Bir Öykünün Öyküsü
27 Nisan 2011 tarihli gazetelerde çıkmıştı o haber. Word dokümanı olarak kaydetmişim bilgisayarıma. Geçen akşam harddiskte yer sıkıntısı başgösterince temizlik yaparken çıktı karşıma. 22.01.2012 tarihinde buraya eklemiş olduğum 'Acı Bir Kayıp' adlı öyküme konu olan 'Son daktilo fabrikası da kapısına kilit vurdu' başlıklı haberden söz ediyorum.
Haberin devamı şöyle: 'MUMBAİ - Bir zamanların en ünlü yazım aracı daktilo da teknolojiye yenildi. Hindistan'da bulunan dünyanın son daktilo fabrikası Godrej and Boyce kapısına kilit vurduğunu açıkladı. Mumbai'de üretimi durdurduğunu açıklayan şirket yetkilileri, stoklarında birkaç yüz daktilo bulunduğunu bildirdi.
Bilgisayarın kullanılmaya başlamasıyla hızla kan kaybeden daktilonun Hindistan'da hâlâ kullanıldığını söyleyen şirketin Genel Müdürü Milind Dukle, '1990′;larda yıllık 50 bin daktilo satıyorduk. Ancak son 10 yılda Hindistan'da da daktiloya olan talep azaldı. 2009 yılına kadar 10 ile 12 bin arasında daktilo üretiyorduk. Son iki yılda bu rakam iyice azaldı ve geçtiğimiz sene 800 daktilo satabildik ve üretimimizi durdurma kararı aldık. Elimizde kalan son sipariş bir Arap ülkesinden gelen 200 adet sipariş. Bunları teslim ettikten sonra artık üretim yapmayacağız' diye konuştu.'
'Acı Bir Kayıp' adlı öykümü okuyanlar ne çeşit bir 'daktilo manyağı' olduğumu hatırlayacaklardır. Yıllarca daktilo ile haşır neşir olmuş bir insan olarak, meftaya karşı son görevimi yapmak, arkasından 'iyi bilirdik' demek istedim.
Bende çok özel bir yeri olan ilk daktilomu yazacaktım. Yıllar boyunca öykülerimi yazdığım, ödevlerimi yaptığım 'Turuncu'yu.
Önce Turuncu'nun ağzından yazmaya karar verdim öyküyü. Turuncu kendisine vefasızlık eden, yıllarca direnmesine karşın en sonunda bilgisayara geçen sevdiğine seslenecek, hafiften serzenişte bulunacaktı. Yazdım da biraz. Şöyle bir şey çıktı ortaya:
'Sen eskiden böyle değildin.
En önem verdiğin değerlerden biriydi 'sadakat'. Kimseyi aldattığını görmemiştim,kimseye vefasızlık ettiğini de, ta ki...
Seninle ilk karşılaşmamızı hatırlıyor musun? Yo yo tanışmamızdan değil, karşılaşmamızdan söz ediyorum. Hangi yıl olduğunu hatırlıyor musun peki? Doğru,bin dokuz yüz seksen iki.Soğuk bir Ankara günüydü. Ben birkaç arkadaşımla birlikteydim. Kızılay'daydık. Gazi Mustafa Kemal Bulvarı'nın İzmir Caddesi'ni kestiği noktada. Sen geçtin önümüzden. Önce fark etmedin beni sanmıştım. Yanılmışım. Birkaç adım geçtikten sonra geri döndün. Önce bana mı yoksa yanımdaki arkadaşlarımdan birine mi baktığını anlamadım. Sonra emin oldum beğeni dolu bakışlarını üzerimde hissedince. O an yüzüm kızarmış mıydı? Kızarmıştır herhalde. Gençtim ne de olsa. Türkiye'ye geleli daha birkaç hafta olmuştu. Bu birkaç haftada benimle ilgilendiğini belli eden birkaç kişi olmuştu gerçi... Ama hiç biri senin gibi değildi. Seni karşımda gördüğümde ilk dikkatimi çeken şey ellerin olmuştu. Daha doğrusu parmakların. 'Sanatçı parmakları' diye düşündüğümü hatırlıyorum. İnce, uzun... Bana bakarkenki heyecanını görebiliyordum. Kalbimin gümbürtüsünü duyacaksın diye ödüm kopuyordu. Sonra,sonra, gözlerindeki o umutsuzluğu gördüm. 'Bir araya gelemeyiz' diyordu gözlerin, 'Çok zor' sonra gittin. Beni öylece bıraktın, tek kelime etmeden gittin. Arkandan bakakalmıştım.
Ertesi gün geldiğinde gözlerime inanamadım. Gelmiştin gelmesine ama gözlerine bakmaya korkuyordum. Ya dünkü umutsuzluğu tekrar görürsem. Ya yine tek kelime söylemeden çekip gidersen. Tüm cesaretimi toplayıp bakmıştım gözlerine. Bu sefer başkaydı. Bambaşka. O an, bir ömrü birlikte geçireceğimizi anlamama yetmiş de artmıştı. Yine kalmadın yanımda, yine gittin. Ama bu gidişin de tıpkı bakışların gibi başkaydı. Biliyordum en kısa zamanda döneceğini,biliyordum bir dahaki sefere beni de beraberinde götüreceğini.
Ertesi gün otobüsten inerken gördüm seni. Bir başkaydı yürüyüşün, bir başkaydı caddenin kalabalığından sıyrılıp bana doğru gelişin.
Bir süre Kızılay'da dolaştıktan sonra gittik evine. Ailenle tanıştırdın beni. 'İki gündür seni anlattı durdu' dedi Ablan, 'Ne kadar güzel olduğunu.' Nasıl da heyecanlanmıştım. Demek beni ilk gördüğün andan beri benden bahsediyordun ailene. 'Haklıymış, gerçekten çok güzelsin' dedi sonra.
O sene üniversitenin birinci sınıfındaydın. Okulu birlikte bitirdik adeta. Ödev hazırladığın uykusuz gecelerinde hep yanında olmaya çalıştım. Sadece derslerinde değil, öykülerini yazarken de birlikteydik.'
Bu son paragrafı sevmedim. Zaten öykü de bundan sonra yürümedi,ne bileyim işte, içime sinmedi... Parmaklarım gitmedi,yazamadım...
Anlatıcıyı değiştirip yeniden yazmaya karar verdim. Kendi ağzımdan yazacaktım öyküyü. Yine vefasızlık, terketmek üzerine olacaktı, ama bu sefer yaptığım vefasızlığı ben itiraf edecektim Turuncu'ya.Günah çıkartacaktım bir nevi. Şöyle bir şey çıktı ortaya:
'Merhaba canım...
Merhaba ilk göz ağrım...
Sonunda sana bu mektubu yazmak için cesaretimi toplayıp oturabildim masanın başına. Ama bu seferde nereden başlayacağımı bilemiyorum. Elimde kalemim, dakikalardır önümdeki boş beyaz kağıda bakıp duruyorum. Hemingway'in boş beyaz kağıdı niçin beyaz bir boğaya benzettiğini şimdi daha iyi anlıyorum.
Seninle ilk karşılaşmamızı hatırlıyor musun? Sanki bugünmüş gibi gözlerimin önünde. O kış Ankara yine çok soğuktu. Her kış olduğu gibi yine en çok kulaklarım üşüyordu. Her kış olduğu gibi yine bere, şapka filan takmıyordum,artistliğimden,saçlarım bozulmasın diye...'
Bunu da sevmedim.Gitmeyeceği daha başından belli olmuştu. Yazarken ıkına sıkına, birinci viteste ancak gidebiliyordum...
Yeni bir sayfa açtım. Bu sefer oluyor gibiydi. Akış tamamdı. İki sayfayı bir solukta yazıp bitiriverdim.
İşte 22.01.2012 tarihinde eklenen 'Acı Bir Kayıp' adlı öykünün öyküsü...
Bu sefer olmuş mu?
Öykünün öyküsüde güzel olmuş. Bir daktilo ile daktiloyu almak isteyen delikanlı arasındaki aslında tek taraflı olması gereken aşk(Daktilo hali ile cansız bir varlık olduğundan)Daktiloya kişilik verip konuşturarak adeta ilginç hale gelmiş. Ne diyelim bilgisayar icad oldu mertlik bozuldu. Gençlik yıllarında benim de kullandığım Olimpia marka güzel bir daktilo vardı, ve hâla durur, saklarım. Çok beğendim kutlarım Mehmet bey...👍