Bağışla Beni

Bir zamanlar yemyeşil ama şimdi hüzün kokan ağaçlara bakarken "iskeleti bile estetik harikası" diye düşündüm. Ne demişti üstad Halit Ziya: "Namık Kemal'de olsun, üstad Ekrem'de olsun, yalnız onlarda değil eskilerden, yenilerden olsun her yazı bu ilave ziynetlerden soyulduktan sonra, yani tabiri caizse, çırılçıplak ne kalırsa işte üslup odur; berikiler bütün oymalardır, boyalardır, nakışlardır".
Ağaçlar, yazılar derken aklıma az önce vedalaştığım Zerrin geldi. "Tam bir dostluk abidesi. Evindeymiş gibi ağırladı beni" dedim içimden.
Kendimle yaptığım hasbihâle  yokuşun yarısında tıkanınca ara verdim. Kalp atışlarım düzelince tekrar hızlandırdım adımlarımı. Bir yandan da elimde sıkıca tuttuğum naylon poşeti gözümün ucuyla kontrol ediyordum.
            Sonunda duraktaydım. Önümden geçip giden özel arabaların  haddi hesabı yoktu. Fakat, beklediğim otobüs hâlâ gelmemişti. Bir ara dalmışım. Omzuma dokunan bir elle irkildim. Başımı çevirdim. Karşımda on altı on yedi yaşlarında bir kız vardı. Uzun boylu, esmer ve çekik gözlüydü. Lacivert etek, beyaz gömleğinin üstüne yeşil bir mont giyinmişti.  Başıyla selam verdi. Sırtındaki okul çantasını önüme koyduktan sonra utangaç bir tavırda konuşmaya başladı.
            "Sizden bir ricada bulunabilir miyim teyzeciğim?"
            "Yapabileceğim bir şeyse neden olmasın"
Kara gözleriyle çantasını işaret etti. Sonra başladı konuşmaya.
            "Sınav kalemimi evde unutmuşum. Hemen köşedeki kırtasiyeden alıp geleceğim. Bir kaç dakika çantama göz kulak olabilirsiniz?"
          "Elbette.  Yalnız çabuk gel kızım".
            Tamam, dedi koşarken. Sonra durdu. Arkasını döndü. Telaşlı bir biçimde şöyle dedi : "Unutuyordum. Annem arayacak.  Telefonum çalarsa bakar mısınız?"
            "İyi de niye yanına almıyorsun. Ben karışmam!"
            "Hemen geleceğim zaten! Lütfen."
            Şimdiki gençler ne kadar da tembel, dedim kınayarak. Aradan beş dakika bile geçmeden kızın telefonu çaldı. Umursamadım. Baktım arayan kişi ısrarlı. Tedirgin bir biçimde açtım çantasının fermuarını.
            Karşımdaki kişinin sesi çok derinlerden geliyordu.  Biraz yüksek sesle konuşmasını rica ettim. Pür dikkat dinliyordum.
'Sonun geldi Çiğdem. Yakında elveda diyeceksin hayata. Cenaze törenine katılmaktan büyük zevk duyacağım.  Bitki gibi toprağa gömülme anını en ön sıralardan izleyeceğim. Yerin dibinde ölü bir tohum olarak kalacaksın. Asla yeşeremeyeceksin!"
            Bedenim tepeden tırnağa titremeye başladı. Dişlerim çarpıyordu birbirine. Cevap veremedim bile. Tekrar çaldı. Açmadım.
Gözlerim, genç kızı arıyordu.  İçim daralmaya başladı. Bir yandan da söylenip duruyordum.
"Nerede kaldı bu kız? Vallahi otobüsüm gelirse bırakır giderim emanetini! 
Aklım telefondaki sese takılmıştı.  Psikopatlar da ne kadar arttı, diyordum ki yine harekete geçti telefon. Bu defa açıp haddini bildirmeye karar verdim.  
"Kimsin? Ne istiyorsun be adam? Ayrıca bu telefon numarası da benim değil!'
"Çiğdem. Sakin ol! Yaşamak istiyorsan çabucak orayı terk et. Yoksa birazdan saatli bomba patlayacak. Vaktinden önce kavuşacaksın mezarına. Yalnız parçalarını bir araya getirmekte zorlanacaklar. Ne kadar eğlenceli değil mi?"
Telefon, elimden kayıp gitti. Kapak kırılınca içinde ne var ne yoksa dağıldı sağa sola. Son kez bakındım çevreme. Can tatlı. Tabana kuvvet koşmaya başladım.  Durduğumda bir ıhlamur ağacının dibindeydim. Olanları hatırlamaya çalışıyordum.
            Zonklayan başıma götürdüm ellerimi. Islaklık hissettim parmaklarımda. Gözlerime yaklaştırdığımda tek bir renk vardı: "kırmızı". Büyük olasılıkla çarpma esnasında ağacın gövdesindeki sert kabuklar yüzümü sıyırmıştı.
Üstümde bej renkli kalın bir palto vardı. Koyu kahverengi bir çanta, aynı renkte çizme ve naylon poşet. Tertemiz giyinip çıkmıştım evden. Şimdi ise toz ve kan lekesi içindeydim. 
           Çevremde  toplanan insanlar, hakkımda ilginç yorumlarda bulunuyorlardı. Kalabalığı yaran bir adam, sesinin son perdesiyle haykırdı.
           "Uzaklaşın çabuk. Kadın rahat nefes alsın! İşiniz gücünüz yok mu?"
           Herkes çil yavrusu gibi dağılıverdi. Teşekkür etmek istedim. Ancak kelimelerim de dağılmıştı. Bir an önce toparlanmalıydım. Zaten başımdaki iri yarı, deri ceketli, kot pantolonlu adam da çakır gözlerini bana çevirmiş, aynı cümleyi kuruyordu : "Kendinize gelin lütfen".
            Adam, cebinden kumaş bir mendil çıkardı. Alnımı sildi.  Elini uzattı bana. Çekindim vermeye. Kendim ayağa kalkabilirim, dedim. İlk önce O konuştu. 
            "Sizi hastaneye götürmemi ister misiniz?"
            "Hayır iyiyim. Evime gitmek istiyorum"
            "Nerede oturuyorsunuz?"
            " Bahçelievler"
            "Bırakayım o zaman!"
Önce adama sonra da eliyle işaret ettiği siyah renkli aracına odaklandı gözlerim. Yabancı bir adamın arabasına daha önce binmişliğim yoktu. Kısa bir tedirginlik sonrası kabul ettim.
            Milli Kütüphanenin önüne kadar hiç  konuşmadık. Bu defa ilk hamleyi ben yaptım. Boğazımı temizledim ve çekingen bir şekilde oturduğum apartmanın yerini tarif ettim.  
            "Yedinci Caddeye girelim. Yüz metre ileride altında eczane olan bir apartman göreceksiniz. Önünde duralım lütfen!"
            Yol boyunca son bir aydır başıma gelenleri düşündüm. Ne oluyordu böyle. Durduk yere gıcırtıyla açılan kapılar, gaipten gelen sesler, mutfakta azalan yiyecekler, yatak dolabımdan gelen tuhaf kokular.  Bugün ise yanıma yaklaşan o genç kız, emanet ettiği çanta ve telefonun diğer ucundaki tehdit eden adam!" Yoksa sonum  babama mı benzeyecekti? 
 "Bana bir şey mi dediniz?"
            Silkelendim. Kendi kendime konuşuyordum, diye cevap verdim. Yüzüm pancar gibi olmuştu. Kısa bir süre sonra durduk.  Teşekkür ettim adama. Bu arada adım Selim, dedi.  Ben de Çiğdem, diye tanıttım kendimi. Vedalaşırken tanışmanın ne mantığı vardı onu da anlamış değildim.
            Sıra dışı bir gündü. Arkama bakmadan apartmana girdim. Posta kutuma atılmış zarfı çekip aldım.  Gönderen kısmı boştu. Asansörün katta olduğu görünce koştum. Dördüncü katın düğmesine bastım. Bir yandan da günün değerlendirmesini yapıyordum.
            "Sen tut iki ay eve tıkıl kal. Sonra sokağa çık, olay olsun. Ne alem kadınsın Çiğdem!"
            Dış kapıyı açıp içeri girdim. Çizmelerimin fermuarını açıp ayaklarımı özgür bıraktıktan sonra salona geçtim. Zarfı ve içine itinayla katlanmış mektubu açmamla çığlık atmam bir oldu. Çünkü; el yazısı  rahmetli kocam Yusuf'a aitti.  Hayat arkadaşım, sırdaşım diye başlıyordu satırlarına.
          Soluk alış verişim hızlanmıştı. Gözlerim yuvasından fırlayacaktı neredeyse.  Bir alt satıra geçtim. 
           "Kokunu çok özledim Çiğdem. Toprak sardı her yanımı. Kıpırdayamıyorum yerimden. Keşke üstümdeki mermeri ortadan ikiye bölüp ruhumu serbest bırakabilseydim.  En beğendiğin pijamalarımı giyinip koynuna giriverseydim. Yine eskisi gibi   gazete okuyabilseydim yatakta ve sen ?ışığı kapat, uyuyamıyorum' deseydin!" 
           Daha fazla okumaya devam edemedim. Buruşturup fırlattım yere. Banyoya   koştum. Midem feci  hâlde bulanıyordu. 
            Musluğu sonuna kadar açtım. Bir süre boşa aktı. Sonra yüzüme serptim defalarca.  Kuyuya düşmüş kedi yavrusu gibi ıslanmıştı her yanım. Kurulanmadan balkona çıktım.  Rüzgârla uçuştu kestane rengine boyalı saçlarım. Köküne indiğim her şey canımı acıtıyordu; gerçekler misali.
            Diken gibi oldu kolumdaki tüyler. Derin bir iç çekip yatak odama geçtim. Üç yıl sekiz aydır hem kalbimin hem de yatağımın yarısı boştu. Üstümdekileri çıkarıp, attım bedenimi yatağa. Beyaz çarşafların altından soğuk bir el çıkıp saçlarımı okşayacak gibi geldi. 
            Kalktım yine. Sandığımın üzerindeki ipek örtüyü kaldırıp, katladım. Açar açmaz naftalin kokusu yayıldı odaya.  Özel eşyalarımı koyduğum kutuyu alelacele çıkardım. Kocamın yıllar önce bana yazdığı mektuplara baktım.  Birini elime aldım ve sanki karşımda Yusuf varmış gibi haykırdım.
            "Seni her zaman çok sevdim.  Fakat ölüler yerine yakışır. Lütfen kal mezarda ve gelme!" 
            Sürekli aynı sözleri tekrarlayarak salona geçtim. Elimdeki mektupla, sandıktan çıkardıklarımı karşılaştırmalıydım. Fakat bir türlü buruşturup attığım mektubu bulamıyordum. Çıldırmam an meselesiydi.
            Yoksa! deyip iki elimi göğsümde birleştirdim. Duvara sırtımı dayayıp yavaşça aşağı doğru kaydım. Yaramazlık sonrası azar işitmekten korkan küçük bir kız çocuğu gibi saklanmıştım kapının arkasına.  
            Telefonun sesiyle sıçradım. Kimin aradığı konusunda tahmin yürütemiyordum. Epeyce çaldı. Sonunda Alo, dedim kekeleyerek.
            "Merhabalar. Size bir itirafta bulunmak istiyorum"
            "Affedersiniz  ama kimsiniz?"
            "Bugün durakta size çantamı bırakmıştım. Hatırladınız mı?"
            "Evet.  Senin emanetin yüzünden başıma gelmeyen kalmadı! İyi de  nereden biliyorsun telefon numaramı?"
            Kız yutkunduktan sonra sürdürdü konuşmasını.
            "Yeğeniniz Sedat'ın sevgilisiyim ben. Bir planı olduğunu söylemişti bana. Yapacağım iş sadece onun söylediklerini uygulamaktı. Hem bana hem de bugünkü telefon görüşmesi için ağabeyime iş biter bitmez para verecekti. Asılsız çıktı bütün vaatleri. Şu saatten sonra artık çok geç! O an lazımdı para! Banka artık avukata verdi dosyamızı.
"Ne planıymış bu?"
            "Halamın eceliyle bu dünyadan gideceği yok. Para da koklatmıyor, diyordu hep, Sedat. Ayrıca pintidir. Dünya kadar malı, mülkü vardır ama parasına kıyıp taksiye binmez."
 "Aman Allah'ım!'
"Uzun zamandır yalnız ve gergin olduğunuzdan bahsederdi.  Bir de fobiniz varmış. Babanız gibi akıl hastanesine düşüp, oralarda ölmek istemiyormuşsunuz!"
 "İnanamıyorum. Yeğenim neden benden bu kadar nefret ediyor?"
            "Öğrenmek ister misin?"
            Bu sesi tanıyordum. Olamaz, dedim sesim titreyerek.    Elimden ahize kayıverdi.   Sırtımdan aşağı terler aktı. Altıncı hissim, boynumdaki soğuk mekânik şeyin kumanda olmadığını fısıldıyordu kulağıma. Bacaklarım sanki bedenimi taşımıyordu. Kanım çekilmişti adeta. Kalbimin atışlarını, ağzımda hissediyordum. 
            "Neden yaptın bunca şeyi? Yazık değil mi bana?" dedim ağlayarak.
            Sedat sinirli bir ses tonuyla içini dökmeye başladı.
            "Hiç unutamıyorum. Bir bayram sabahıydı. Daha küçüktüm o zamanlar.  Annem fitilli kadife bir pantolon, üzerime de mavi bir tişört giydirmişti. Elinizi öpmüştüm.Tek bir kuruş bile harçlık vermemiştiniz bana. Gerekçe olarak vergi ayınız olduğunu öne sürmüştünüz. Tabi biz kirada oturduğumuz için bilmiyorduk böyle vergi mergi işlerini. Yemek masasının üzerinde iki ayrı modelde kristal şekerlik vardı. Birinde çikolata ve badem diğerinde ise sadece jelatinli şekerler. Nasıl da gözüm kalmıştı o çikolatalarda. Siz ne yaptınız? Bir düşünün! İkram etmeyi dahi unuttunuz! Daha bunun gibi ne çok kötü anım var!"
            Yutkundum. Bir yandan dinliyor bir yandan da ağlıyordum. Sedat, ölümün soğuk nefesi gibiydi ensemde.  Etrafımda bir tur attı ve karşıma bir sandalye çekip oturdu. 
Sana söylemek istediğim çok önemli bir şey var, dedim. Orta ve işaret parmağını dudaklarımın üzerinde birleştirdi.
'Daha  cümlem bitmedi!'
Konuşmama müsaade etmiyordu. Dinlemek zorundaydım. 
            "Sana seçenekler sunmaya geldim. İlkini asla kabul etmeyeceğini düşünüyorum ama teklif var ısrar yok bende. Psikiyatriste götüreceğim seni ve Yusuf eniştemin öbür dünyadan sana mektuplar yolladığını söyleyeceksin.  Ben de ona göndersem eline geçer mi?" diye soracaksın".
 'Hayır. Bunu yapamam! Biliyorsun korkumu!'
Sedat, sehpanın üzerindeki teneke ilaç kutumu alıp elime verdi. Sonra mutfaktan içi su dolu bir bardak tutuşturdu elime.
"O zaman ölüm uykusuna yatmaya ne dersin?"
Başımı iki yana salladım. Gözyaşlarım neredeyse fışkırıyordu gözpınarlarımdan.
Kaşlarını çattı Sedat. Alnının ortasındaki damar daha da belirginleşmişti. İyice yaklaştı bana.
"Ona hayır, buna hayır. Olmaz ki!'
Kazağının kollarını dirseklerine kadar sıyırdı. Sonra masaya sert bir yumruk geçirdi. Bir anda üstündeki limon kolonyası şişesi yuvarlanarak yere düştü. 
"İşte sana son teklifim. Buna da hayır demezsin herhalde. Gözlerim Sedat'ı takip etti çantasını açarken. İçinden boş beyaz bir kâğıt ve  pilot kalem çıkardı. Elime uzattı.  
"Bütün banka hesap numaralarını yazıp, çekmem için yetki verdiğini  yaz o zaman!"
Tekrar zor bela araya girdim. Bir solukta söyledim gerçekleri.
"Benim üzerime tapulu hiç bir malım kalmadı. Bankalardaki bakiyem de sıfır!"
Sedat çılgına dönmüştü. Beni tekli koltuğa itip sağ dizini karnıma dayadı. Kalın parmakları ise boğazımdaydı. Sıkıyordu. Bağırmak istiyordum ama sesim çıkmıyordu bir türlü.
Dış kapının çalan ziliyle birlikte öksürmeye başladım. Yüzüm alev gibi yanıyordu.
Kapıya bakıp  'Birini mi bekliyordun?' diye sordu. Başımı iki yana salladım hayır, anlamında. Dudaklarım kurumuştu. Canım çekiliyordu neredeyse.
Kapı tekrar çaldı. Sedat 'İçeri saklanıyorum. Her kim ise kapıyı aç ve şutla!'dedi dişlerini sıkarak.
Kapıyı açarken önüme düşen saçlarımı geriye attım.
"Bu ne hal Çiğdem Hanım! Bir şey mi oldu?"
            Hayır. Bir şey yok,  derken başımı öne doğru salladım. Selim, elindeki naylon poşeti bana uzattı. 
"Bugün arabamda unutmuşsunuz. Daire numaranızı apartman görevlisinden öğrendim"
"Çok teşekkür ediyorum, dedim. Sessizce fısıldadım : 'Lütfen polis çağırın'.
Selim, çıkıyormuş gibi yaptı. Ardından iyi günler, diyerek usulca içeri girdi. Kapıyı da yavaşça kapattı. Tabancasını  çıkarınca yüreğim ağzıma geldi. O an nereden bilebilirdim ki sivil polis olduğunu. Gün içerisinde ikinci kez hayatımı kurtarıyordu. Kısa sürede Sedat'ı saklandığı yerden bulup, etkisiz hâle getirdi.
Selim, Sedat'ı karakola götürürken ben de poşetin içindeki resmi evrakları çıkardım. Sedat'ın gözlerine soktum neredeyse.   Bu sabah    Zerrin'in başkanlığını yaptığı Muhtaç Çocuklara Yardım Vakfına  bağış yaptığımı söylemeye fırsat bırakmamıştı ki.
Bu defa yalvaran gözlerle aynı kelimeyi o sarf ediyordu : "Ne olur beni bağışla!"
Vicdanımla baş başa kalmıştım. Şikayetçi olmazsam elini kolunu sallayarak çekip gidecekti. Kısa bir sessizlik sonrası dimdik durdum karşısında. Selim, dudaklarımdan dökülecek kelimeleri bekliyordu.
'Yeğenimden şikayetçiyim!' dedim.
Sedat bunu beklemiyordu. Selim'in nezaretinde evden çıkmıştı. Apartmanda koca sesi yankılanıyordu. Hiç oralı olmadım. İçeri geçtim. Salonun penceresine doğru ağır adımlarla yürüdüm. Tülü hafifçe araladım. Bir süre sonra çıktılar apartmanın bahçe kapısından. Sedat, deniz mavisi gözlerini bana dikmiş, el kol hareketleriyle yine tehditler savuruyordu. Bir müddet sonra arabaya binip gözden kayboldular.
Hayatımda hiç olmadığım kadar soğukkanlı davranmıştım. On veya on beş dakika sonra içine gömüldüğüm koltukta hıçkırarak ağlamaya başladım. Ne oluyordu bana böyle. Pişman mı olmuştum yoksa.
Aklıma üstadın değerli sözleri geldi. Şu, somut şeylerden arındıktan sonraki çırılçıplak halim. Yani özüm. Telefonuma sarıldım ve Zerrin'i aradım.   
"Buyur canım!" dedi her zamanki naif haliyle. Bir çırpıda soruverdim.
"Markalı ayakkabılarım, çantalarım, yurt dışından getirttiğim güneş gözlüklerim, pahalı kumaşlardan diktirdiğim elbiselerim, bitirdiğim okul vs. olmadan beni tarif et ne olur. Ama sakın ha minyon, beyaz tenli, gamzeli, ela gözlü, hamarat Çiğdem'den de bahsetme!"
"Bu nasıl bir soru arkadaşım?"
"Merak ettim de!"
"Çok güzel yüreklisin. İyi bir dostsun!"
Zerrin'den duymak istediklerim bunlar da değildi. Gözlerim,  daha dün paketini açtığım çikolata kutusuna takıldı.  Pencereyi sonuna kadar açtım. Sokakta oynayan çocuklara seslendim. Ardından avuçlarıma doldurduğum  çikolataların hepsini özgür bıraktım.  Neşe içerisinde; gökyüzünden çikolata yağıyor, dediler hep bir ağızdan.
Dudaklarından gayriihtiyari bir cümle döküldü : "Bağışla beni!"

SON

13 Haziran 2014 14-15 dakika 47 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (2)
  • 10 yıl önce

    Aysel hanımın deneme ve öykülerini okumak ayrı bir haz veriyor ruha ki bu da güzel kayda değer öykülerinden biri kanımca. Gerek olayların kurgulanması, gerekse birbiri ile bağlantıları sağlam bir şekilde hikaye edilmiş. Tebrikler gönülden...👍

  • 10 yıl önce

    Çok teşekkürler Ahmet Bey. Beğenmeniz onur verir. Sağ olun. Herkese keyifli okumalar.