Almanya'da Çocukluğum

Bir çerçeve… Pencereden bir çerçeve… Bir pencere vardır hafızamda.

Dışarıya bakardım. Sanki dışarıya bakan kendimi arkadan izliyorum bugün bile…

Havanın biraz da olsa açık olduğu günlerde Mustafa Usta’yı görürdüm pencereden. Araba tamircisiydi. Büyük bir hayranlıkla izlerdim aletleriyle çalışmasını. Hayatım boyunca sürecek olan tamir tutkusunun simgesi olacağını elbette bilemezdim o zamanlar. Kimbilir neler yaşamıştır, neler gelmiş geçmiştir başından. Belki de çoktan ölmüştür. Soyadını bilmediğim bir usta. Gerçek bir usta. Herşeyi tamir edebilen bir deha. Yeteneğin, el becerilerinin kişiliğe bürünmesi… Zaman ötesi bir figür… Nerede ölmüştür? Almanya’da mı? Yoksa bir gün geri döndüğü yurdunda mı? Ölmüş müdür? Hayır, o hep orada. O pencere çerçevesine sığan görüntünün içinde. Orada bir şeyler tamir etmeye devam ediyor. Aksini kimse iddia edemez.

O hep orada. Ya biz? Biz neredeyiz?

Ya siz?...

Çoçukluğumu yaşadığım düşsel çağlarda ve coğrafyalarda evler de içlerindeki insanlarla birlikte yaşardı. Zoraki süslemelerle, özel olarak düşünülmüş tasarımlarla, başkaları beğensin diye alınan eşyalarla biçimlenen mekanlar değildi onlar. Kendiliğinden gelişip, ihtiyaca göre dönüşüme uğrayan, soluk alıp veren, anıları hafızasında saklayan, yaşananlara tanıklık eden canlı varlıklardı. İnsanlarla birlikte yaşlanır, birlikte ağlarlardı. Ne tuhaftır ülkeler ötesindeki Almanya’daki bize ait olmayan evimiz de, yazları tatilde gittiğimiz anavatandaki köydeki evimiz de işte aynı bu özelliklere sahipti. Geri kalan tüm nitelikleri farklı olsa da…

Pencereden gökyüzüne bakardım; hep kapalı ve iç karartcı bir renge sahipti. Yağmur yağardı durmadan, pencerelerden sular süzülürdü. Sonra çevremdeki insanların gözlerinden yaşlar… Hep pencereden dışarıya baktım yağmur yağarken, arkama dönüp hiç bakmadım. Bu nedenle yağmurla beraber ağlayan insanları hiç görmedim. Ama biliyorum o gözyaşları hep akardı. Bense yağmur yağarken hiç ağlamadım. Hep yağmurun kendisi ağladı çünkü. Yetmez mi? Hepimizin yerine…

Yağmur yağar yeryüzünü yıkar. Tüm kiri pisliği alıp götürür. Ya ruhlardaki kiri? Onları da temizleyebilir mi acaba? Belki de gözyaşları da ruhumuzun yağmurudur.

Ve ölüm… Çıkacaktır karşımıza… Kainat biz olmadan da varlığını devam ettirecektir. Dünya bizsiz de sürüp gidecektir. Bundan yüz yıl sonra bu dünyayı paylaştığımız hiç kimse hayatta olmayacak. Anılarımızı ise -ne acı ve tuhaftır ki- cansız nesneler saklayacaktır. Belki çizilmiş portreler, belki mekanik araçlarla çekilmiş fotoğraflar, devingen filmler… Bunların da çok büyük bir kısmı zamana karşı koyamayacak ve yitip gidecektir. Hiç öyle güvenmesin kimse çektiği binlerce fotoğrafa. Kimin umrunda olacak, kim bakacak. Silinip yok olacak dijital ortamlardan. Basılı olanları içlerinden birkaç tanesi ayrılarak gerisi yakılacak. Hatta belki tam aksine o kadar çok olmasalar, zor bulunsalar saklayabilirdi çocuklarımız bir iki tanesini. Yine de yazdığımız yazı kağıda ruh verecektir. Film belki geleceğe bir fikri taşıyacaktır. Eski sinema filmlerini izlerken zaman zaman aklıma bir soru gelir. Bu insanlar şu anda yaşamıyor, bu mekanlar da yok artık; ya tamamen kaybolmuş ya da tanınamayacak kadar değişime uğramış. Peki bir şeyin aslı yitip gider de sureti nasıl kalır?

Evin ön penceresi Kindergarten’e bakardı. Bu sözcüğün “anaokulu” demek olduğunu ancak gerçek anlamının ise “çocuk bahçesi” şeklinde çevrilebileceğini sanki sonsuz bir zamandan beri biliyordum. Daha sonradan öğreneceğim üzere “anaokulu” anlamını koruyarak aynen Almancadaki yazılış ve okunuşu ile İngilizceye’de geçmişti. Anlamına yaraşır bir biçimde okul binasının önünde, bizim penceremizin baktığı yönde bir çocuk parkı vardı. Kumlarla serili alanın üzerinde kaydırak, salıncak ve benzeri diğer oyun araçları bulunuyordu. Sonra İvan vardı… Biz oynarken bazen çocuk parkına gelirdi. Kocaman, o güne kadar ve o günden sonra da görmediğim büyüklükte bir kurtköpeğiydi Ivan. Sahibi yaşlı bir Alman kadındı. O koşarak geldiğinde korkudan kaydırağa tırmanır ve orada beklerdik diğer çocuklarla beraber. Bazen merak ediyorum, İvan’dan daha büyük bir köpek gördüm mü aceba diye. İvan gerçekten gördüğüm en büyük köpek miydi? Yoksa anılara özgü bir yanılsama mı bu? Hiç sanmıyorum. Geçmiş çağlarda henüz insan yeryüzünde yokken veya gezegenin tek ezici gücü değilken doğaüstü, efsanevi bir yaratığın soyundan gelen bu hayvanın atalarının, ayılarla boğuştuğunu adım gibi biliyorum. Kindergarten’dan aklımda kalanlar düzenli spor salonu, araçla gittiğimiz yüzme havuzu ve taktığım, kulak tutacakları çengel gibi kıvrımlı dereceli yüzme gözlüğümdür. Uygarlığın çoğu zaman yanlış yolda ilerlediğine inanan biri olarak zaman zaman tersini düşünmeme neden olan lütuflarından biri… O dönemde başka pek çok ülkedeki çocukların kolay kolay bulamayacağı türden imkanlar sunulmaya daha anaokulundan başlıyordu, bir havuza gitmek mesela. Sonradan köyde çok yüzdüğümüz ve "öz" dediğimiz dere ile tamamen tezat oluşturuyordu. Hangisi daha iyiydi. Belki ikisi de... Ama doğayı her zaman daha çok sevdim.

Yıllar sonra Almanya’da yaşayan amcam gidip gördüğünü; evimizin ve çevresindeki diğer yapıların bazılarının yıkıldığını, yerine başka binalar inşa edilmiş olduğunu ama anaokulu ile parkın yerinde durmaya devam ettiğini söyledi. Alman yapıları daima sağlamdır. Öğrendiğime göre Finkenstrasse'deki o anaokulu bugün de kullanılıyormuş. Zihnimde yerine başka bir şey koyamadığım o alan sanki sonsuza kadar orada olduğu gibi korunacakmış gibime gelirdi. Daha doğrusu aksini hiç aklıma getiremezdim. İnsanın zihninde olduğu gibi koruduğu bir varlık nasıl olur da dönüşebilir ki? Anlayamıyorum. Gidip gözlerimle görsem de bir şey değişmez herhalde, çünkü orası zaman ötesi bir mekan olarak duruyor yerli yerinde. Bir gün yeniden gidip bıraktığım gibi bulacağım bir yer.

Evet Alman yapıları sağlamdır. Türkiye'ye kesin dönüş yaptıktan sonra yaşadığım mahalledeki Demiryolu Lojmanlarının büyük bir kısmının atölyeyi inşa eden Almanların şantiye binaları olduğunu öğrenecektim. Demek ki bazen Almanlar da bizim ülkemize işçi olarak gelebiliyorlardı. O binalar bugün de aynı amaçla (lojman olarak) kullanılmaya devam etmektedir.

Önce ninem işçi olarak gitmiş Almanya’ya. Bir köy kadını olsa da yıllar boyunca tek başına dilini bilmediği bir ülkede çalışmış. Türkçe “Yurt” manasına gelen “Heim”larda yani pansiyon benzeri yerlerde kalmış. Balık fabrikasına girmiş Bremerhaven’de. O günlerden kalma küçük sustalı bıçağı çantasında dururdu.

Bremerhaven… Almanya’nın kuzeyinde Bremen eyaletinin liman kenti. Soğuk kuzey denizinin etkisi altında zamanın donduğu yerdir. Hareket eden tek şey açılır kapanır köprüsüdür. Tekdüze ve belirsiz aralıklarla açılır, altından gemiler geçer köprünün boyunu aşan direkleriyle, sonra geri kapanır. Sıra arabalardadır tekrardan. Bir tepeden aşağıya doğru inerken mekanik dehanın ürünü olan bu akılalmaz düzeneği uzaktan görünce sevinir arabadaki çocuk. Gün batımında amatörce çekildiği için bütünüyle turuncuya boyanmış polaroid bir fotoğrafta üzerindeki sivri metal duyarga ile hafızıma kazınan Radyo Kulesi ise uzay araçlarının iniş kalkış talimatlarını veren, Güneş Sistemi içerisindeki tüm iletişimin merkezi olan bir yapıydı. Bugün değilse bile gelecekte…

Balığı çok severdi ninem, sürekli olarak kendilerine işyerinden ücretsiz olarak verilen balıkları veya konservelerini getirirdi. Özellikle de kasalarla getirilerek dökülen yığınların aralarına karışmış olan farklı türden balıkları, işlenen türden daha kaliteli bile olsa mecburen ayırmak zorunda oldukları için işçilere verirlerdi. Bir zamanlar Vikinglerin ahşap gemilerle dolaştıkları sulardan gelen gemiler balıkları limana indirirken başkaları da büyük firmaların işlediği kılçığı ayıklanıp dondurularak paketlenmiş veya konserve edilmiş balıkları Dünya’nın dört bir yanına taşımak üzere yüklenir ve yola koyulurlardı.

Sonra ölüm geldi. Ben hatırlamıyorum o günü, tıpkı yüzünü ve sesini hiç ama hiç hatırlamadığım gibi. Hatıralarına dair hiçbir şey yok hafızamda. Sanki silinmiş gibi hepsi. Belki hatırlayamayacak kadar küçük olduğum için. Bilim öyle diyor; üç yaşın altını hatırlamak çok zor hatta neredeyse imkansızdır. Bilinçaltı dedikleri o muammanın içinde gömülü belki de hepsi. Ama o karanlığın içinde bıraktığı ve adı anıldığında su yüzüne çıkan duygular güzel olduğuna göre demek ki iyi bir insandı ve beni, daha doğrusu o küçük bebeği çok severdi. Söylediği sözler çınlıyordur o hafıza denen dipsiz kuyunun derinliklerinde. Ancak yine de bir belki daha var. Belki de zihnin bulduğu özel bir çözümle tek başına yaşamaya uymanın bir yolu bu. Arkanızda bıraktığınız baba, size hep tek başınıza kaldığınızı anımsatacaktır bütün ömrünüz boyunca. Yalnızlığın eril tarafıdır bu ve ne yaparsanız yapın başka birine sığınarak giderilemez.

O bebek ben miyim peki? Yoksa geçmişin derinliklerinde kalan başka bir kişi mi artık o?

Ölümün çığlığını ve ağlamaları anımsıyorum sanki. Ama kesinlikle ağlayanları değil… Anlatılanlara göre çalıştığı balık fabrikasında üzerine devrilen kasaların kafasına çarpması sonucu ölmüş. Başında kask yokmuş. Türkiye’de Sivas Öğretmen Lisesi’ni bitirmiş. O okulda daha doğrusu aynı binada daha sonra ben de okudum. “Anadolu Lisesi” olmuştu adı bizim öğrenim gördüğümüz yıllarda. Kabakyazısı denilen tepedeki Osmanlı’nın son dönemlerinden kalma o taş binada. Sonra Almanya’ya gitmiş işçi olarak. Önceden gitmiş olan ninem sonradan onu da götürmüş. Adını andığımda, kendisinden bahsettiğimde sanki onu özlediğim sanılır diye korktuğum, bu durum duygusal bir zayıflığın belirtisi olarak anlaşılır diye endişe ettiğim insan. Bu kez (belki de bir kez) söylüyorum; babam… Ölümüyle tüm yaşamımı değiştiren kişi… Yalnızca duygusal etkileri bakımından değil, aynı zamanda fiili sonuçlarıyla da kaderimi etkileyen ve hatta yön veren ölümüyle tüm yaşantımda yankılanan bir isimdir.

Yıkılmayan, yılmaz ve hatta karakteri gereği umursamaz ve ağlamaz bir mitoloji kahramanı gibiydi dedem. Tüm mitolojik karakterler gibi onun da olumsuz yanları, kötü huyları, yanlış davranışları vardır. Onlar da yaşlanırlar, güçleri tükenir. Ama ağlamazlar. İstisnai olarak ağladıklarında ise gözyaşları bazan taş, bazan inci, bazan büyülü bir tılsım olur. Çünkü o kadar zordur onların gözyaşını bulmak. Ben hiç görmedim ağladığını. Ama ağlamış. Anlatacağım ağladığını. Ben sadece bana anlatılanları aktarıyorum. Bir akşamüzeri Almanya’daki evimizde masanın başında sofra kurulmuş ve yemeğe başlanmış, zaman zaman olduğu üzere ninem yine oğlunun geç kaldığı için işveren fabrikaya kızıyor ve gurbette yaşadığı için söyleniyormuş. Sonra yemek başlamış. Kısa bir süre geçmiş ki, kapı çalmış. Halam giderek kapıyı açmış ve karşısında bir Alman polis görmüş. Bir bakışta kimin ne karakterde olduğunu bile anlayabilme yeteneğine sahip olan dedem bu kez de olan biteni kimse bir söz bile söylemeden herkesten önce anlamış. Belki tanrısal bir lütuf ama belki de bir lanettir herkesten önce anlamak. Herkesten önce anlayan her zaman daha fazla acı çeker. Herkes şaşkınlıkla kapıdaki polise bakarken oradaki sonsuz sessizliğin içinde ve yukarıda sapsarı parıldayan çıplak ampülün ışığı altında dedemin elindeki kaşık masaya düşmüş. Derler ki dedemin yüzü o anda kapkara kesilmiş. Polisin evdeki doğru dürüst Almanca bilen tek kişi olan halama abisinin adını söylemesiyle birlikte gerisini kimsenin anımsamadığı bir karabasana dönmüş o sofra. Nereden geldiğini bilmediğim tiz bir çığlık duyarım benliğimin taa derinlerinden… O günden kalan anlaşılmamış bir korkunun yankısı mıdır? Kimbilir…

Ama korkacak bir şey yok. Ölüm herkese gelecektir. Ölüm her yerde ve her an vardır. Diyalektiğin bir gereği ve sonucudur. Alemde her şey zıddıyla mevcut ve ancak böylece anlaşılırdır. Ölüm olmasaydı doğumu ve hatta belki de yaşam kavramını anlayabilmek mümkün olmazdı.

Dışarıdan, evin arka bahçesindeki bir kapıdan girilen kilere dedemle birlikte giderek teneke bidonla alıp yukarıya çıkardığımız gazyağı ile ısınan o ev zamanın akışının düğümlendiği bir mekandır. Evdeki gazyağı sobası bir bilimkurgu filminde yer alan uzak bir gezegendeki araştırma istasyonunu ısıtmaya yarayan nükleer bir araçtır benim gözümde. Gizemli bir yerdir o ev, yaşamlar orada kesişir, olayların gidişatı oradan yayılır etrafına. Herşey orada başlamış ve orada çoktan bitmiştir benim için aslında. Anımsamaya gerek var mı? Aslında yok.

Annemi ve halamı mutfakta sofra kurmaya hazırlanırlarken anımsarım. Arkada Türkiye'den getirilmiş erzaklar yığılıydı.

Her katta karşılıklı iki daire bulunuyordu ve bunların giriş kapılarının yanında her iki ev için olmak üzere ortak birer banyo ve tuvalet yer alıyordu merdiven başlarında. 30’lu yaşlarımda Sovyetler Birliği hakkında izlediğim bir belgeselde ortaklaşa yaşamın bulunduğu bir sitede buna benzer evleri gördüğümde hiç de tuhafıma gitmeyişinin nedeni bizzat geçmişimde benzeri bir evde yaşamış olmamdır. Tek farkla bizim evimiz karşılaştırıldığında oldukça kibar denebilecek kadar düzgün ve birkaç katlı bir yapı iken izlediğim Sovyet sitesi bir dağı andıracak kadar büyük ve hantaldı. Üstelik ortak alanları bizdeki gibi yalnızca iki ev değil 10 hatta belki de daha fazlası kullanıyordu. Çünkü her katta kaç ev olduğunu bile tahmin etmek oldukça zor.

Bir de Doğu Almanya söylentileri vardı ki o yaşımda anlayamadığım tuhaf bir masal diyarından bahsediliyordu. Bir ülkeyi bir şehri ortadan ikiye bölen duvarlar, dikenli teller, kaçma girişimleri, tüneller, askeri kontroller… Ve daha bir sürü akılalmaz öykü… Düşünüyorum da insanlar şu Yeryüzünde ne acılar ne ızdıraplar yaşamışlar. Hem de neler uğruna, sonradan ortadan kalktığında akılalmaz gelen gerekçelerle.

Ziynet Annem her akşam iş çıkışı koşarcasına bize gelirdi. Hiçbir akrabalık bağımız olmayan ve gurbeti paylaştığımız bu Anadolu kadınının 11 çocuğu vardı. Ama buna rağmen Deniz yemek yemiyor diye işini gücünü bırakır bana yemek yedirebilmek için türlü çeşitli dil dökerdi. “Kömürcü geldi, tavana bak”… Dünyanın ıstırabı sırtında yüklü olarak yaşadı. Almanya’da türlü çeşitli acıları o da tattı. Ölüm onun da kapısını çaldı. İlk açanı aldı götürdü. Neredesin kömürcü? Ziynet Annemi bulsana bana. Ruhumuzdaki o kapkara isli ağırlıkları bir çuvala doldurarak alıp götürsene bacadan.

Yalan yok. Her şeyi olduğu gibi anlatıyorum.

Ardından göç vakti geldi. Başımı kaldırarak gökyüzüne baktım. Kurşun rengi, bulanık bir hava vardı. Bir kuş sürüsü gördüm çok uzaklarda, bugün gibi hatırlıyorum. Yaban kazı sürüsü, ok başı şeklinde dizilmiş ilerliyordu. Belki de ben yaban kazı olduklarını sandım, bilemiyorum. Nils Holgerson birinin sırtına binmişti. Ertesi gün, Heidi’nin dedesinin kulübesinin bulunduğu dağların eteklerinden geçtik. Bir nehir kıyısında gemiye binen Esteban ve Zia’ya uzaklardan el salladım. Dedem tüm pasaportları, oturum izinlerini, kazanılmış göçmenlik haklarını iptal ettirerek memleketine dönüyor ve bizi de yanında götürüyordu.

07 Eylül 2023 14-15 dakika 10 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar