Bay Ö
Adım Ömer. Çocukken Ödlek Ömer dedikleri için adımdan nefret ederim. Ömer denilmesi peşinde 'ödlek' kelimesini getirdiği için aklıma, ismimi Bay Ö. Olarak değiştirdim kendi kendime. Adımı sorduklarında 'bana Bay Ö. Diyebilirsiniz' diyorum. Böylece okul hayatım boyunca ardımdan 'ödleeeeek öööömeeeer' diye bağıran çocukların sesi yankılanmıyor beynimde.
Aslında gerçekten korkaktır benim yüreğim. Korkaktır aklım. Ağız dolusu dalaşmadım kimseyle mesela. Ne çocukken ne şimdi. Elimi kaldırdığım olduysa da zaman zaman, vurmaya cesaret edemedim hiç. Çok yüksek sesle konuşmadım hiç kimseyle. Kavgalarım bile kısık seslidir. Trafikte yandaki arabaya bağıran o şoför ben değilim mesela.( Zaten araba kullanacak kadar cesaretim de yok.) Ya da yolda gördüğü herkesi almaya yemin etmiş gibi yolcuları balık istifine çeviren kabadayı şoföre söylenen yolcu da değilim. Meydanlarda mitinglere karışıp slogan atmadım, maçlarda tribünlerde deli gibi bağırıp deşarj olmadım, ıkına sıkına gittiğim düğünlerde ortada oynarken göremezsiniz beni.
Sevgilim olmadı hiç mesela. İçimi kıpır kıpır edenler oldu bazen ama gidip konuşma ihtimali bile ödümü kopardı hep. En son o esmer kız düştü yüreğime, düştüğü yerde de duruyor hala. Hani şu sabahları poğaça aldığım pastanedeki kız yok mu? Hah, işte ondan bahsediyorum. Kaç sabah kendi kendime söz verdim, 'bugün konuşacağım' diye ama yapamadım bir türlü. Hele o parmak uçları ile para üstünü avucuma bırakması var ya, off! Elim ayağıma dolanıyor işte o anlarda. 'Hayırlı işler' derken sokak kedisi gibi çıkıyor sesim. Ondan çok hoşlandığımı ya da bir çay içmek istediğimi hatta evlenmek üzerine hayaller kurduğumu falan nasıl söyleyeyim ki? Susuyorum bende işte.
Sonra bir şey oldu. Bu sabah birden bire oldu. Kırk yıldır sakin sessiz duran yürekte bir haller, bir hareket. İçeride bir uğultu. Sanırsın dünyanın tüm arıları toplanmış, en çok özü ben toplayıp en güzel balı ben yapacağım telaşında. O kadar feci yani. Arada bir beyin yoluyla emirler gönderiyorum ki emir vermeyi de beceremem zaten, ne mümkün! Kıyamet kopuyor içeride. Bildiğin mahşer yeri.
Bütün bir sabahı bu gürültü ile geçirdikten ve susturma çabalarımda başarısız olduktan sonra, 'en iyisi kendi haline bırakayım' diyorum. 'Bu deli coşku elbet bitecek.' Kenara çekilip usulca beklemeye başlıyorum. Kulaklarım uğulduyor içerideki hareketlilikten. 'Küt küt', 'güm güm', 'pıt pıt' gibi çeşitli şekillerde tarif edilen kalp çarpıntısından eser yok bende. Benimki bayağı pazar yeri gibi, bir satıcıların çığırtkanlığı eksik.
'En iyisi uyumak' diyor beynim. 'Yüreğinin içine çöreklenen bu azgın kalabalıkla başka türlü başa çıkamayacaksın. Sen uyu, belki onlarda uyurlar.'
Yatağın bir köşesine kıvrılıyorum. Hep böyle yaparım ben. Çok yer kaplasam ayıp olacakmış gibi, büzüşüp yatarım bir köşeye. Bir yerlerden duymuşluğum var; ?cenin pozisyonu' deniyormuş buna. İnsan kendini güvende hissediyormuş böyle yatınca. Baştan beri anlattıklarıma dikkat ettiyseniz, bana en uygun şekilde yattığımı da fark edersiniz. Neyse nerede kalmıştık? Haa, evet, yatağın kenarına kıvrılmıştım. Epeyce uğraşıyorum içimdeki keşmekeşi bastırmak ve uyumak için ve bu keşmekeşte merak ediyorum, beynimin ne işe yaradığını. Herkesin vücudunu tıkır tıkır yöneten beyin, bende bir işe yaramıyor, bir türlü içimdeki azgın kalabalığa söz geçiremiyordu.'Uyanınca bunun bir çaresine bakmak lazım' diye geçiriyorum içimden. Kendi kendime gülümsedim; bir halt edemeyeceğimi biliyordum ama böyle söylemek hoşuma gitmişti.
Ne kadar uğraştımsa da bir türlü gelmiyor uyku. Kendi kendime içimden tekrarlıyorum, 'çok uykum var, çok uykum var, çok uykum...' Olmadı.
İçimden annemin küçükken bana söylediği ninniyi tekrarladım, 'dandini dandini dastanaa/ danalar girmiş bostanaaaa/ kov bostancı danayııı/ yemesin lahanayıııı.' Yine olmadı. Siz bilmezsiniz bu ninniden bile korkardım ben küçükken, yemesin lahanayı kısmını 'yemesinler anayııı' diye anlar, gözümün önünde annemi yiyen danalar dolaşırdı da ağlaya ağlaya uyurdum. Annem uyumak istemediğim için ağladığımı sanırdı, bir araba da sopa yerdim üstüne.
Sonunda güneş ışınlarının perdenin deliklerinden sızıp tavana bıraktığı izlerden şekiller uydurmaya başladım. Aslında hiçbir şeye benzemiyorlardı ama inatla kediye, köpeğe, buluta, tavşana, biraz daha zorladığımda pastanedeki kızın yüzüne bile benzettiklerim oldu. Gelin görün ki hala uykudan eser yoktu gözkapaklarımda. Ayrıca içimdeki tepişme de tüm hızıyla devam ediyordu.
Baktım olmayacak, kalktım oturdum. Televizyonu açtım, korkunç evlendirme programlarından birini izledim. Kendimi şöyle bir tarttım, yok yok benlik iş değildi oraya çıkmak. Televizyona çıkıp da evlenmek istediğini söyleyenlerin cesaretini takdir ettim. En çok da çirkinleri ve yaşlıları.
İçimdeki gürültüye midemin gurultusu da eklenince dışarı çıkıp yemek yemeye karar verdim. Belki böylece neyse o gürültünün sebebi, o da ortadan kalkardı. Pastaneye gidip poğaça almak ve onu görmek için hazırlanmaya başladım. Pencereden baktım. Haziran ortasıydı, hava sıcak görünüyordu ama ben hasta olurum diye korkumdan montumu sırtıma geçirdim. Gözlüklerimi taktım. Aynada kendime baktım. Gözlerim ileri derecede bozuk olduğu için gözlük camlarım şişe dibi gibidir. Böyle olunca da gözlerim olduğundan büyük ve korkutucu görünür. 'Takmasam mı?' diye geçirdim aklımdan. Ama bu seferde önümü bile doğru dürüst görmediğim için takılıp düşebilirim. Hangisinin daha az kötü olduğunu düşündüm bir süre. Ve kızın önünde yere serilmek daha fena olur gibi geldi bana. Camlarını temizleyip tekrar taktım gözlüklerimi.
Evin kapısını her zaman ki gibi sessizce kapattım. Merdivenleri parmak ucumda indim. Duvar diplerinden ayrılmadan usul adımlarla pastaneye doğru yola koyuldum. Tam pastanenin kapısına gelmiştim ki içeriden çıkan müşteri ile çarpıştım. İşte yine olmuştu. Yine kendimi rezil edecek bir şey bulmuştum. Elindekilerin yere saçılmasına neden olduğum yetmiyormuş gibi bir de ayağına basıp adamın iki büklüm olmasına sebep oldum. Sokak kedisi sesimle özür dilemeye çalışırken o kız tezgâhın arkasından fırlayıp geldi. 'Aşkım iyi misin?'
İçimdeki gürültü, dışarıdaki gürültü, kalp atışım, nefes alışım, kan akışım her şey ama her şey sustu. 'Aşkım' sadece bu sözcük havada yazılı kalmıştı. Sözcüğü oluşturan harfler etrafımda dönüyor, benim kedi mırıltısı sesime karşılık onun su gibi sesi kulaklarımda yankılanıyor. 'Aşkım!' Bana aşkım mı demişti? O da mı benim gibiydi? Beni 'aşkım' diyecek kadar sevmişti de o da benim gibi bir türlü söyleyememiş miydi? Bay Ö. isminden hele hele Ömer'den sonsuza kadar kurtuldum. Artık benim adım 'aşkım'dı.
Başımı kaldırmaya cesaret ettim sonunda. Ne de olsa o söylemişti, benim korkacak bir şeyim kalmamıştı. 'Merak etme hayatım, iyiyim, önemli bir şey yok.' Ne ara söylemiştim ben bunları? Kendi sesim bana yabancı geldi. Bu kadar kendine güvenli, bu kadar tok muydu benim sesim, hayret! Yüzüme bir de gülümseme yapıştırıp kızın gözlerinin içine baktım. Ve gördüğüm şeyle midem bulanmaya başladı. Kız benimle değil o adamla konuşuyordu. Zaten cevap veren de ben değildim, adamdı. Aşkım diye o adamın yanına koşmuştu daha da fenası bana iğrenerek bakıyordu.
İçimdeki gürültü geri geldi. Yetmezmiş gibi kulaklarım uğuldadı. Başım küçükken lunaparkta bindiğim ve korkudan ağlayarak indiğim dönme dolaptaymışım gibi dönüyor. Yüzleri siliniyor gözümden. Tek bir şey dönüyor kafamda; 'aşkım ben değilmişim!', 'aşkım ben değilmişim!', 'ben değilmişim', 'ben...'
Sendeleyerek dışarı atıyorum kendimi ve pastanenin kapısında kusmaya başlıyorum. Bir de bunun için azarlıyor galiba kız beni. Kızgın kızgın bir şeyler söylüyor ama o kadar çok gürültü var ki kafamda onu duymuyorum, sadece tahmin benimki.
Ter boşalıyor üstümden. Çarpışırken gözlükte düşmüş, bulmak için geri dönüp dükkana giriyorum. Kafamdaki uğultu giderek artıyor. Ne yaptığımın çok da farkında değilim. Rüyada gibiyim. Hareketlerim arasında boşluklar var sanki. Çizilmiş cd gibi atlayarak ilerliyor her şey.Yönümü bulmaya çalışırken bir ses duyuyorum, çığlık gibi. Suyun coşkulu akan hali gibi. Kızın sesi galiba. 'Dikkat et!!!'
Son duyduğum bu. İçimdeki gürültü kesildi birden. Birisi gözlüğümü getirip gözüme takıyor. Etrafıma bakınıyorum. Kızın gözleri kocaman olmuş, ağlıyor. Dehşetle açılan gözlerinin nereye baktığını anlamak için bakışlarını takip ediyorum. Kızın az önce yanına koşturduğu 'aşkım'ı' boylu boyunca yere serilmiş yatıyor. Yüzündeki şaşkın ifade komiğime gidiyor. O hiç sesi çıkmayan ben, kahkahalarla gülüyorum adamın haline. Ağzı açık kalmış, bir eli göğsünde diğeri boşlukta bir şeyi tutar gibi sımsıkı kapalı. Sonra gözlerim göğsündeki eline takıldı. Sızan kan, parmaklarının arasından yol bulmuş göbeğine doğru akıyordu. Yine kusmaya başlıyorum. Adamın mavi gömleğinin üzerindeki kan lekesine karışıyor midemden çıkanlar.
Herkes başımıza toplanmış. Havada uçuşan sözlere kızın hıçkırıkları karışıyor;
'Yeni temizlemiştim her yeri, kapıya kusunca söylendim o kadar. Nerden bileyim bu kadar kızıp geri döneceğini. Tezgâhtan bıçağı aldığını bile farketmedim. Hem onu niye bıçakladı ki? Ben kızmıştım. O ağzını bile açmadı!'
Ne kadar öylece durduğumu hatırlamıyorum, birileri polisi aramış olmalıydı ki memur yanımda bitiverdi. Polis elimde sıkı sıkı tuttuğum bıçağı alırken babacan bir sesle konuşuyor; 'tamam evlat, sakin ol bakalım şimdi. Hepsi geçti.'
Ve ben yanımda oturan polislerin arasında karakola giderken annemin sesini duyuyorum uzaktan, gözlerimden akan yaşlarla;
'Dandini dandini dastanaaaa
Danalar girmiş bostanaaaa
Kov bostancı danayıııı
Yemesinler anayıııııı'
Bay Ö değişik bir kişilik, tam oturmamış bir karakter ve çekingen bir yapısı olduğu seziliyor yazının ilerleyen bölümlerinde. Çevremizde çoğu zaman vardır böyle kişilikler yaptıkları her hareket diğer insanlara batan, güvensiz, ayakları bir türlü yere basmayan. Beğenildi güzel öykü kutlarım Arzu hanım gönülden...👍