenliğin ilk yıllarını yaşıyordum. Geçen yıllar içinde beni üzen nice olumsuzluklar gördüm ve yaşadım. Kesinlikle inanıyorum hak ettiğim halde kaç kez teşekkür, takdirname alamadım. Bu belgelerin belirli siyasi görüşü olanlara verildiğini ve yönetici seçerken o kişilere bu belgelerin avantaj sağladığı kurumda hep bilinen uygulamaydı. Yıllarca atamalarda, bilgiye, deneyime ve liyakate önem verilmedi gelecek kuşakları yetiştiren bu kurumda da. Tıpkı ülkedeki diğer kurumlarda olduğu gibi. Siyaset hep bilime üstün geldi benim güzel ülkemde. Ülke olarak birinci sınıf demokrasiyi yeşertmek için bu uygulamaları tez elden terk etmeliyiz. Bu bağlamda, ülke olarak, gelecekte güzel günler görmek adına; nimet ve külfetin eşit paylaşılmasını istemek çok fantezi bir görüş mü acep?

19 Haziran 2016 13-14 dakika 208 öyküsü var.
Yorumlar