Avcı
Çocukluğumun geçtiği kasabaya yıllar sonra, memur olarak atanmıştım. Eşyaların taşınması, dost ahbap ziyaretleri derken, o birkaç aylık hareketlilik de bitti. Küçük yerlerin sıkıcılığını bilirsiniz. Evden kahveye, kahveden eve...
İstanbul olsa iş kolay. Yanınıza çocukları alıp, şöyle bir turlamağa kalksanız, koca gün bir saat gibi gelir geçer.
Ama nerde?
Vitrinleri seyredelim deseniz, iki gömlek, bir pantolon! Film afişleri, çoluk çocuğun bakacağı şeyler değil..! Hani şöyle bir çay bahçesine oturalım deseniz, ara ki bulasın!
İyice sıkılmıştık:
- Haydi, dedim evdekilere.
- Ne haydisi?
- Kalkın, gidiyoruz.
- Nereye?
- Gidince görürsünüz.
Çocukları doldurdum arabaya, yavaş yavaş kasabanın dışına doğru süzüldük Kimi yeşillikler içinde, kimi tozlu yollarda dolaştık durduk gönlümüzce. Herkesin neşesi yerine gelmişti.? Oh be, dedim! Tıkılıp duruyoruz dört duvar arasına, sanki pranga mahkumuyuz!?
Kayanın üzerine oturmuş sigaramı içerken, annelerine çiçek toplamağa çalışan çocukları seyrediyordum. Dur durak anlamayan yavrularının peşindeki anaç tavuk gibi bir aşağı, bir yukarı koşuşturan eşim, iki de bir: ? Şimdi dereye düşecekler! Aman yılan vardır! ? diye diye, rahat bir sigara içmeme izin vermedi.
Şöyle doğrulayım demeğe kalmadı, ilerideki çalıların dibinde otlamakta olan ördek sürüsü içimdeki eski bir hastalığı depreştiriverdi: ? Çabuk, dedim arabaya!?
- Ne oldu yine?
- Çabuk, gidiyoruz.
- Baba bak, çiçek.
- Tamam yavrum, annene ver...
- Aman ne de güzelmiş...
- Ördekler, ördekler kaçacak.
- Nerede? Ne ördeği?
Hızla eve döndük.
Çocukları bırakır bırakmaz, Hasan amcaların kapıya dayandım. Kızı, babasının tarlada olduğunu söyledi. Bence önemi yoktu. Tüfekle fişekleri istedim:
-Tüfek çok eski, kullanılacak gibi değil.
-Olsun olsun, ver sen onu...
Arabayı çalıştırıp, ok gibi fırladım! Yolda giderken, ateşte kızaran ördekleri düşlüyordum! Derenin kıyısına geldiğim de, biraz uzakta indim arabadan.Elimde tüfek, gayet emin adımlarla çalılara doğru yaklaşırken tek korkum, dikkatsizce atacağım bir adım sonucu, istemediğim bir sesin o güzelim hayvanları ürkütmesi idi.
Yaklaştım, yaklaştım.
Çalıları dönünce, baktım: Ördekler yok! Büyük bir hayal kırıklığı tüm benliğimi kuşattı.Nasıl da düşünememiştim. Ördek dediğin uçtu gitti işte; keşke önceden tüfeği de getirseydim, dedim.Dizlerimin bağı çözülmüş gibiydi. Yorulmuştum. Tam dönecekken, sol elimi siper edip çevreyi taramak geldi içimden. O da ne! İleride, şöyle yüz metre önümde, o siyah başlar otlayıp durmuyor mu! Hemen tüfeği kontrol ettim, ve...
İçim, tıp tıp atmağa başladı! Kolay değil, yıllar sonra bu benim ilk avım olacaktı. Yaklaştıkça, o çaresiz hayvanlar gözüme bir başka görünmeğe başladı. Ama ne yazar, ben ki, kendimi Afrika Sahralarında kaplan peşinde koşanlardan daha aşağı göremiyordum. O halde, vurmalıydım.
Uygun uzaklıkta durdum. Dipçik sağ omuzda, yumulmuş olan sol gözüm isterik bir şekilde seyiriyor. Namlu yavaş yavaş yukarıya doğru kalktı. Horoz, arpacık, hedef, hepsi tamam. Şimdi, dedim içimden ! Sağ işaret parmağımla asıldım tetiğe:
- Güüüm!!..
Ekşi bir barut kokusu gerilen sinirlerimi yatıştırmağa yetti. Namlunun ucundaki dumanların ilerisine akıttım gözlerimi. Bütün benliğim gitti gözlerimin ardından. Çimenlerin üzerinde kanatlarını bilinçsizce çırpmakta olan ördeğe doğru, uçarcasına koştum!
Zafer benimdi!
Uzun uzun çaldığım kapının zili, elimin altında sanki dans ediyordu.Kapıyı açan çocuklara coşkuyla kaldırdım elimi:
-İşte babanız!
-Bana ver.
-Bana ver baba.
-Hayır, bu anneniz için.
-Anne, koş koş!..
Mutfaktaki fayansların üzerine yatırılan ördek, çocuklar tarafından büyük bir merakla incelendi. Kanatları, kuyruğu, başı okşandı durdu o minicik ellerle.
Ben, başım dik, göğsüm şişik, emredici bir kabile reisi edasıyla seslendim:
-Hanım!
-Efendim.
-İşte akşam yemeğimiz. Göster bakalım hünerini.
Çocuklarım imrenerek bakıyorlardı babalarına. Eşim bile bir sözümü iki etmemiş, hemen işe koyulmuştu. O sırada tam algılayamadığım bir ses kulağımı tırmaladı:
-Benim çocuklarım avanak değil, dedim.
Tüyleri yolmakta olan eşim:
- Ne avanağı, dedi.
- Sen avanaklar demedin mi?
- Hayır. Ben, ayaklar diyorum.
- Ne ayakları?
- Ayakları perdesiz bunun!
- Saçmalama dedim, perdesiz ördek ayağı olur mu?
- Olmaz...
- Eee?
- Ama bunlar perdesiz!
- Perdesiz mi?!
Bütün neşem kaçıverdi bir anda. Göğsüm indi, başım eğildi. Çocukların şaşkın bakışları arasında bakakaldım eşimin yüzüne.
-Vallahi, dedi eşim; ya bu ördek değil, ya da ayakları takma bu hayvanın.
Çocuklar bastılar kahkahayı.
Dernekten içeriye girdiğimde, üç avcı muhabbeti koyulaştırmış, atıp tutuyorlardı. Koca dağda vurmadık domuz bırakmamışlar. Hala ateş ediyorlardı.Yanlarına sokulup selam verdim. Ateşi kestiler:
-Hayrola Hocam, dedi Osman Abi.
-Vallahi, hayır...
-Nedir bu gelişin sebebi?
Nereden başlayacağımı bilemiyordum:
- Ben, dedim, bir ördek vurdum; ama...
- Bravo Hocam!
- O kadar değil canım.
- Bravo da, aması ne oluyor?
- Ördeğin ayaklarında perde yok.
- Allah Allah, dedi Kazım abi, perdesiz ördek ayağı olur mu?
- Vallahi yok.
- Nasıl ördekmiş bu?
- Siyah, kahverengi gagalı. Gagasının bitimi sarı renkli.
Üçü birden güldü.
Ben de güldüm.
-Yahu Hocam, dediler; o senin ördek, ördek değil.
- Ne peki?
-Sakarmeke.
-Peki, yenmez mi?
-Yenir, ama pis kokar. Bizim buralar yemez onu.
10.05.1986 Karacabey