Belçika'da Wisky Degüstasyonu 1
Bugün sizlere Suat’ı tanıtmaya çalışacağım. Henüz hayatinin baharında 80’li yıllarda politik nedenlerden, dolayı Avrupa’ya çıkmış, Orta Anadolu’da bir şehirden geliyor. Henüz 26 yaşında ama bu genç yaşın olanaklarından yararlanmayı bilmiyor. Yalnız yaşıyor, bekar, Avrupa’da yalnız yaşanır mı diyeceksiniz ama doğru, Suat’ın kendine has kuralları var, tahminim aradığı aşkı bulamamışlardan, veya bu konudaki beceriksizliğini bu şekilde gizliyor.
Sabahleyin güzel bir uykuyu aldığımdan emin olduktan sonra kalkıyor, spor kıyafetlerle bana yakın olan ormanlık alandan bir tur yaparak, dönüşte gazeteciye uğrayıp, her gün yaptığım gibi, bir veya iki Türkçe gazete alıyorum., bu duygu gurbette yaşayan, geçimlerini yurtdışında kazanan veya orada yasama zorunda kalan göçmenlerin ortak sorunu, Adeta kronik bir hastalık.
Kardeşim, ülkende özgür yaşama olanağın kalmamış terk etmişsin, binlerce kilometre uzaktasın, hala orada, politik-ekonomik arenada nelerin olduğunu öğrenmek için can atıyorsun. Buna birde vatan hasreti, yarım kalmış anılar ve özlem duyguları eklendiği zaman, gurbet dayanılmaz bir hal alıyor.
Gazetecide almak istediğim gazeteleri seçerken, aylık Fransızca yayınlanan bir dergi dikkatimi çekti. Kapağında bizim ülkeyle ilgili bir haber paylaşılmıştı. (İsmini yazmak istemediğim,) bu dergiyi de aldım. Amacım hem haberin içeriğini öğrenmek, birazda burada yani yasadığım ülkede neler oluyor, takip etmek, Fransızcamı geliştirmek, bu kadar popüler bir dergide hangi konular isleniyor ki, yaklaşık 60 bin aboneye ulaşabiliyor. Bu derece tutuluyor ve satılabiliyor diye düşündüm.
Eve gittikten sonra, ilk etapta içindekilerin özetine baktım. Şöyle başlıklara ve fotoğraflara bir göz attım. Genel anlamda: ülkedeki sorunlar, Kraliyet ailesiyle ilgili haberler, ulusal ve uluslararası politik yazılar, yorumlar. Sanatsal faaliyetler, arka sayfalara doğru; burçlar ve televizyon programlarından oluşan renkli basım kaliteli bir dergi. Boş zamanlarınızda, veya kahvenizi yudumlarken, şöyle koltuğa gömülüp biraz entel takılmak istersiniz ya, işte bende aynen öyle yaptım.
Yanımda hazır kâğıt ve kalem var, olurda anlamakta zorlandığım yeni kelimeler olursa, sözlükten anlamını bulup öğreniyorum. Fırsat buldukça okumaya çalıştım.
Orta sayfalarda dikkatimi çeken bir yarışma hazırlamışlar. 5 adet soru sormuşlar, bu sorulara doğru cevap yazan 20 kişiyi kurayla belirleyip, ünlü bir viskinin “Johnnie Walker” çıkaracağı yeni ürünlerinin tanıtımını ve bunların ilk degüstasyonunu ( tatma, tadına bakma) yapmak. İlave olarak kazananlara, derginin ismini taşıyan birer kol saati ve bir dolmakalem hediye olarak sunacaklarmış.
İlk etapta boş verdim, sonra biraz inceledim ki sorular düşündüğüm kadar zor değilmiş. Belçika’nın tarihiyle ilgili, zaten dergiyi biraz okuduğunuz zaman, cevapları okuduğunuz konuların içerisinde gizli. Soruların beşini de cevaplayıp, kartı ikiye katladım. Arka kısmında gideceği adres yazılı, kendi adimi soyadımı ve adresimi de ekleyerek, posta kutusuna attım.
Enerjimiz en üst seviyede, sağa sola yürüyerek değil, sanki koşarak gidiyoruz. Yorgunluk diye bir derdimiz yok. 80’li yıllar, henüz cep telefonu yok, sokaklarda kurulan jetonlu ve kartlı telefonlarla iletişim sağlıyoruz.
Avrupa’da gezilmedik şehir bırakmamışız. Güzel bir otelde konakladığımız gibi, tam tersi durumlarda yasamışız. Bazen bir arkadaşımızın evinde, kalabalık bir kampta veya bir trende, arabanın içerisinde hatta Paris’te bir parkta bile gecelemiştim.
Hafta sonu Paris’te bir toplantıya katılmam gerekiyordu, Brüksel’den bir gün önceden çıktım, bir arkadaşla randevulaştık, beni Gar’da karşılayacaktı, oraya vardığımda gelmedi, “muhtemelen önemli bir işi çıkmıştır, yada unutmuştur.” Diye düşünmüştüm. Başkaca kimseyle iletişime geçemediğimden dolayı, sağa sola biraz tur attıktan sonra, yürümekten yoruldum. Geceyi bir parkta bank’ın üzerinden yatarak geçirmeye karar verdim. Bir parkın kuytu bir köşesinde tam da istediğim şekilde iki metre uzunluğunda bir bank buldum. Tam uzanacaktım ki, altında gizlenmiş iki metre uzunluğunda bir karton gördüm, sevindim. Çıkarıp bank’ın üzerine serdim ve uzandım, biraz dalmıştım ki, iri yâri, Afrika’lı bir Müslüman tarafından uyandırıldım.
---Burası benim yerim, kartonda bana ait, Mösyö !!! dedi. Fazla ciddiye almadığımı görünce, ısrar etti.
---İsterseniz kartona bakin altında Muhammed yazıyor, ! dedi. Kendi ismiymiş
Bu kadarda fazla diye düşündüm, kalktım kartonu çevirip altına baktım, gerçekten “Muhammed” yazıyor. Çaresiz
--hâklisin, dedim, sinirlendim biraz ama yapacak birşey yok.
Çok nazik davrandı, beni gecenin bu saatinde rahatsız ettiğinden dolayı, o benden özür diledi. İlgimi çekmişti, biraz sohbet ettik, uzun süre sokakta yaşıyormuş. Zaman zaman polis baskınları oluyormuş, o saklanarak yakalanmaktan kurtarıyormuş. Paris’te yaşam çok zor, yakalananlar ülkelerine geri gönderiliyor, diyordu, gönderilenlerde kim bilir nasıl cezalandırılıyordu. Dramatik sorunlar anlayacağınız.
---Yakınlarda bir kafeterya var istersen gel bir kahve ısmarlayayım, dedim.
Teşekkür etti, kahve istemediğini, ama çok aç olduğunu, söyledi. Açık bir yer bulduk, bir şeyler atıştırdık, sabah olmuştu.
Türkiye’den yurtdışına çıktığımız ilk yıllarda, oldukça sekter yaklaşımlarımız vardı. İçerisinde bulunduğumuz politik atmosferin de etkisiyle, derneklerde ve lokallerde, sık sık bira içen arkadaşlarımızı görünce, şaşkınlığımızı gizleyememiştik. Böylesi durumlar için, maalesef kafamızda oluşmuş hazır, geleneksel şablon kalıplarımız vardı, ”Laçkalığın ve burjuva yaşam şeklinin bireyler üzerindeki dayanılmaz etkileri” diye, acımasızca eleştiriler yapardık.
Daha sonra benzer örnekleri yaşadıkça, bizlerde normalleştik, evcilleştik. Sonra fark ettik ki, bu ülkede, bira sudan daha ucuz ve insanlar bunun yüzlerce çeşidini yapmışlar. Fazla abartmamak şartıyla, ferahlamak ve sıcak havalarda serinlemek için bizde içmeye başladık.
Tabi zamanla, kabak çiçeği gibi acildik, viski de içtik, şarapta içtik. Şarabin yeri tartışmasız çok farklı, hoşumuza gitmişti. Bazen biz seçtik şarabı, bir dost yada bir sevgiliye giderken, bazen da şarap seçti bizi. Sofrada yemekten önce, eşinle veya sevdiğin bir kadınla romantik bir ortamın yaratılmasında, birer kadeh şarabin etkisi asla küçümsenemez.
Yaklaşık iki hafta geçti, ben meseleyi unutmak üzereydim. Bir mektup aldım, soruları doğru cevapladığımdan dolayı tebrik ediliyor, binlerce kişi arasında yapılan kura çekimi sonucunda benimde 20 kişilik grubun içerisinde olduğum belirtiliyor. İnanamadım, bana biraz saka gibi geldi ama derginin yeni sayısını aldığımda, yarışmayı kazanan kişilerin listesini de yayınlamışlar ve cidden, aralarında benim ismim de var. Degüstasyon yapacağımıza dair güzel hazırlanmış bir davetiye, arkasında uzunca bir program var. Yer, zaman, tarih ve saatleri en ince detaylarına kadar yazılmış.
Mösyö,
Degüstasyon grubunda yer almaya hak kazandınız, Cumartesi günü saat; 20’de, Kraliçe Elizabeth Salonunda, sizleri de aramızdan görmekten mutlu olacağız.
Durduk yerde başımıza is aldık diye biraz kendi kendime düşünürken, bu tarz davetlere pek alışık biri değildim. Bir diğer önemli konuda, degüstasyon hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımı anladım.
O yıllarda, cep telefonu ve internet ağı yok, bilgiye ulaşım imkânsız. Okuduğum bazı klasik romanlarda Fransa’daki şatolar, üzüm bağları, kırmızı veya beyaz sofra şaraplarından, bazılarının uzun yıllar özel fıçılardan dinlendirilerek, daha farklı tatlar elde edilmesinden bahsediliyordu. Yada, hemen hemen hepimizin bildiği sıradan bir gösteri vardır ya hani; bir özel bir davete, bir yemeğe gittiğimiz zaman, ilk etapta, başlarken bir şişe şarap gelir, grup kendi arasında bir kişiyi seçer, garson şarap hakkında kısa bir bilgi sunar. Tadılması için bardağa birkaç yudum şarap doldurur. Bardak hafiften çalkalanır, ağıza alınır ve dolaştırılarak yutulur. Her defasında, güzelmiş,!!! cevabi verilir. Sonra bütün bardaklara servis yapılır.
Bunun dışında ben kişisel olarak, tadına baktıktan sonra bu şarap kötüymüş,!!! Deyip geri çeviren kimseyi hatırlamıyorum. Bunun gerçekleşebilmesi için, şarabın bozulması yani sirkeleşmesi, yada kırmızı şarabın kahverengine dönüşmesi, tortulaşması gerekiyor.
Wiski’de durum tamamen farklı fermantasyonu, mayası, damıtılması, zamanı, rengi ve alkol derecesi mutlaka daha detaylı bir çalışma gerektiriyordur.
Bizler sofrada veya arkadaş ortamlarında içtiğimiz zaman, sadece markası, fiyatı ve sertliği ilgilendiriyordu. Nerde ne zaman nasıl işlendiği hakkında, düzeyli kültürel bir bilgiye, maalesef sahip olmadığımız gibi, kırsaldan gelen kaba-sapa dağ adamlarıydık, şarabı büyük çorba tasıyla, boğmaca Rakı’nın her türlüsünü ise, şişeyle kafamıza diker, zıbarana kadar içer, yine de pes etmezdik.
Hazırlanmam gerekiyor, berbere gittim, saç-sakal tıraşı yaptırdım, duş aldım. Lacivert pantolon, üzerine mavi gömleğimi giydim. Ayakkabılar klasik İtalyan, siyah yumuşak deri, temiz ve şık olmam gerekiyor, sadece kravat takmadım, oldum olası karşıyım kravata, kaba ve abartılı bir görünüm veriyor, resmiyeti simgeliyor. Hem Avrupa’da fazla dikkate alınmıyor neticede kırsaldan geliyordum, köy kültürü biraz ağır basıyor olsa da, bundan kesinlikle rahatsızlık duymuyorum. Sınırlarımı bilirim. Nerede nasıl davranacağım konusunda kendimden eminim. Çekincem, gittiğim yerde belli bir düzeyi tutturabilmek ve aralarına yeni katılacağım tanımadığım bu gruba, sorun yaşamadan entegre olabilmek.
Birde ne yapacağımızı tam olarak inanın kestiremiyorum. Bazen düşünüyor, kendi kendimi sorguluyor ; kendilerine karşı sorumluluk hissettiğim çok değerli arkadaşlarım var, “ya arkadaşların böyle basit islerle uğraştığını anlarsa ne der“, diyorum.
En iyisi dışarıda telefon kabinlerinde organizasyon komitesine telefon edip, acele bir işimin çıktığını, dolayısıyla katılamayacağımı belirtmek olacaktır. Düşündükçe bu konuda henüz netleşmediğimin farkına vardım. İlk kez böyle bir organizasyonda yer alacağım, başka bir zamanda istememde bu şansı yakalayamam, iyisi bu fırsatı değerlendirmeliyim diyorum, kendi kendimi motive ediyorum.
“Ya git katıl kardeşim, o kadar insanın arasında seni kim tanıyacak, hep ciddi takılacak değilsin ya, değişime açık ol biraz rahatla, akışına bırak kendini, birazda hayatin bu yönlerini gör, ne olur sanki birazda sen, bazı şeyleri boş ver, ve bu anı yaşa “,!!! diyorum. Maalesef teori güzel ama pratiğe geçirmekte zorluk çekiyorum.
Bizde alışkanlık haline gelmiş, hep ciddi takılıyoruz, sinirli somurtkan bir yüz ifadesi, bu içkili tanıtımlarda genelde kadınlar kullanılır. Bizde malum, biraz politik takılıyoruz, karşı cinse karşı daha temkinli yaklaşıyoruz. Ülkemizdeyken de bu konularda sıkıntılar yasamış, birlikte mücadele ettiğimiz kadın arkadaşlarımıza abi-kardeş gözüyle bakmişiz.
Sanki birini sevdiğimiz veya aşık olduğumuz zaman, politik kariyerimiz sona erecekmiş gibi suçlu hissederdik kendimizi. (ne ise bu politik kariyer) bu yüzden, kadınlardan uzak durmak, (aman ha namusumuz kirlenmesin hikayesi) onlarla olması gereken doğal ilişkilerimizi de etkiledi. Dolayısıyla insanız ve cinsel arzularımız var, ben yine de bir parça bu çemberi kırabildiğimi düşünüyorum. Bu konuda kendilerine yaptığım eleştirilere de “Senin tuzun kuru, boylu poslu ve yakışıklısın, dilde biliyorsun, tabi ki sorun yasamazsın” diyerek savunmaya geçiyorlardı. Netice de, Avrupa’dayız, ve bu konuyu genelleştirmek istemiyorum ama, o dönemlerde bu sorunu aşamamış çok sayıda insan tanıyorum, sanki dünyayı biz kurtaracağız. Neyse farkındayım biraz konudan uzaklaştık.
Bu davete katılacağım, sonuçta biliyorum, çok komplike bir durum arz etmiyor, gittiğimde gereken bilgiler verilecektir. Olurda hoşuma gitmeyen bir durum gerçekleşirse, özür dileyerek, katılmaktan vazgeçerim.
Gördüğünüz gibi seçenekler çok; bu değişime açık olma fikri kafama yattı, ben macerayı seviyorum. her şeye rağmen gitmekten yana karar verdim. Tamam son kararım, çaresi yok gideceğim.
Anvers ; Felemenklerin çoğunlukta yaşadığı, kuzeydeki en büyük liman kenti, içerisinde geçen büyük kanal, insana deniz kenarında yaşadığınız hissini veriyor. Sokaklar çok kalabalık, çeşitli üniversitelerden öğrenciler sele serpe gelişigüzel oturmuşlar.
Bir kilometre uzunluğundaki geniş “Meir caddesi” trafiğe kapatılmış, altı yüz yıllık klasik mimari modern binaların, iç içe geçtiği, dünyanın en ünlü markalarına ait mağazaların yer aldığı alışveriş merkezine dönüştürülmüş ve koşuşturan binlerce insanın alışveriş çılgınlığı. Sonbahar mevsimi, yol kenarındaki yaşlı çınar ağaçlarının büyük bir kısmı yapraklarını dökmüş, eski gevrek kabukları soyulmuş ve yeni beyazımsı genç kabuklar yerini almış.
Şehir merkezine tramvayla gidiyorum, güneş batmak üzere “Stadpark”tan geçerken, raylar görünmüyor. Tramvay adeta kayarak ilerliyor. Kestane ve çınar ağaçlarının rengarenk yaprakları, yerlerde yeşil çimlerin üzerinde uçuşuyor. Bu güzel manzarayı kaçırmak istemeyenlerde var. Parkta çocuklarıyla oynayan peruklu Yahudi kadınları, yazdan kalan son günlerini değerlendiriyorlar.
Aksam saat 8’e doğru, “Kraliçe Elizabeth” Salonuna emin adımlarla yürüdüm. Lacivert takım elbise ve papyon takmış kapıdaki görevlilere, cebimde ki davetiyeyi gösterdim, hemen ilgilendiler. Görevlilerden biri, elindeki listede ismimi buldu ve karşısına bir işaret koyarak, Lütfen beni takip ediniz, Mr. Suat. İçeriye geçtik, kırmızı halıların serildiği geniş merdivenlerden yürüyerek birinci kata kadar çıktık.
Orada bizleri bekleyen başka bir kadın görevliye teslim etti. Kendisine teşekkür ettim, iyi akşamlar diyerek, yanımızdan ayrıldı. Oldukça şik giyimli bir kadın, sıcak bir gülümsemeyle, hoş geldiniz Mr. Suat, diyerek, beni oturmam gereken masaya kadar götürdü. Ben, fırsattan istifade, hem salonu inceliyor hem de kendisine program hakkında bir şeyler soruyorum, tahminen iki saat süreceğini söylüyor.
--Diğer konularda sizleri anlıyorum Mr. Suat, sakin olun, bu masa sizin için hazırlandı lütfen oturun, görevli arkadaşlar birazdan sizleri bilgilendirecek.
Oturuyorum, salon oldukça büyük ve görkemli, ışıklandırma mükemmel, tavanlarda ve kirişlerde altın sarisi islemeler. 16 yüzyıl Gotik tarzı renkli avizeler ve kristallerin ışıltısı göz alıcı bir etkiye sahip. Önümde yaklaşık iki metre uzunluğunda bir masa, üzerinde beyaz krem rengi bir örtü, genişçe bir tepsi içerisinde 40 adet özel tasarım viski bardağı, dosya kâğıdı ve tükenmez kalem. Masanın sol yanında plastik sıradan bir kova. Salonun sağ ve sol tarafına ayni şekilde 10’ar masa toplamda 20 masa karşılıklı eşit bir şekilde dizayn edilmiş.
Bazı masalarda güzel kadınlar da yer almış, şaşkın şaşkın sağına soluna bakınıyorlar. Belli ki herkes aşağı yukarı benim gibi, ilk kez katılıyorlar. İnceliyorum özellikle kadınlar oldukça abartılı giyinmişler, (giyinmemişler desek daha doğru), erkekler biraz daha sade, bazıları perişan halde. Kendimi daha iyi hissettim, zaman geldi, herkes yerine oturdu bir sessizlik oldu, tahminen altmış yaslarında, Prof. sakallı biri bizleri bilgilendirmek için harekete geçti.
---Hoş geldiniz sevgili konuklar. Bu aksam buraya kadar gelip bizlere katıldığınızdan dolayı Johnnie Walker viski Grubu adına teşekkürlerimi sunarım. Biliyorum birçoğunuz merak ediyorsunuz, ilk kez katılıyorsunuz .!!!
Uzun uzun anlatıyor, viskinin ana vataninin, Iranda ve İskoçya olduğunu, İskoçların bu içkiye kendi lehçelerinde “yasam suyu” ismini verdiklerini, daha sonra bütün dünya tarafından tanındığını zevkle içildiğini anlattı. Karşı duvarlardan birine yansıttıkları bir projektörle on dakikalık kısa bir film izleyerek başladık: viskinin arpa, buğday, çavdar ve mısır’dan yapıldığını, 12 ile 18 yıl özenle hazırlanmış meşe fıçılardan dinlendirildikten sonra şişelenip, sofralarımızda yerini aldığını belirtti.
Bu aksam sizlere ilk etapta, Siyah (Black Label) , Altın ( Gold Label) ve Mavi (Blue Label) renkli serilerin tanıtımını yapacağız,,, diye devam ediyor. Siseler masalara dağıtılıyor, bir hanımefendi masama siyah renkli şişeyi “Blak Label” getirdi, nasıl yapacağım konusunda bilgi veriyor. kapağını açtı ve üç bardağa birer yudum dikkatlice doldurdu.
--- Mr. Suat : bardaklardan birini koklayacaksınız, kokuyu daha net alabilmek için burnunuzu biraz bardağın içerisine koymanız gerekecek, ikinci bardağı ağzınıza alıp çiğneyecek, tadını iyice hissettikten sonra, kovaya tüküreceksiniz. Üçüncü bardağı ise ağzınızdan çevirip, yumuşak bir şekilde yutacaksınız. Ağzınızı silmek için bu havluyu kullanabilirsiniz. Duygu ve düşüncelerinizi, bu dosya kâğıtlarına not edebilirsiniz. Kafanıza takılan veya sormak istediğiniz bir şey olursa, beni çağırabilirsiniz... dedi.
Kendisine teşekkür ettim, benim masamdan ayrıldı. Söylediklerini yapıyorum, yabancısı değilim, zaman zaman içiyoruz, bunda sorun yok ama neyi not edeceksiniz, bu konu göründüğü gibi kolay değil. İlk denemede; ananas, kivi ve muz karışımı bir koku aldığımı yazdım, yuttuğumda boğazı biraz yaktığını, buna rağmen içimin mükemmel olduğunu, kısa bir şekilde yazarak not aldım. Salonun ortasında genç kızlar ellerinde tepsilerle masalara soğuk deniz mamulleri servisi yapıyor. Suşi, Kalamar, istiridye, karides ve havyar. Başka bir tepside üzerinde çeşitli soslar sürülmüş kuru ekmek parçaları, istediğiniz kadar yiyebilirsiniz, belli bir sınırlama yok. İçki içtiğiniz zaman, ağız tadını yeniden düzeltmek için bunlardan tüketmemiz gerekiyormuş.
Sonra Altın sarisi (Gold Label) serisi geldi. Bardaklara birer yudum doldurdum, tatlarını inceledim. Kokladım, ağızda dolaştırdım, yutmadan önce son bir kez dilimle damağım arasında ezdim, o an aklınıza birçok bitkinin fermantasyonu geliyor, kuru buğday ezmesinden tutun da, gül kokusu, bal tadı aromalardan oluşan, içimi ve renk kalitesi gayet güzel diye notumu yazdım.
Neticede isi öğrendik, zevkli bir is, ne yapacağımızı biliyoruz, konuya hakimiz. Biraz çevreyle ilgilenmek istedim, diğer masalarda çalışmalar nasıl gidiyor diye baktım. içlerinden bazıları kendilerini acayip kaptırmışlar, defalarca tekrar yapıp, sayfalar dolusu yazılar yazıyorlar. Bütün bardakları kirletmişler, kendilerine yeni bardak servisi yapılıyor. Ben toplamda üç-beş satir yazı yazmışım, bardaklarda olduğu gibi duruyor. Sorun değil, zaten katılımcılar toplumun çeşitli kesimlerinden tamamen doğaçlama bir araya gelen insanlar. Kimse bizden, sayfalar dolusu düşünceler yazmamızı beklemiyor, buna mecburda değiliz. Salonda arada dolasan, konunun bilincinde profesyonel degüstatör’lerin varlığı kendisini hissettiriyor.
Muhtemelen bizim amatörce de olsa verdiğimiz bilgileri harmanlayıp, ürün kalitesi hakkında farklı bilgiler toplamak. Bu yeni bilgiler doğrultusunda ürüne yön vermek. Bu ürün, wiski, şarap veya bira’ da olabilir.
Degüstatiosyon (tadım), başlı başına bir uzmanlık alanı; koklama, tatma ve görme duyularınızı kullanarak, herhangi bir ürünü analiz edecek, bu konuda hissettiklerinizi yazacaksınız. Genelde şarapçılık, alkollü içecekler ve zeytinyağı sektöründe bilgi ve beceri isteyen önemli bir meslek. Belki ilginç gelecek ama birçok bilgiyi verilen arada, diğer katılımcılar ve uzmanlarla birebir yaptığımız sohbetlerde öğrendik. Örneğin: bu mesleği yapan insanlar yemelerine ve içmelerine çok dikkat ediyorlarmış, fazla kilolu olmamaları, tadım esnasında hafif aç olmaları, sigara, pipo, nargile gibi tütün ürünlerinden uzak durmaları gerekiyormuş. O günlerde piyasaya, yeni çıkacak olan bu viskileri tanıdıkça: bu güne kadar düğünlerde ve eğlencelerde tükettiğimiz, JohnnieWolker Red Label serisinin ne kadar sıradan olduğunun farkına vardım.
Sonuncu sise, Mavi (blue Label) serisi geldi. İlk kez mavi renkte bir wiskiyle karşılaşıyorum. Onunla biraz ilgilendim. Kaldırıp ışığa tuttum, renk yoğunluğu mükemmel, tavandaki avizelerden gelen, yeşilin kırmızının, şişedeki maviyle buluşması muhteşemdi. Birazını önümdeki bardaklardan birine doldurdum. Önce uzun uzun kokladım, sonra çiğnedim, derken yuttum. Boğazımdan aşağıya inerken yaptığı yolculuğu takip ettim, mideye henüz varmadan izini kaybettim. Pek bir şey anlayamadım. Galiba bu böyle bir yudum içmeyle olmayacak dedim, deniz mamullerinden alarak ağzımın tadını dengeledim, bardağa biraz daha doldurarak ağzıma aldım, bir tur dolaşmasına müsaade ettim sonra yudum, yudum aşağıya bıraktım. Bıraktığı damak tadını ve lezzetini anlatamam.( Sevgili okuyucular; laf aramızda, olurda bir gün kendinizi ödüllendirmek isterseniz, eğer fırsatını bulursanız mutlaka bu wiski’nin Blue Label’ini için derim. Gerçi fiyatı biraz tuzlu, 300 dolar şişesi.)
İlk etapta acımsı bir tat, biraz elma, vişne ve kızılcık kurusu tadı, portakal kabuğu, vanilya ve bal karışımı , zengin bir atomik tat olarak hissettim. Burunda müthiş bir kekik ve baharat kokusu, içimden sonra damakta acımsı meşe palamudu, boğazda ise hafif yağlımsı bir tat. Bu tadı bir yerlerde sanki tanıdığımı düşündüm.
Sonra hatırladım. Bu tadı, ülkemizde dağlarda yetişen “Geven otu” köklerinin içerisindeki saydam renkli yağın tadına benzettim. Çocukluğumuzda dağlarda yetişen bu otu, kış aylarında soğuk almalara ve çeşitli hastalıklara iyi geldiği söylenirdi. Biz belki de sadece ısınmak amacıyla, karlar altında kalan dikenli Geven otlarını yakarak, ateşinden ısınır, köklerinin içerisindeki yağ tabakasını yerdik. Köylerde yasayanların büyük çoğunluğu bilir. Ayni şekilde; Meşe Palamudu da, sonbaharda toplanır, tazeliğini kaybetmemesi için, toprağa gömülür, soğuk ve dondurucu kış günlerinde çıkarılarak, sıcak sobada bir tepsinin içerisinde közlenerek, neşeyle anlatılan hikayeler ve masallar eşliğinde tüketilirdi. Radyo’nun, Televizyonun, Telefonun ve internetin olmadığı günlerdi, düşünsenize; o dönemlerde, gelecekte teknolojinin bu derecede gelişeceğinin hayalini bile kuramazdık.
Blue Label (Mavi) serisi hakkındaki düşüncelerimi yazarken; Meşe palamudundan bahsettim, wiski kendi anavatanında azami 12 yıl meşe ağacından yapma fıçılardan dinlendirilerek, bütün bileşenleriyle olgunlaştırılıp, istenilen kalitede kıvamına geldikten sonra, şişelenmesine onay veriliyor. Zengin aroma özelliklerinden, elma kurusu Portakal ve kızılcık gibi o anda hissettiklerimi yazdım.
Damak tadı konusunda ise, Geven otu köklerindeki yağ olayını anlattım, ancak burada yazarken küçük bir sorunla karşılaştığımı hissettim, Geven otunun Fransızca anlamını yazamadım. Biliyorum, aslında çok önem arz etmiyordu, fakat hiç yazmasam da olmayacaktı, sonuçta Türkçede olduğu gibi “Geven otu“ seklinde yazıp notlarıma eklemeye karar verdim.
Zaman bir hayli hızlı geçti, gece yarısına doğru anons yapıldı ve sona yaklaşıyorduk, bardağımı son kez Blue Label’dan doldurdum, fondip yaptım, zaten hafiften başım dönüyordu. Kalkıp diğer masalardaki katılımcılarla sohbet etmek, onlarla tanışmak, gece hakkındaki düşüncelerini ve duygularını öğrenmek istedim. Hemen herkes ayni fikirde bu son içki diğerlerinden daha mükemmel görüsündeler. Açlığımızı giderebilmek için birlikte, deniz mamulleri ağırlıklı, bir şeyler atıştırdık, gruplarla sohbetler ettik, kapanış konuşması yapılırken, herkese teşekkür edildi. Bütün katılımcılara birer torba içerisinde Johnnie Walker küçük serilerinin olduğu 6 şişelik hediye paketleri ve degüstatör sertifikası, özel kalemler vs. verildi. Birbirimize karşı İyi dilek ve temennilerde bulunduk. toparlanıp ayrılmayı düşünüyordum ki, salonda özel ışıklandırmalarla dans ve eğlence müziği başladı.
Kalabalığın içinden birileri geldi, orda olduğunu ilk kez gördüğüm biri, elinde wiski kadehi, üzerinde al kırmızısı, diz üstü şik bir elbise, sari saçlarını arkadan topuz yapıp renkli bir fularla bağlamış, gözler buğulu, dolgun dudakları her an sarılmaya hazır, uzun ince ve pürüzsüz bacaklarıyla karşımda duruverdi.
---Benimle dans etmek istemez misiniz, ? Mösyö dedi. Bilinçli ve elit bir kadındı, konuşması ,hal ve hareketleri tavırları ne istediğini bilecek derecede gayet netti. Gözlerimle gözlerine odaklandım, biraz baskı kurmaktı amacım ama nafile aman allahim, odaklanmaz olsaydım. Bu tarz kadınlarla göz temasında bulunduğunuz zaman zayıflar; genelde utanır veya fazla temastan kaçınır, bunda özgüven tavan yapmış adeta içimi okuyor, teslim oldum gülümsedim,,,
--- Sizin gibi özel bir hanimefendiyi nasil rededebilirim,,, dedim.
Elimizdeki kadehlerden birer yudum aldık, masaya bıraktık. Sonra, bir elimle yumuşak elini alıp avucumda tuttum, diğer elimle, ince belini kavradım, sarmaşık gibi sarıldık birbirimize, konuşmadık bir süre, müziğin ritmine bıraktık kendimizi. Sanatçı Berlin söylüyor : Take My Breath Away ( Nefesimi kes, Seni izliyorum bu sonsuz okyanusta, Aşıklar utanç nedir bilmez, bizi kader bağladı, asla tereddüt etmiyorum, Nefesimi kes.)
Bayağı içmiştim, açıkçası biraz kendimden çekindim. İnşallah midem bulanmaz, böylesine güzel bir kadınla birlikteliğimizde pişman olacağım şeyler yaşamam diye " Kaptan Swing ve Gamli Baykus'ta okudugumuz " Ontorio tanrilarina" dua ettim. Onun dışında her şey çok güzel, kafa güzel, dengemi sağlamakta biraz sorun yaşıyorum ama önemli değil, benim gibi ciddi ve asık surat bir adam gitmiş, yerine sürekli gülümseyen bir insan gelmiş. İnanın kendimi hiç bu kadar rahat ve özgüvenli hissetmedim.
Kalbi kuş gibi çarpıyordu, adını sordum, gözlerime baktı, Sofi dedi. Memnun oldum. Bende Suat, dedim. ---Sofi bir şey söylemek istiyorum, sizi görünce çok etkilendim, biliyorum belki klişe olacak ama inanın çok güzelsiniz, yüzü kızardı, biraz utandı, teşekkür etti. ( devam edecek.)
Kutlarım .