Araf

Tamı tamına birlikte yirmibeş yılımız geçmiş... Ve ben gerçekte iki, mecazda bir ömürdür onsuz gibiyim. Benim yerimde değilseniz anlayamazsınız ruhumun onsuz kocaman bir boşlukta sallandığını..

O benim hayatımın şansı. O bir lütuftu, lakin her pişman insan gibi ben de kaybetmeden bilemedim hayatım için ne kadar mühim olduğunu...
Ben kendi keyfime yetiyordum... Sonra o geldi, deliliklerimiz benzeyiş buldu birbirinde... Şairdi kendisi. Bunu tanışmamızdan sonra geçen on yılın sonunda öğrendim. Onca zaman bu gerçeği benden nasıl sakladığını bilmiyorum. Kitaplarından, şiirlerinden kıskandı belki de beni. Yahut o şiirleri kime yazdığını merak edeceğimden endişelendi. Biliyordu, inanmazdım. Bana yazmış olamazdı. Ben bu kadar güzel değildim. Öyle ki; tanımadığım bir adam, tanımadığım bir kadına şiirler yazıyordu. Onu anlayabilmek çok güçtü. Ama yine de hep bana yazdığına inanmak istemiştim. Bana yazdığı sevecen satırlar da yok değildi. Gülümseyerek okurdu bazen. Yüzlerim al al olurdu, utanırdım...

Yazdıkları bazen bana hep palavra atıyor gibi gelirdi. Bu kadar ince düşünebilmesine ihtimal vermezdim. Yanılmışım meğer. Tüm şairler gibi o da anlatamadıklarını, kimi zaman prangalanmış dilinin izah edemediği şeyleri yazardı. Yazdıklarının ardına saklanan o adam benim hayat arkadaşımdı...

Sonradan öğrendiğim bu yeteneği beni adeta büyülemişti. Sözleri kullanışındaki asaleti, hüneri, endişeyi sevmiştim onun. Kimi zaman kelimelere hükmedişindeki gaddarlığı ve bazen de bir serçeyi avucunda tutarcasına narin imgelerini, zarafetini, dupduruluğunu...

Şimdi yüzleştiğim gerçekse; haklı olduğum. Şiirlerde bahsi geçen o küçücük ayrıntılar ve bizden olmayan izler geç de olsa artık inancımı doğruluyor. Şiirlerindeki kadın ben değilim. Ama artık ne önemi var ki bunun! Ben onun yazdıklarını değil yüreğini okuyorum. Bir aynaya bakar gibi içindeki fırtınayı görüyorum. Artık kime yazdığının bir önemi yok. Keşke şimdi olsaydı da, yine delice kıskansaydım onu başkalarına yazıyor diye... Neyse...

Yıllarca suskun ama birbirine sadakatle bağlı olduğunu sandığım ilişkimiz böyle sürdü gitti. Bütün bildiğim onun ayakları yere sağlam basan bir adam olduğu, bana değer verdiği, önemsediği ve bir takım hayali kahramanlara bir şeyler yazdığıydı...

Bir gün şahsına özel çalışma odasına girdim. Gayri ihtiyari bir biçimde etrafı toplamaya ve aynı zamanda karıştırmaya başladım. Bir şeyler bulma çabamı kendimden bile saklıyordum. Zira bulabileceklerimden korkuyordum. İçimde bastıramadığım merak ve endişe tohumlarına yenik düşmüştüm. Tohumlarım filiz vermiş olacak ki, sonunda ahşap kaplama bir kutu geçti elime. Kilidi yoktu. Olsaydı da kırardım sanırım o telaşla. Kutuyu titreyen ellerimle açtım. İçinde iş yerinin adresine postalanmış yığınla mektup vardı. Gönderenin ismi yazmıyordu. Hemen bir tane çektim okumaya başladım. Ardından bir tane daha ve bir tane daha...

Aradan saatler geçmiş ve neredeyse akşam olmak üzereydi. Gözlerim ağlamaktan şişmiş, bitkin ve perişan bir halde odadan çıktım. Eve dönmesine az kalmıştı. Oğlum o halimi görünce endişelendi. İyi olduğumu, yalnızca biraz mide ağrısı çektiğimi söyledim. Gelmesini beklemeden kendimi yatak odasına kapattım. Hem ağladım, hem düşündüm...

Eşimin hayatında benden başka biri vardı. Okuduğum her satırda o kadınla yüzleşmiştim. O kadının yazdıklarına bakılırsa eşim ona aşıktı, kadın da eşime. Birbirini bu kadar tutkuyla seven iki insanın, imkansızlıklar yüzünden kavuşamayışını ve bu imkansız sebeplerden birinin benim varlığım olduğunu düşünmek çok canımı acıttı. Kadın mektuplarında bir kere olsun onu görmek istediğini yazıyordu. Demek ki eşim bunun mümkün olmayacağını söylüyordu. Zira kadın ümitsizce her mektubunun sonunda, 'seni daima bekleyeceğim' yazıyordu. Kadının anlattıklarından aklımda kalanlar yalnızca savaşır gibi seviştikleri bir aşktı. Birbirlerini mutlu etmekten çok uzaklığın ve sınırların verdiği acı hissiydi. Buna devam etmeleriyse buruk bir iz bırakmıştı tutkularında... 'Seni her şeye rağmen seviyorum...' diyordu kadın...

Bunu nasıl anlayamadım! Eşimin başkasını sevdiğini nasıl tahmin edemedim! Yemin ederim eksik bir şey vardı. Uzun zamandır iyi değildi biliyorum. Ama sebebinin adeta kara sevdaya dönüşmüş bir aşk yüzünden olduğu hiç aklımdan geçmemişti. Olsa olsa gündelik bahanelerdir diye düşünmüştüm hep. Bunca zaman bu ağırlıkla nasıl yaşadı bilmiyorum.

Çalan kapının sesiyle irkildim. Yatağın içine hepten gömüldüm. Oğlum kapıyı açtı, konuşma seslerini işitiyordum. Beni soruyordu eşim. Sesinden keyifli bir gün geçirdiği anlaşılıyordu. Belki bir mektup daha gelmişti bugün o kadından. Kendimi toparlayamadan eşim odaya geldi. Neyim olduğunu sordu. Konuşmamız gerektiğini söyledim. Lafı hiç dolandırmadan direk konuya girdim. Yüzü solgundu. Beni sakin ve dikkatle dinledi. Sonunda ağzından tek ve net bir kelime döküldü; 'Üzgünüm!'

Çocuk değildik. Susarak da çok büyük laflar edebiliriz diye düşündüm. Kızgınlık değil de, kırgınlıktı hissettiğim. Bir insanın ömrüne barikat olmak çok rencide edici bir durumdu. Ne şekilde olursa olsun o an şiddetle layığını yaşasın istiyordum.

'Hatalarımla insanım!' diyebilmek bir erdemdir, ama demedi. Hiç pişmanlık hissetmediğini anlıyordum. Ertesi gün konuşmak istediğini söyledi. Bu konuşmanın pürüzsüz bir açıklıkla geçeceğini tahmin etmiştim. Görmeden, dokunmadan yıllardır süren bu ilşkisinden ilk kez bahsediyordu. Buna ilişki denilebilir miydi muamma... Ama belli ki o kadına saygı duyuyor ve benden daha çok seviyordu.

Yıllarca oğlumuz için ve benim gururumu incitmemek adına sustuğunu, ona sahip çıkamadığını açık yüreklilikle anlattı... O kadın onun okurlarından biriydi. Belki eşimi benden daha iyi tanıyordu. Benim hiç göremediğim bir pencereden izliyordu onu. Belki yazdıklarını binlerce defa okumuştu. Belli ki eşimin bedeni değil, ruhu ilgilendiriyordu onu. Birbirleri için çok kıymetli olduklarını anlamıştım.

Onlar ölecek gibi severek yaşamışlar ve ölecek gibi yaşayarak sevmişler birbirlerini. İkisi de bu duruma alışmış. Eşim hayalinde öyle bir insan yaratmış ki, artık onun varlığını önemsemiyormuş. Gönderdiği mektuplarla yaşama tutunduğunu söyledi. Peki ya ben neydim? Kimdim? Bu mizansenin neresindeydim? Rolüm neydi? Onu kendi çıkmazlarıyla ve tuhaf trajedileriyle baş başa bırakıp odadan çıktım. Düşünsün istedim ama biliyordum ki bunu yapmaktan bile acizdi. Kendine çaresiz bir insan başkasına nasıl merhem olabilirdi! Neticede herkes kendi aşkından mesul diyerek kendimi teselli ettim. Ben ona duyduğum aşkla her zaman gurur duymuştum. Sevgimin arkasında durmuş, hiç kimseyi hayatımın ortasına sokmamıştım. Oysa o...


Tebdil-i mekanda ferahlık vardır diyerek onu terk ettim. Giderken de beni engel olarak görmemesini ve hayatının kadınına koşmasına bir itirazım olmadığını söyledim. Gururum incinmişti. Gerçeklerle yüzleşmek, şüphelerinle yaşamaktan daha çok acıtamazdı canını. Demek ki benim makus talihim buydu. Dönüp arkama bakmadım, pişman olmadım, mutlu olmasını söyledim ve ne zaman isterse yanında olacağımı... Kimsenin mutluluğuna engel olmaya hakkım yoktu. Ona hala aşıktım ama onun mutsuzluğuna sebep olmayacak kadar da çok seviyordum onu. Bana ihanet bile etmiş sayılmazdı. Konu yüreğiyle ilgiliyse onu nasıl suçlayabilirdim...

Hissizlikte bir nevi teslimiyettir hayata. Aradan günler geçti ve hiçbir şey hissetmiyordum. Kayıtsızlık değil, kabulleniş değil, farkındalıktı bu! İnsan onu üzen birini asla unutmaz, olsa olsa alışılır, katlanılır ızdıraba...

Bu kangrene dönüşmüş aşk için bir suçlu arasaydım benden başka bir cellat bulamazdım. Ona kaldıramayacağı mutluluklar yükleyen, onu yücelten, hoşgörüsüyle gitmesine engel olan, ona hiçbir kötülük yapmayan bendim. Biraz olsun kötü bir eş olsaydım, belki o da beni terk etmek için haklı bir sebep bulurdu kendisine. Ne olduysa olmuş başka birini sevmişti işte. Ve ben ona sadece vicdan azabı çektiriyordum. Bu yüzden kendimi çok suçladım! Yine de kendimi ağladığında susması karşılığında; 'Sana uçan balon alacağım' diye babasının aldattığı ve sustuğu halde ona istediğini vermediği bir çocuk gibi kandırılmış hissediyordum...

Beni aramıyordu, merak etmiyordu. Geçen onca sene toz olup uçmuştu sanki. Belki de o kadının yanındaydı ve artık onu düşünüyor olmam bile huzursuz ediyordu kalbini. Düşünmemeye ve sıradan hayatıma devam etmeye çalışıyordum. Hayatının sırrını ayyuka çıkardığım için belki de düşmandı artık bana. Tılsımlarını kırmış, büyüyü bozmuştum. Birbirine bu kadar değer veren iki insanın bir gün bu kadar gaddarca düşmanlaşacağına ihtimal vermezdim. Eğer öyle olmasaydı arardı beni, özür dilerdi en azından. Ben ondan mecburi bir istikamette tek başıma yürümek için, o böyle istediği için vazgeçtim! Sevmekten değil, ondan vazgeçtim...

Sonra öyle bir an geldik ki, teselli edebilmek için kendisinin bile yetmeyeceğini, ona değil düşümde yarattığım insana tutkun olduğumu anladım. Çektiremediğimiz onca fotoğraf karesine ihanet etmiş ve yarı yolda bırakmış gibi hissediyordum anıları. Daha birlikte gülümseyemediğimiz ve hiçbir zaman gülümseyemeyeceğimiz öyle çok kadraj vardı ki. Galiba ona duyduğum aşk aklımı yemişti ve ben kalbimle avunmak zorundaydım.

Giderek paranoyak oldum. Yorgun bir aşktan yeni çıkmıştım ve iki kişi yaşadığımızı sandığım aşkı tek başıma yaşamış olmamla yüzleşmiştim. Meğer ben, başkalarının memleketinde kendi anadilini kabul ettirmeye çalışan şaşkın bir gurbetçiymişim. Düşünmekten delirecektim! Bu yaşadıklarım hayli canımı acıtmıştı. Kalbimi parçalamak istedim! Ona fesleğen kokulu sözler biriktirmiştim/dönseydi...

Vazgeçmiştim. Neden sonra yalnızlığı seçmiştim. Dünyada mutlu olacak milyonlarca sebep varken o kadar mutsuzdum ki... Her şeye rağmen hala onun yanında olmak istiyordum. İşte! Tüm hikayenin özeti bu kadar basitti! Ben biz olmak istemiştim, o istememişti. O başkasıyla 'biz' olma hayallerinin peşinden sürüklenmişti yıllarca, ben hiç hissetmemiştim.

Kalbimin yarıldığı, param parça edildiği, lime lime doğrandığı, yağmalandığı günler oldu. Böyle günlerde sabretmeyi beceremezsem kalbim yine başa dönecek ve aynı acıları tekrar tekrar yaşayacaktı. Sükûn etmeliydim. Kalbimin rahat etmesini sağlayarak acısını tamamlamasını beklemeliydim. Kendi etrafında yarasını kanatarak tavaf etmesini...

Neresinden tutsam hayatı, kırılıyordu sanki. Ve deprem sonrası viraneye dönen şehrim için, için için içimi yaran kederin, belki kaderin ağıdı kulaklarımı deliyor gibiydi. Sanki ağrılarım bile artık bana ait değildi!

Bir yıl sonra hastaneden aradılar. Eşim beni aramalarını istemiş. Ne olduğunu anlayamadan koşarak gittim hastaneye. Bir şok daha yaşayacağımı hiç düşünmemiştim. Keşke beni ve oğlumuzu düşünmeyip biraz olsun kendi mutluluğunu düşünseydi... Onun bu imkansızlıklara sürüklediği aşkı, derin bir kedere mahkum olmasına sebep olmuş. İki insanın arasında kalmak ömründen ömür götürmüş. Ve bu dert ona kalıcı bir hediye vermiş. Kanser!

Durumu ciddiydi. O güçlü adam yok olmuş, erimiş, çökmüştü sanki. Çok fazla zamanı kalmadığı belliydi. Hıçkırıklarımı tuttum ve kendimi hastane odasının kapısına atıp gözyaşlarımı akışına bıraktım. Ben onun sevdiği kadına koştuğunu düşünürken, meğerse o amansız bir hastalıkla boğuşuyormuş. Kendi cezasını kendisi kesmiş...

Sonra kendimi biraz olsun toparlayıp evimize koştum. Çalışma odasına girip, mektupların olduğu kutuyu çıkardım. Hepsini masanın üzerine döküp hızla açmaya başladım. Bir tanesinde aradığım şeyi buldum. İnci gibi bir yazıyla yazılmış kadının telefon numarasını... Acaba hiç konuşmuşlar mıydı... Şimdi bunları düşünmenin sırası değildi...

Hemen elime telefonu aldım ve kadını aradım. Elbette Onu aramamı beklemediği için büyük bir şaşkınlık yaşadı. Ayrıca eşimin hastalığından haberdar olmadığı için donup kaldı. Aylardır bir haber alamadığını söyledi. Anlaşılan eşim ben gittikten sonra ona hiç yazmamıştı. Sonra şoktan çıkıp sözlerini toparladı. Hemen ilk uçakla geleceğini söyledi. Telefonu kapatıp ağladım, ağladım...

Yeniden hastanedeydim. Akşam olmuştu. Eşim iyi değildi. Gözümün önünde eriyor ve ben bir şey yapamıyordum. Ömrümde geçirdiğim en zor geceydi... Yerimde duramıyor, içime sığamıyordum. Ertesi gün koridorda beklerken telaşla bana doğru koşan genç bir kadın gördüm. Güzel diyerek geçiştiremeyeceğim kadar alımlı bir kadındı. Gözleri ağlamaktan şişmişti. Saçları özensiz toplanmıştı. Üzerinde bir kot pantolan vardı.Elleri ve dizleri titriyordu. Biraz sakinleşmesini ve sonra onun odasına girmesini istedim. Elimdeki su şişesini uzattım. Önce bir iki yudum içti ve sonra avucuna döküp yüzlerine serpti. O sırada bir hemşire ve doktor koşarak eşimin odasına girdi. Panik içinde biz de arkalarından daldık odaya. Bizi çıkarmaya çalıştılar. Kadın kendisini parçalıyordu; 'Hayır! Şimdi değil, şimdi değil...' O eşimi gördü ama eşim onu göremeden gözlerini kapamıştı. Kadınla birbirimize sımsıkı sarıldık ve hıçkırarak ağlamaya başladık. O an hangimizin daha çok sevdiğini düşündüm onu. Bunu hiçbir zaman öğrenemeyecektim. Hafızama çok derinden kazınacak o anı, yıllar sonra dahi hiç unutamayacaktım...

İçinde gökyüzü olan şiirler yazamayacaktı artık...
Kuşlar mahsun kalacaktı...
Çünkü şair kanat çırpacağı tüm bulutları almıştı özgürlüklerinden...
Güneş sonsuzluğa kapamıştı gözlerini...









fulya/ağustos2012

06 Ağustos 2012 13-14 dakika 12 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar (3)
  • 12 yıl önce

    Fulya hanim; Tabiri caizse bir solugun bitmesine firsat vermedim. Cok guzel bir oykuydu. Ozellikle duz yazidaki basarili eserlerinizi takip etmeye calisiyorum. Tebrikler. Kaleminiz daim olsun.

  • 12 yıl önce

    Eğer kurguysa harika bir kurguydu tebrikler.

  • 9 yıl önce

    Çok güzel olmuş Fulya Hanım. Ben daha yeni okudum. Kaleminize sağlık.