Bay İlya / I. Bölüm

Kukuletalı rahipleri andıran giysiler giymişlerdi, anlamsız yüzlerin bakışlarındaki sabitleşmelere aldırmadan mini törenin bitmesini bekliyordu Robert.

“Bay İlya C salonunda sizi bekliyor, sizi orada kabul edecekler efendim.” kibar fakat emredici bir ses tonuyla hitap etmişti görevli.

“ Tam yirmi üç dakikanız var.” Kapı açılmıştı.

Üzerinin kaç kez arandığını ve kaç kez sterilize edildiğini sayamamıştı bile, neden bu kadar önlem alıyorlardı. Yeryüzünde çekindiği kim ya da ne olabilirdi ki Bay İlya’nın.

Bu törene ne gerek vardı.

En az dört metre uzunluğunda, yaklaşık üç metre genişliğinde oymaları rokoko sanatının nadir örneklerinden biri gibi duruyordu, ahşap kapı. Kapının her iki tarafında duran iki metreye yakın sütunların ve üzerindeki “S” şekilli kuşla yılan arası nesnenin de ahşaptan olduğunu görünce biraz şaşırdı. Oysa bazalikaların giriş sütunlarındaki mermer kartallar gibi duruyordu.

Yirmi yedi yıllık gazeteciydi. Editörler odasında defalarca toplantı yapılmıştı, Bay İlya’nın ekibi tarafından titizlik ve gizlilikle oluşturulmuş, soruları nasıl bir ses tonuyla soracağına kadar prova yapılmıştı.

Her defasında son anda iptal edilmişti Bay İlya müsait değildi. Sorular çelik kasada bir sır gibi saklanıyordu, sızmasını düşünmek bile terletiyordu gazete ekibini. Bir söylenceye göre tüm dünya medyasının görünmeyen yüzünde de “o” vardı. Bazen gerçek mi yoksa efsaneden mi ibaret olup olmadığı tartışılırdı.

Robert, birçok devlet başkanlarıyla mülakat yapmıştı, bir görüşme için hiç bu kadar zorlanmamıştı. Oysa bu görüşmeyi kendisi istemişti Bay İlya. Tembihleri tek tek beyninden geçirdi. “Bay İlya dışında hiç bir hitap kullanma, Bay İlya’ya sakın elini uzatma, çünkü O hiç kimsenin elini sıkmazdı” ki defalarca görüşme talebini reddettiği Kraliçe Elizabeth’e bile elini uzatmamıştı, temastan hiç hoşlanmıyordu. “Gözlerinin uzun süreli temasından kaçın, oturuşun masaya geniş açıyla olmalı, dik oturmana da dikkat etmelisin, o oturmadan sakın oturayım deme...”

Bay İlya gerçekten bu kadar kudret sahibi ve korkutucu muydu...

İçeriye alındı, salon tam ışıklandırılmamıştı, hüzünlü bir havası vardı, “ Bay İlya bol ışıktan hoşlanmaz” kuralını hatırladı, her taraf bir müzeyi andıran objelerle doluydu, her medeniyeti bir kaç parça obje temsil ediyor gibiydi. Hepsini incelemek epey bir vakit alacaktı, “sakın Bay İlya’nın dikkatini dağıtacak şeyler yapma” kuralı öne çıktı.

Çok büyük bir masanın yanında yerde yuvarlak kırmızı tonların ağırlıkta olduğu ipek halının üzerinde ayakta duruyordu, motiflerinden anladığı kadarıyla Türk ya da İran halısı olmalıydı. Başının üzerinde kubbemsi yapının ışıkları bolcalaştırdığı yeri, biraz daha aydınlık gösteriyordu. Bay İlya, duvarda asılı tabloya bakıyordu. Tabloda havada asılı gibi duran çift uçlu bir kılıçla ondan damlayan kanın üzerine düştüğü büyükçe bir bıçak vardı. Uzun süre önce Ortadoğu’ya bir araştırma için gitmişti, Halep taraflarında bir evin duvarında asılı halı resmi hatırladı, İsmail’in kurban olarak resmedilişini görmüştü. İbrahim’in elindeki bıçağın aynısıydı.

“ Kabil çiftçiydi, dedi Bay İlya. Habil ise çoban... bu durumda Habil’in, Kabil’i öldürmesi gerekiyordu, ne garip değil mi.” Tanrı bir yanlışlık mı yapmıştı... “Ben olsam yapmazdım, dedi, bıçak çiftçide değil çobanda olmalıydı.” Belki de “katılaşma” adına yapmıştır, dünyanın katılaşması gibi insanında katılaşması gerekmektedir, kim bilir... elbette ki Tanrı’nın kendisi.”

“Öldürüldüğünde Habil iki yüz yaşındaydı.” Zihninden bunun yanlış bilgi olduğunu düşünmüştü Robert.

“Adem bile yüz otuz yaşındaydı.”

Gözlerinin derinliklerine baktığında telepatik olarak beynine ulaştığını hissetti.

“Hayır, dedi Bay İlya. O düşündüğün kitaplarda yazan.” Ya düşüncelerimi okumuş ya da benim ne düşünebileceğimi çok iyi tahmin etmiştir, düşüncesinden hızlıca vazgeçti.

O, Bay İlya’ydı…

Bay İlya’ya birkaç metre kalacak kadar yaklaştı, saygıyla başını eğdi “ Bay İlya, sizi saygıyla selamlıyorum.” Bay İlya hafifçe kendisine doğru yan döndüğünde başını kaldırmıştı, gözlerinde gece karanlığında göz bebeklerine ışık vurmuş tilkinin gözlerindeki parlamasını gördü, bu bir kurnazlık mıydı yoksa zaafiyet mi... Bay İlya biraz daha dönmüştü, tam karşısındaydı, gözlerindeki parıltı kurdun çakmak çakmak bakan bakışlarına dönüşmüştü, Saldırganlık öncesi bir seziş zamanlaması mı? Biraz ürktü...

“ Sen güç nedir bilir misin... gazeteci?” dedi. Son sözcüğe vurgusuyla. Oysa adının Robert olduğunu biliyordu, yoksa “gazeteci”yi kaba, aşağılayıcı tabir olarak mı kullanıyordu.

Önce halıyı sonra kubbeyi işaret etti, “ Güce hükmedersen bu halı gibi olursun eğer edemezsen, güç başına kubbe kesilir.” Halı iki kat ipektendi, tam ortasında tüm halı boyunca siyah bir katman vardı.

“Çok dikkatlisiniz gazeteci... o bölüm insanların saçlarıyla dokundu.”

Kafa derileri soyulan insanları hatırladı, ürkmesi biraz daha artmıştı. Bastırmaya çalıştı “ Hayır, dedi kendi kendine deneyimli gazeteci her şarta hazır olmalı.”

Bay İlya elini uzatmıştı... İşte buna hazır değildi, şaşırdı nasıl olurdu, elini tutmuştu. Önünde diz çöktü.

“Bu benim için büyük bir onur efendim, tekrar sizi saygıyla selamlıyorum Bay İlya.” Bay İlya kalkması için omzuna dokunmuştu, bu daha büyük bir onurdu.

“Bir katedral, bir kutsama duası”

Bay İlya yetmiş dokuz yaşındaydı, cildi çok parlak, pürüzsüz ve canlıydı, kaşları simsiyah tel teldi, sanki milimetrik ayarlanmıştı, saçlarındaki dökülmeler bilerek şekillendirilmişti. Sanki yüzünde bir değil birçok insanın karışımı vardı. Bay İlya’nın son yirmi yılına ait hiç bir yerde fotoğrafı yayınlanmamıştı, yayınlanan hep eski tek tip bilindik fotoğrafıydı, başka fotoğrafının kullanılmasına izin verilmiyordu. Hiç bir toplantı ya da iş görüşmelerinde kendini gören olmamıştı.

Ve şimdi “O” karşısında duruyordu, bilerek mi kendini seçmişti. Zihninde sorular çoğalmaya başladı, hem ne gerek vardı ki sorularla birlikte cevaplarıda pekala yollayabilirlerdi.

Yoksa karanlıktan sıkılmış güneşe mi çıkmak istiyordu. Ah sorular sorular...

Devlet başkanlarının program dışı gizli saklı görüştüğü kişi de Bay İlya’ydı. Bir söylentiye göre önemli ülke paralarının üzerinde gizlenmiş fotoğrafı olduğu bile söyleniyordu, çok özel bir teknikle görüntülenebiliyordu. Devletleri, kendine göre önem sırasına koyduğu ve konukladığı A ve B salonlarıydı, çoğu zaman son anda kendi yerine başkasını görevlendirirdi. On dakikadan fazla zaman ayırmazdı. Benim için zaman ayırmaya “değer” ne vardı. Sorular yükseliyordu.

Son anda fark etti Bay İlya’nın koltuğuna geçtiğini, oturmak için Bay İlya’dan izin istedi. Sorular hazırdı ses tonunu ayarladı, kayıt cihazını açtı...İçeri girdiğinde ilginç bir kapı dikkatini çekmişti, Bay İlya koltuğunu sola çevirse tam karşısında olacakmış gibi duran eskimiş, boyaları dökülmüş, tahta kapı vardı. Muhteşem devasa salonun ritmine ve atmosferine uygun değildi, adeta salonda bulunan eşsiz objelerin kaosu gibi duruyordu, aklı hep ona takılmıştı. Sormak mı asla...düşünmek bile cesaret istiyordu.

Yedinci soruya gelmişlerdi, giriş kapısı açıldı, içeride ihtişamlı bir seremoni başlamıştı, görevliler anlamadığı bir dilde aynı cümleyi tekrarlıyorlardı.

Bay İlya’ya kahve sunumu dinsel bir ritüeli andırıyordu. Yuvarlak “dünya” şeklindeki fincanın her tarafı altın kaplıydı, üzeri elmaslarla bezenmiş kıtaların haritası oluşturulmuştu, denizler ve okyanuslar yakutu andırıyordu. Sıra kendisine gelmişti “ay” şeklinde işlenmişti fincanı, töreni kısa sürdü. Ne anlatmak istiyordu, ne anlama geliyordu “ay ve dünya”.

Kahvenin kokusunu hatırlamıştı, bir gezisinde Endonezya’ya yaptığı bir gezi sırasında sadece koklatmışlardı, minsk kedilerinin dışkısından elde edilen çok pahalı Lawer kahvesiydi. Her yudumdan sonra su ile ağzını çalkalıyordu, içimi böyle mi yapılıyordu. Ufak bir soluklanma verilmişti, ama aklı hala tahta kapıdaydı bir “sır” mı vardı kapının kendisinde ya da arkasında.

“ Güneş, olmadığına şaşırdınız mı gazeteci, dedi” Bay İlya elindeki fincanı dikkat çekmek için hafifçe ileri uzattı. Aslında aklından geçirmemiş değildi, güç kendisini “güneş” ile sembolize etmeliydi. Cevap vermeli miydi bir an tereddüt etti, belirtilmemiş sözcüklerle rahatsız edilmemeliydi, Bay İlya. Gülümseyerek başını hafifçe salladı.

“Haklısınız efendim Bay İlya, düşüncelerimi okudunuz.”

Nihayet son soru da sorulmuştu, nedense çok yorulduğunu hissetti. Bay İlya ayağa kalktığında anlamıştı bu işin bittiğini.

“ İyi günler dilerim gazeteci, dedi” Bay İlya.

Ayağa kalktı saygıyla eğilebildiği kadar eğildi “ Saygıyla selamlıyorum sizleri efendim Bay İlya”. Kapıya yönelmişti Bay İlya’nın yeniden tabloya yöneldiğini hissetti anlaşılan bıraktığı yerden seyrine devam edecekti. Kapı açıldı tam çıkacaktı. “Gazeteci” diye seslenişini duydu, arkasına döndü kendisine bakmıyordu, Bay İlya. “gel,” der gibi işaretle kendisini çağırıyordu.

Durması gerektiği yere kadar ilerledi, “Buyrunuz efendim Bay İlya.”

“Kapıyı merak mı ettin, görmek ister misin?” aslında bu bir soru değil, emirdi. Kapıdan gözlüklü iki görevli belirdi, kapıyı açtılar. İçerisi karanlığa yakındı, yerler tozlu duvarlar bakımsızdı, mozaik kara betonla kaplıydı, adeta bir hücreyi andırıyordu. Ortada iki kişilik mezar boyutunda, bir buçuk iki metre yüksekliğinde üzerinde tozu hiç alınmamış, eskimiş simsiyah örtü kaplıydı.

“ Bu kadar yeter, dedi Bay İlya. Canı sıkılmıştı “Çıkabilirsiniz.” Emir ve rica arası karar verilememiş komut olduğunu hissetti, görevlilerin koyu gözlüklerinin de sadece aksesuar olduğunu anlamıştı, hiç birinin gözleri görmüyordu. Konuşma sırasında salonda yedi koruma daha vardı, bir an heykel zannetmişti onları da, emindi onların da kulakları duymuyordu “sağırdılar”. “bilmiyorum, görmüyorum, duymuyorum.”

Malikanenin kapısından uğurlandığında, görüşme sonrasında bir odaya alınmış, tıpkı gelişindeki gibi tıbbı taramanın yanında, psikolojik bir arınma seansından da geçirilmişti, yarım saat sürmüştü. İşin şansızlığa ya da kazaya uğramasını istemiyorlardı, anlaşılan. Tüm konuklara uygulanan bir yöntem gibi görülüyordu. Bu kadar teknolojik korumanın yanı sıra demek ki bunlarda gerekliydi.

Peki neden korkuyor olabilirlerdi ki...

Beyninde tüm sorulara rağmen rahatlamıştı...Tablo, kapı, hitap, objeler, sır odası, Habil, Kabil, kahve ve fincanı, Mülakatta kahve molasında söylediği sözü hatırladı.

“Ben İsmail ile İshak’ım...yani İbrahim’in kendisi.” ne demek istemişti, aslında bu, soramadığı bir sorunun cevabı idi “zihin okuma mı.” Peki... neden özellikle kendisinin gelmesi belirtilmişti...tam bir gizemler yumağı idi. Ama bir sorunun cevabını da asla bulamayacağını hissediyordu. “ el sıkışması”

Olan biteni genel yayın müdürü Steve anlatmıştı. Bay İlya, gizemli olmayı sever ama tokalaşmaya pek inanmamıştı, ama Robert asla yalan söylemezdi ki.

“Hakkında ne biliyorsun, dedi” Robert.

“Ben değil hiç kimse bir şey bilmiyor, otuz sekiz yaşında iken ekonomik kriz sırasında birden ortaya çıkmış, ama öncesi zifiri karanlık, sonrası da”,“ Bir kaç gazeteci araştırmaya kalkışmış hiç bir şey yok, tabi ki gazetecilerde, yani bu kimlik epeyce boyumuzu aşıyor, sende o soruları kafandan silsen iyi edersin”. Bu bir uyarı mıydı yoksa, dostça bir koruma güdüsü müydü.

Tahta kapıdan söz etti, bu Bay İlya’nın “sır”rı olabilir miydi, öyküde bundan bahsedilecek miydi? “Biz koyalım istersen dedi Robert, nasıl olsa metin teyit için kendilerine gidecek.”.

Toplantı odasında bütün işler durdurulmuştu, mülakat hemen öyküye uyarlandı. Bay İlya ertesi gün yayınlanmasını istiyordu. Metne son anda “ tahta kapı” da eklenmişti, metin hiç bir değişikliğe uğramadan geri gelmişti, yani Bay İlya onaylamıştı, sırrını.

Ertesi gün gazetede bilindik fotoğrafıyla birlikte yayımlandı. Diğer gazeteler bir kaç gün sonra bu tahta kapı “sır”rından çıkarımlar yapmış, olayın boyutu biraz değişmişti. Bunun Bay İlya’nın hiç de hoşuna gitmeyeceğini düşünmüşlerdi.

Fırtınayı kendileri mi çağırmıştı...

Bir kaç gün sonra Steve tüm çalışanları toplantı odasına çağırdı. “ Arkadaşlar gazetemiz el değiştirdi, yani patron değişti ama herkes işine devam edecek, hiç bir sorun yok, dedi.” Sustu Robert’in gözlerine baktı, üzgün bir hali vardı.

“Herkes işinin başına... Robert sen kal,” dedi.

“Bay İlya’mı aldı gazeteyi, diye sordu? Robert.”

“ Hayır, Bay İlya uğraşmaz böyle şeylerle, Giovenni diye biri almış, Sicilyalı.”

“Medyacı mı, İş adamı mı adı çok yabancı…”

“Evet, dedi çok ilginç dediklerinle hiç bir ilgisi yok “Arkeolog” muş, zaten kendisi de ortalıkta yok zaten hiç gelmemiş, şimdilik bilgi sadece bu kadar.” Bay İlya’nın salonundaki objeleri hatırladı, bir bağlantı var mı acaba diye söylendi kendi kendine Robert.

“ Ha bir de senin Afrika ve Ortadoğu’ya gitmen gerek.”

“Ben mi ama bir sürü çaylak var onları gönderebilirsin.”

“Üzgünüm, yeni patron özellikle senin gitmeni istemiş, akşama uçak biletin bile hazır, konu belki ilgini çeker “ortalıktan birden kaybolan çocuklar” .”

Robert, altı ay boyunca bölgede araştırmalar yapmıştı, ulaştığı ip uçları onu Uzakdoğu’ya kadar sürüklemişti, iki ay kadar da oralarda kaldı. Umduğundan zahmetli olmuştu bu gezi, bir çaylağın bunu başaramayacağını anladı. Tüm döküman ve görüşmelerini bir bütün halinde kendisine sunmasını istemişti Steve.

Ama aklında hep o büyük soru vardı “ Bay İlya”.

“Söyle bakalım çocukların akibetiyle ilginç olan neler buldun?” Bir yazı dizisi olarak yayınlanacaktı.

“Çok şey ama... ama aynı zamanda çok korkunç şeyler. Adeta hayaletler, zombiler...İnsanları, çocukları hayaletlerin kaçırdığına inandırmışlar. Her yerde bu korku var. Bil bakalım, oralarda bir ara kimin adına rastladım?”

“Bay İlya... mı?” iki kez başını salladı Robert “evet” der gibi.

“ Ama nerede? Hatırlıyor musun Akdeniz'de, Zambia’dan kaybolan çocukların, Fransız donanma gemisiyle kaçırıldığı ortaya çıkmıştı.”

“Bay İlya mı yoksa?”

“ Evet ama kaçırtan değil yakalatan”, “ Çocuklar çeşitli bölgelerden toplanmış, bazılarını aileleri ile görüştüm, çocuk başına sadece beş dolar ödenmiş.”

“ Nasıl yani satılmış mı?”

“ Evet ama daha ilginç olanı o çocuklardan hiç bir iz yok, Uzakdoğu’da da durum aynı kaybolan çocukların sayısı belli değil, resmi kayıtlardan bile silinmiş.”, “ Kaybolan çocukların tahmini sayısı yüz bin civarında.”

“ Aman Tanrım bu korkunç bir rakam.”

“ Üstelik buna Uzakdoğu’da kaybolanlar dahil değil.”

“!...”

“ Çocuklar limandan gemilere yükleniyormuş, Sicilya ve Malta açıklarında adeta bir “şeytan üçgeni” orada buharlaşıyorlar. Tabii ki Avrupa limanlarında gemilerden hiç çocuk çıkmıyor.”

“ Ne yani denize mi atılıyor çocuklar?”

“ Evet bingo! Ama denizin altına yani “denizaltı”na, sonrası yok...”

“?...olamaz!”

“ Bir ilginçlik daha çocukların yüzde sekseni aynı kan grubundan.

“Ya Ortadoğu’daki çocuklar...”

“ Onlar daha da ilginç, botlar ve işe yaramaz gemiler hepsi kayıp, batırılmış olabilirler”.

“Sayı ve hiç bir kayıt yok, soran da yok ilgilenen de.”

“Yani insanlık tarihinin en sessiz en karanlık olayı gibi gözüküyor.

“ Çocukların aralarındaki tek ortak nokta kan grupları, denizde bulunan çocuk cesetlerinin hiç birinde bu kan grubu yok.”

“ Peki Robert, sence nerede bu çocuklar?”

“ Zor olan soru da bu. Sanki bir el görünmeyen bir yaşamın içine çekmiş”, “Birçok seçenek var ama hepsi hayali tabii, yer altındalar, laboratuar kobayları, ada cumhuriyetçikler, yeryüzünde bilinmeyen adalar, hayali ordular bir tür Tapınak Şövalyeleri, hatta yedek parçaya dönüşmüş de olabilirler, yani aklın verebileceği bir cevap yok.”, “ Kayıp çocukları araştırma vakfı da kurulmuş, finansörler tabi ki gizli, bilindik paravan şirketler. Tıpkı çevreciler ve sınır tanımayanlarda olduğu gibi.”

“ Steve... sana bir ilginçlik daha, bu bilgilerin bazılarını bulmamı istemişler gibi oluşturulmuş, bulmacanın ip uçları zaten hazırdı, tüm bunların hayali el tarafından önüme çıkarıldığını hissettim, emin değilim ama bana biraz öyle geldi.”

Uzun süren suskunluğun arasından sorular, cevaplar şüpheli düşüncelere dönüştü ...

“Bunları yayınlayabilecek miyiz, diye sordu Robert?”

“ Bilmiyorum Giovenni’yle irtibata geçmem lazım. Ha bir ara da Kudüs’e geçmişsin haberini aldım.”

“ Evet... karanlıkta bir iz bulabilir miyim diye biraz dolaştım o bölgede.”

Steve boynunu büküp, yapma der gibi baktı Robert’a “ Bay İlya için mi?”

Bilgilerin ve dökümanların sadece Robert’ta kalmasını istemişti Giovenni, yayınlanmayacaktı.

Sonradan anlayacaklardı ki, araştırma zaten gazete için hazırlanmamıştı.

Olayın kapatılmasının üzerinden bir kaç hafta geçmişti. Robert’ın odasında iki konuğu vardı, Bay İlya kendisini ikinci kez davet etmişti. Şaşırmıştı anlam veremediği bir korku yaşadı. Bu davetten Steve bile haber verilmesi istenmiyordu, bir sorun mu vardı.

Her tarafı kapalı siyah bir minibüse bindirildi. Sürücü ile arka bölümü kapatılarak ön bölümün görülmesi de engellenmişti, dışarısı da gözükmüyordu, son anda marka ve plakaya bakmaya çalışmış, ama aracın markası ve plakası yoktu...Eğimli ve tırtıklı bir yoldan inişe geçtiklerini lastiklerin seslerinden tahmin etmişti. Karanlığa yakın bir ortamda, minübüsten indirilmişti, çevresine bakındı. Burası büyük bir Avm nin garajı olmalıydı, diye düşündü.

Asansöre yöneldiler, gelenler den biri kat numarasına bastıktan sonra sanki bir şifre daha girmişti, hafızasında tutmaya çalıştı ama çok uzundu. Asansör yedinc kata gelince durdu. Bu şekilde uzunca sayılabilecek süre beklediler. Anlaşılan her şey tamam değildi, önce bir ışık ikazı yandı, biraz sonra da sesli elektronik uyarı. Görevliler aynı anda iki küçük paket çıkardılar, biri ışık geçirmeyen esnek lastikten bir gözlüktü, diğerinin elinde ise açılınca şişen, iki katmanlı arasında hava bulunan bir eldivene dönüşmüştü. Ellerini uzatmasını istediler, “lütfen”.

Gözlüğü de takınca ortalık zifiri karanlığa dönüştü. Asansör hızla hareket etti, yön duygusu kaybolmuştu aşağı mı yukarımı hareket ediyordu pek anlayamadı. Asansörden indiler, yürürken hep aynı şekilde adımlar atıyorlardı, bunun bir yürüyüş bandı olduğunu düşündü. Bir süre sonra otomobilin yanaştığını hissetti, kapı açıldı başını eğerek oturmasını istemişlerdi. Ayakkabıları çıkarıldı, yine yer teması kesen çizmevari bir şey giydirilmişti, oturduğu yerin de hava ile doldurulmuş olduğunu hissediyordu. Sadece kulaklarıyla olayları çözümlemeye çalışıyordu, gazeteci olarak yaptığı gezilerinden istihbarat örgütlerine de bilgi aktarması için ajan eğitimi de almıştı, devlet meslekten de kutsaldı.

“ Nerdesin? Bil.” eğitimi de aldığından, şimdi az da olsa yararını görüyordu. Yoğun bir trafik sesi geliyordu, uçak sesi, tren sesi, insan sesi hepsi birbirine karışmıştı. Yoksa bu bir oluşturulmuş simülasyon muydu? Az sonra kulaklarının tıkandığını ve kolunda hafif bir acıma hissetti, bir şey mi enjekte ediyorlardı.

“Bay İlya bu kadar korkak mıydı?”. Tüm bunlar “sıradan” profesyonellerin işiydi.

Dünyayı yöneten ailelerle ilgili efsaneyi hatırladı, Bay İlya onlardan mıydı? Bir ara Steve’e bunu sormuştu, gülümsemiş “hiç zannetmiyorum” demişti. Düşüncelerine hakim olamıyordu, başının döndüğünü anlamıştı. Kendindeydi ama artık düşünme ve algılama boyutunu kullanamıyordu...

Kolunda yine hafifçe bir sızlama daha hissetti, kendine tam olarak geldiğinde, gereğinden fazla aydınlatılmış, bol ışıklı bir odada olduğunu anladı, bir koltuğa oturtulmuştu. Karşısında yine o psikiyatr profesörü vardı, garip garip şekiller sualler... işlem tamamlanmıştı. Kapı iki kez tıkladı, “ Buyrun kalkabilirsiniz bayım,” dedi profesör kapıyı işaret ederken.

Kendini umduğunun aksine son derece zinde hissediyordu, adeta çok güzel bir uyku çekmiş dinlenmiş gibiydi. Görevlinin eşliğinde salona geçmişti, amfi tiyatroyu andırıyordu. Barok tarzında yapılmış yüksek tavanlı mahzen olmalıydı. Sıra sıra oturmuş insan kalabalığını görmesi bile çevreden dikkatini almasını sağlayamamıştı, Rokoko süslemeler “muhteşem”di.

“ Bayım, dedi. Lütfen yerinize buyurun”.

İnsanları görecek şekilde dikey konulmuş yüksekçe bir yere davet edilmişti. Buradan sahneyi ve tüm detayları rahatlıkla görebiliyordu. “Seçilmiş ve Kabul Edilmiş”liğe bir okuntu muydu? Sonra insanlara baktı, sanki kendisi orda yokmuş gibi davranıyorlardı, “sessiz ve sakin”. Hızla içinden saydı, kırk sekiz kişiydiler, önlerindeki masa dünya şeklindeydi, üzerinde ay tasvirli göz alıcı kadehler göze çarpıyordu, en öndeki yedi kişi hariç. Onların önlerinde güneş şeklinde masalar vardı, kırmızı tonlu giyimleri de diğerlerinden farklıydı. Masalarında Bay İlya’nın elindeki kahve fincanının benzeri dünya tasvirli kadehler duruyordu. Demek ki gurup içindeki yerleri önemliydi, ama içlerinde Bay İlya yoktu. “Dünya Krallığı”nın masalsı bilindik ailelerini aradı ama salonda onlardan da kimse yoktu, anlaşılan daha henüz bu salona kabul edilecek kadar yükselememişlerdi, diye düşündü.

Sahnede devasa şamdanlar vardı, içlerine bir metreden uzun kırmızı mumlar oturtulmuş, meşale gibi yanıyordu. Şamdanların önünde farklı figürlerle taşlaşmış, gerçek insan boyutunda bir tür heykeller bulunuyordu, heykellerin gözleri ortada duran mozoleye doğru bakacak şekilde konumlandırılmıştı. Sahnenin genelini de renk olarak yine kırmızı ton hakimdi. Sahnenin her yerine büyük cinsten iri papatyalar serpiştirilmişti. Ortada mozole gibi duran yapının üstünde, üstü siyah örtü ile kapalı büyükçe bir nesne duruyordu. Hemen hatırladı evet evet... oydu; Bay İlya’nın tahta kapısının arkasındaki “sır” bu olmalıydı.

İnsan çığlıklarından oluşturulmuş garip bir müzik başlamıştı. İnsana hem korku verecek kadar çığlıklar gerçekçiydi ama salondakileri huzura çağırdığı kesindi. Müthiş bir gong sesi duyuldu, o ana kadar sahnenin arkasında duran heykel zannettiği yedi kişiden ilki, yüksek sesle bağırdı, kalabalık ta çoktan ayağa kalkmıştı. Anlaşılan sırayla bağlılık yeminini oluşturacaklardı.

“Tarihi geçmişte ve gelecekte yazan !”.

“ İnsanların kaderi ellerinde olan! ”.

“ Devletleri kuran, ülkeleri yok eden! ”.

“ İsterse güneşi doğudan batıran! Dilerse güneşi batıdan doğduran!”.

“Bulutlara hükmeden, yağmur yağdıran! ”.

“ Karanlığın ve aydınlığın Sahibi”.

“ Varlığıyla bizi var eden var eden var eden ”...

Bay İlya!.. Bay İlya!.. Bay İlya!.. disiplinli büyük bir coşkuyla tekrarladılar. Yere eğik şekilde beklediler.

Bay İlya sahneye giriyordu... Sol elinde büyükçe bir asa vardı, tüm heybetiyle yavaş adımlarla yürüyordu. Dikkatlice baktı, yüzünde bir tuhaflık olduğunu hissetti sanki elmacık kemiğinin üzerindeki derinin küçük bir parçası değişmişti. Daha gençleşmiş, daha dik duruyordu.

Gür, can alıcı bir konuşma yapmasını bekler gibiydi, ama Bay İlya yine onu şaşırtmıştı. Sakin ama emin konuşmaya başladı.

“ Evrendeki sadık dostlarım,”diye söze başlarken kalabalık doğrulup yerlerine oturmuştu. “ Size bu gün güneş günümüzün doğduğunu müjdeliyorum, bu müjdemden daha ziyade bir “sır” açıklayacağım. Son sözüyle birlikte mozolenin üstündeki parçanın üzerindeki örtü kalkmıştı.

Çok şaşırmıştı... ama salonda şaşkınlığın zerresi yoktu, “iman ve sadakat” buna engel mi oluyordu.

Eski kolçaklı bir sandalye vardı, üç bacaklı... arka bacağı kırıktı, kirli eski bir sicimle bağlanarak yerine oturtulmuştu. Diğer bacakları da çatlaktı alelacele çivi ve benzeri şeylerle tutturulmuş gibiydi, boyası eskimiş kadifeden kaplanmış oturma ve sırt yerlerinde yırtıklar ve sökükler doluydu. Yaslanma bölgesinin bir kısmının dolgu malzemeleri kısmen dışarı çıkmıştı. Ama tam ortasına rokoko süslemeli altından yapılmış bir sütun üzerine oturtulmuştu. Sandalyeyi ayakta tutan oydu.

Bay İlya, öfke ve tiksintiyle baktı sandalyeye.

“Bu benim karanlıktaki geçmişimdir. İhanet, aşağılama ve yoksulluğa mahkum edenlerin eziyetlerini taşır. Sonunda tıpkı bu sandalye gibi arkasında ki heykelleri işaret ediyordu, karanlığa mahkum ettiğim bu insanlar”

“ Aman Tanrım! Onlar canlı mıydı?..”

“ ...bunun kadar şanslı ve uzun yaşama fırsatına sahip değildiler.”

Daha fazla konuşmaktan vazgeçtiği gerilen yüz damarlarından belliydi. Sandalyeye tutunan elinin serçe parmağı dolgu malzemelerinin arasına sıkışmıştı. Kadife parçası eşini hatırlatmıştı, tiksinircesine elini sıkarak geriye doğru çekti, serçe parmağıyla çürümeye yüz tutmuş olan kadifeyi parçaladı.

Yutkundu, gözlerindeki ve gönlündeki nefret hala taze idi, hafifçe birkaç adım geri çekildi.

Birden sandalye alev alev yanmaya başladı, dumanlar yükselerek yukarı çıkıyordu, üzerinde duman hortumu oluşmuştu. Bay İlya bir ara gazeteci ile göz göze geldi, nefreti ve öfkesi bakışlarına sinmişti.

Bu Bay İlya, çok farklıydı...

Sandalye tamamen küle dönmüştü, ortasında bulunan altından yapılan desteğin üzerinde dumandan isle kaplanmış, kalın yeri üste bakan irice boynuz şekline benzeyen obje belirdi, evreni sembolize ediyordu, ya da bir kara delik. Onunda üzerinde küremsi bir yapı daha vardı. Küre yedi parça halinde açılmaya başladı, içinden güneşi sembolize eden, üzeri nadide taşlarla süslemeli bir kadeh çıkmıştı.

Sigmund, phonix, tuğrul ya da anka kuşu küllerinden yeniden mi doğuyordu. Tüm medeniyetlerin ortak “yeniden doğuş” özlemi değil miydi. Ya da ...belki bir “Lucifer”

Bay İlya yeniden doğuyordu.

Bay İlya, kadehi eline aldığında tüm masalardakilerde kadehlerini kaldırmışlardı. Robert’ın masasına da sade bir kadeh getirilmişti, Bay İlya’ya eşlik etmesinin istendiğini anlamıştı.

Tören kısa, sade, anlamlı ama...tam anlamıyla korkutucu ve dehşet vericiydi.

Zafer kazanmış komutanın kılıcını kaldırması gibi kadehini yukarıya kaldırdı. Sesi donuk, biraz da öfkeliydi;

“Ey! Yeryüzü’nün dostları, Güneş’e gidiyorum. Size Davut’u bırakıyorum.”

Ne demek istemiş, anlamamıştı.

“Bay İlya! Bay İlya! Bay İlya!” sesleri duyuldu...


Derinden gelen “Robert! Robert” seslenişlerini duymuştu, odasında yerde yatıyordu. Steve onu kendine getirmek için gömleğini gevşetmiş, pencereleri açmış yüzünü serinletmişti. “Bay İlya, Bay İlya”, diye sayıklıyordu... Az sonra içeriye sağlık görevlileri girdi, yattığı yerde kısa bir kontrolden geçirdiler. Görünürde bir şeyi yoktu.

“ Tansiyonu düşmüş, biraz da yorgun gözüküyor, dedi” doktor. Yine de daha detaylı kontroller için hastaneye gitmeleri gerektiğini söyledi. Robert direndi “Hayır benim bir şeyim yok, gayet iyiyim.” Sonra aklına bir şey gelmişcesine vazgeçti “tamam sizle gelirim ama bir de kanıma bakmanızı istiyorum, “acil” yabancı bir madde var mı acaba?”.

Robert’ın şüpheleri boşa çıkmıştı, kanında ne bir zehirlenme belirtisi ne de her hangi yabancı maddeye rastlanmıştı. Başından geçenleri Steve anlattı, bunlar “Dünya Krallığı”nı yöneten aileler miydi. Steve bir tahminde bulunmuştu; “Bunlar Dünya Krallığını yönetenleri de yönetenler, onları Bay İlya’ya hizmetkar yapanlar olabilir, demişti.”

Robert yaşadıklarını kafasında toparlamaya çalışıyordu, bir hayal mi yaşıyordu, anlamakta zorlanıyordu, onca yıllık meslek yaşamında kendisin başına gelen bu olay kadar ilginçlik yaşamamıştı.

“ Tablo.”

Eve geldiğinde duvarda büyükçe bir tablonun asılı olduğunu gördü, önündeki konsolda yedi adet kırmızı mum yanıyordu, kim getirmişti, soruştursa da bir şey değişmeyecekti artık bunu anlamıştı. Tabloda Kudüs’ün tüm kutsallarının bir araya getirildiği meydanı andırıyordu, resmin geneline kırmızı renk hakimdi, kırmızı sisli bir perdenin ardından meydanı seyrediyor gibiydi. Müzeden arkadaşı Tim’i aradı, tablolar hem özel ilgi alanıydı hem de bilinen en iyi tablo uzmanıydı, acil gelmesini istemişti, çok önemli olduğunu belirtmişti.

Tim odaya girdiğinde tabloyu görünce ürktü, korkudan yüzü kireç gibi oldu, bir kaç adım geri çekildi. “ Olamaz!...Nerden buldun sen bunu?”.

“Ben onu bulmadım o beni buldu, karışık bir konu,” dedi.

Tim ürkek bakışlarla tabloya bakıyordu, çok iyi biliyordu ama elindeki büyüteçle emin olmak istiyordu.

Büyüteç tabloda Müslümanların kutsal mabetinin taş duvarına sinmiş, yerde oturmuş dilenen adama gelince Robert “ Dur bur dakika Tim diye bağırdı şu yüze bir daha tut!”

Yalvaran ellerle yerde oturmuş, kirli buruşuk yüzde nefret bakışlı gözleri gördü.

“ Aman Tanrım bu Bay İlya”.

“ Bay İlya’da kim, diye?” sordu Tim. “ Boş ver, diye” inledi soluğu düzensizleşmişti.

Tim incelemesini bitirmişti, içindeki korkuyu daha fazla saklayamadı “ Bu çok korkunç! Robert” dedi. Bu tablolardan ilk defa görüyorum, bunların efsaneden ibaret olduğunu zannediyordum. Ama hiç de öyle değilmiş, tablo bunu kanıtlıyor, lakin nasıl olur... onun burada, sende olması imkansız”

“Bulmaca gibi konuşup durma Tim, bildiklerini anlat.”

“Bildiğim bir şey yok; sana ancak efsaneyi anlatabilirim, bu tablolar insan kanıyla yapılmış olmalı, özellikle şu kırmızı yerler kesinlikle insan kanı. ”

“ Ne!...”

“ Şaşırma kanla yazı yazma nadirde olsa eskiden kullanılan bir teknikti, ustalar eserin bitiminde ellerini keser ya da bir kaza olduğunda kanlarıyla yapıların üzerine “inanç” sözcükleri yazardı, Anadolu’da bir kaç örneğini görme fırsatım olmuştu.”

“Yani kutsallık...”

“Boyaları çok özel ve sulandırıcı olarak insan kanı kullanılmış, büyük ihtimalle ressamın kendi kanı, bu tablo en fazla elli yıllık. Öyle sanıyorum ki Orta doğu’lu bir ressama ait”.

“Peki neden ismi yok tabloda?”.

“ Bunlar kriptolu resim, ismini bulabilmek için resimdeki nesnelerin şifresini çözmek lazım, o da bizim için imkansız.”, “ Bir bilgi daha bu eser ressamın yaptığı tek resim olabilir”.

“ Nasıl yani?”.

“ Ressam bunu yaptıktan sonra yok edilmiş olabilir, tabii diğer eserleri de”. “ Bu söylediklerimin hepsi efsaneye dayalı bi tahmin.”

“Anladım, peki ya değeri nedir, ne olabilir?”

“Bunların satışı yapılamaz, daha doğrusu böyle bir şeyi almayı bırak, bakmaya bile cesaret edemezler”, “Ama normal şartlarda olsa müzayedeye çıksa dünyanın en pahalı tablosu bunun yanına bile yaklaşamaz,altı hatta yedili rakamlar, bu eser muhteşem ötesi... kendimi bunu gördüğüm için çok şanslı hissediyorum, bir o kadar da endişe verici”.

“ O zaman neden yapılır ki, değeri bilinmeyecekse?”.

“ Hayır, değeri çok iyi biliniyor ama görünen dünyaya ait değil.”

“Anlamadım Tim? Yine bulmaca gibi konuşmaya başladın”.

“ Derin interneti biliyorsun, ya da bir duymuşluğun vardır, bir de çok daha derin “özel internet” olduğunu düşün bu tablolar orada satılır ve sadece o dünyaya ait olan ailelere özgüdür”, “ Tabii bu da bir tahmin ya da efsane...”

“Tarihi geçmişte ve gelecekte yazan !”

Robert anlatılanlara inanmamak için çok çabaladı, fakat yaşadığı olaylar bunun pekala mümkün olabileceğini ispatlar gibiydi. “ Ama neden ben?” sorusu beynini kemiriyordu, “ulaşılamaz olan” kendisinden ne istiyordu, niçin böyle yöntemler seçiliyordu. Ertesi gün gazeteye gitti, yaşadıklarını ve tabloyu Steve’e anlattı. Steve garip bir gülümsemeyle yüzüne baktı, “tabloyu bilmem ama diğerleri imkansız”.

“ Evet bu imkansız, şimdi söyleyeceğime inanamayacaksın”. Zaten son yıllarda başına gelenlerin hangisi imkansız değildi ki.

“ Bay İlya iki yıl önce ölmüş, dedi” Steve.

“ Hııı! Ölmüş mü hem de iki yıl önce”

“ Evet bende inanamadım, araştırdım iki yıl önce her yerde ölüm ilanları var”.

“ Nasıl olur biz geçen sene mülakatını yayınlamıştık.”

“ Evet ama o bir öyküydü...yani içinde “sır” barındıran bir masal”,” Hatırlıyor musun senin iki yıl önce “sınır tanımayanlar”la ilgili bir belgesel yazın

hazırlamıştın, işte tam onun altında Bay İlya’nın ölüm ilanı var”.

“ Ya diğer gazetelerde”

Hepsinde, internette, hastane kayıtlarında, istihbarat raporlarında...yani gerçekten iki yıl önce ölmüş”.

“ Ya malikane?”.

“Ölümünden hemen sonra müzeye dönüştürülmüş.”

“ Bu anlattıkların imkansız, dedi Robert ben onu dün gördüm .”

“ Mülakat yaptığın ve dün görüştüğün ya Bay İlya değilse”

“ Yapma Steve ben dünkü çaylak değilim, anlamaz mıydım”, “ Tabi ya...”

“ Tarihi geçmişte ve gelecekte yazan” bu Bay İlya.

Robert bir ip ucu bulmak ümidiyle malikaneye gitti, malikane gerçekten de müzeye dönüştürülmüştü. C Salonuna çıktı, gözüne ilk ilişen tahta kapı olmuştu, üzerinde son derece titiz bir çalışma yapılmıştı ama değiştirilmemişti, kapının hemen üstünde duvarda altın harflerle kocaman “ Bay İlya” yazıyordu. Kapı kendisi için açıldı, sandalyenin yerinde mozoleden anıtsal bir mezar yapılmıştı. Oda, hayallerin ötesinde muhteşemdi, müzenin en nadide yeri haline getirilmişti, bu bölüm sadece özel ziyaretçilere açıktı. Tahta kapının iç tarafına küçük bir levha daha yapıştırılmıştı “ Bay Gazeteci” yazıyordu, anlaşılan Bay İlya kendisini bir kez daha onurlandırmıştı. Eksik olan tek şey Bay İlya’nın dikkatle baktığı duvardaki kılıç ve bıçaklı tablosuydu.

27 Aralık 2023 30-31 dakika 22 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (2)
  • 8 ay önce

    İki bölümünü de okudum öykünün müthiş bir gerçeklikle kaleme almışsınız güç kontrol edilmediği sürece tehlikeye dönüşür insanı tanrıcılık oynamaya zalimliğe zulmetmeye iter her şeyin her insanın sahibi olur kişi yaşamın ve yaşamların efendisi sanmaya başlar gitgide artan bir hırsla ,gündemimize pek de yabancı olmayan :) bir öyküydü okuduğum anlatıda ki tasvirler örneklemeler ve benzetmeler mükemmel güçlü kaleminizi takdirimle Sayın Kına Saygılar