Bitmemiş Romanımdan... (Gönderilmemiş Bir Mektup)

Tanrı'nın gözyaşlarında kapıldığın sel, bereketin sınırındaydı ve ben küçücük bir gemiydim. Karanlık odalarımdan birinde parlayan siyah gözlerin vardı. Kamaramda, odaların duvarlarını üzerime yıkan başka gözlerdi. Başka gözlerdi gözlerinin aynasından beni kovan kovan sıkan. Hıçkırıklarımı dökemezdim, püsküremezdim yüzüne. Tanrı'ya yalvarmalıydım, her şeye rağmen ona eş sevdiğim seni boğmayacaktı buna karşılık.

Küçücük bir yelkeni oldum; ışığının ampulünü yüreğime koyup, koyu denizde yolculuğa çıkan çekik dev gözlerinin. Bir de güneş düştü suya, ısınıyordu su, kaynıyordu. Deniz, kabarcık kabarcık pişiyordu. Yanacak diye korktum sıcacık bedenin. Sonra güneşe yalvardım, o herkesin kendine hayran, sarışın bir delikanlı olduğunu anlatıp durdu. Yeryüzündeki tüm yeşilleri yakmış, şimdi de denizimizin mavisini istiyordu. Sen, aydınlık gözlerinle her şeyden habersiz balık avına çıkmış, oltanı da her yanımızı saran güneşin sıcağına atmıştın. O, bir dinamit balığı yerleştirmek üzereyken oltana, beyaz yelkenlerimi unutup, seni bırakmasını istedim. Yakacaktı, tutuşturacaktı ve ben de ardından Tanrı'ya koşacaktım, onu helak etmesi için. Tanrı, yelkenin ben olduğum için rüzgâr yollamıyordu, fırtınadan koruyordu beni. Güneşe de ne oluyordu şimdi? Sen, yanağındaki gamzenle tebessüm ederek, oynaşıyordun o sıra denizdeki balıklarla. Seni izlemek ne kadar kızdırsa da beni, mutluluğuna şahit olmaktı varlığıma kuvvet veren. Artık, eski videodaki kız yoktu yanında, onun kaydını silmeni isteyen beni kırmamıştın. Elinde gördüğüm sarı bardaklar yelkenime asidini damlattıkça eriyordum. Bir de güneş, seni yakmakla tehdit ediyordu beni.

O zaman anladım neden karanlıkları sevdiğini.

Neden ışıkları kapatıp oturduğunu... Güneş bilmemeliydi yüzündeki ayın nurlu ışıltısını. Saklanmanı ben de isterdim. Yine de merak etmiş; üzerine yelken açıp denizlerde yürütecek kapıyı Tanrı'ya açtırmak için dua ettiğimin kim olduğunu.

Bir gün, ansızın kayboldun. Gemi bomboştu ve her zerrede seni arıyordum. Üç gece bekledim, hep aynı saatlerdi. Güneş beni görmek için yıldızlara ayrılmış, önümdeki suya atladı bir parçası. İri gözlü, dişi yunus balığına binip, uğradığın bir fenalığın kederiyle dolaşmaya çıktığını söyledi. Kim, neden nergis yüreğini soldurmuştu? Düşünmeye başladım, seni sevmeye. Dost gibi parladı güneş, yıldız suratıyla: Ve artık sen varsın dedi, sen. Bu saatte bile yolunu gözlediğine göre, o çok şanslı biri. Diğer sabah kırgınca açtım yelkenimi, gerindim uzayıp. Duyargalarımda senin sinyalindi işittiğim, yani sen miydin gelen? Bir kıvılcım kibriti bir anda çaktı, dört duvarı etten kırmızı kalbimde. Hatta midemde. Bütün ömrümde şimşekler böyle değse usulcan, değerdi...

Kargalardan, senin beni güneşle sınadığını öğrenince, bütün ömrümü orada bıraktım ve seni kıyıya çekecek yönümü güneşe döndüm. O, beni gerçekten sevdiğinde ısrar ediyordu. Tamam dedi, başta öyle başlamıştı. Kızgınlığımdan değil sadece, üzüntümden da iç çekiyordum. Hemen kabul ettim güneşin aşkını, şaşırmıştı. Sana karşı ne kin duyuyordum ne nefret. Ama bu yaptığın, affedilemezdi.

Senin için Tanrı'yla bile kavga etmiştim ben. Hastane bahçelerinde sana benzettiğim çocuklar vardı ve ben inadına, güneşe benziyor diye haber ettim. Sana güneşi seviyor umu aşıladım. ( Güneşi seviyordum evet, ama âşık değildim. Ona duyduğum, yeni doğmuş bir bebeğe annesinin duyduğu anne şefkatiydi, ona hissim bacılıktan başka bir şey değildi. ) O da gel git' lere pek hazırdı ve farklı teknikler uyguluyordu gemimizi yok etmek için. İnandım. Ya da inanmış gibi yaptım. Yeni bir aşkı fısıldıyorlardı kulağıma her şey. Bilmiyordum, kendimden nasıl saklayacağımı, ama gerçekler teker teker fışkırıyor, vuruyordu yüzüme. Hayallerimde de süslediğim sendi ve kimseler tutamazdı yerini.

(Başka aşkın acısını çeker gibi geçen bunca zamanda, benim bile inandığım bu sevda yoktu yerinde. Güneşe söyleyemezdim, benimle ilgili hayalleri vardı. Ne kadar kükrese de o, bir çocuktu gözümde. Ben farklı bakamazdım ona, ne desem küsecekti. Ama öyle ama böyle ben, senin için yelken durduğum o günleri kendime inkâr etsem de özlüyordum.)

Sessizce özledim. Bedenimi saran hastalığın ne olduğunu bilmiyordum. Usulca, üniversal gülüşün hatırımı sordu cep telefonundan. Uzun zaman sonra ilk defa... Yorgundum. Israrla güneşin, kıymetimi bilmediğinden söz ediyordun. Ya sen? Bilmiş miydin? Ben de ısrarla güneşe karşı muzdarip olduğumdan söz ediyordum. Aslı hiçbir zaman bilemedin. Ben, güneşi o istese de öteye götüremezdim. İkiniz de birbiriniz hakkında atıp tutuyordunuz. Ve ben ikinizden de uzaklaşmaya karar verdim. Güneş kardeş, Misis yengeyle haşır neşir fotoğraflarınızı ayrıca posta ediyordu bana. Yıkılsam da dikti başım. Defalarca sözlenip, her defasında ayrılmışsın. Meleklere benzettiğin fotoğrafımın altındaki, o eski yoruma biri cevap yazmış, kendini ben zannedip. Senin aksine söylediği her sözü, kıskançlık yorumu olarak algıladım. Misis yenge hanımmış bunu yapan. Ama onun bu deyişi hoşuma gitmedi de değil. Neden mi? Beni tanımayan biri, ancak böyle bir yorum edebilir de ondan. Ve aşkının seviyesizliği şaşırtmadı beni. Senin değil, onun. Ah sen! Nerden bulursun... İlk kez gizli gamzemin oynadığı hissettim. Neyse! Bütün âşıklar gibi ortalıkta değildim ve olmamaya da karar vermiştim. Üzerime örtüler örttüm. Güvercinlerimizi yine eskisi gibi ikimiz adına yemledim. Bana onlarla selam yolladığını düşünmek çok güzeldi. Hani sen vardın bir zamanlar, yastığımın hemen altındaydı telefonum, başucumda. Yanımdan ayırmadığım telefonu unutur oldum, sanki senden başka hiç kimsem yokmuş gibi. Oysa ne çok kızdılar bundan dolayı, görmediklerim. Yok saydıklarım.

Sen diyordun ya hani: burnunun ucundaki ışığı göremiyorsun diye, peki sen, görebiliyor muydun?

Zor zamanların da oldu elbet ve benim en düşkün vaktimde, ne yapıp edip yok saymadan yanıt verdiğim... Mal mülk geçiciydi... Soğuktu. Hastaydım. Ama hızlıydı adımlarım. Sen düşme diye. Bilemedim karanlık, gözlerine zindan olmuş kişi, bilemedim, bu kadar bencil olabileceğini.

Güneşten duydum. O yanındaymış, alışveriş günlerinden birinde ve senin yanında, Misis. Şaşırmadım. Abuk sabuk deyişlerinin altında bir bakla vardı zaten, yoksa sen hiç böyle yapmazdın, hiç saçmalamadan medenice konuşurdun benimle. Neyse ki geç de olsa öğrenmiştim işte. Ama haklılık payımın yüzde binleri aşması... Yine de yanılmış olmayı arzulardım.

Ihlamur kokuları içinde hasretin de, eskittiğin prangalar da, yazdım dediğin şiirlerde hiç olmamış meğer. İşte bu anda, haklı olmak kemirdi etlerimi. Sadece, ben bir budalaydım ve sen de vaat veren, cümleleriyle gerçeğim diyen bir hergele! Kelime başı evlenme tekliflerine, zaman diyordum ya hani! Epey süratliymiş kerata, umarım aklının hamurunu şekillendirmeye yetmiştir. Arta kalanı olduğunu sanmıyorum ki çöpe atasın. Hoş... Ve ikinci defa her şeyi _bu sefer bilerek ve yine_ sen bitirdin. Sana verdiğim fırsatlar saflığımdan olsa gerek. Hep o, hanım yengemizin yanında afallayarak konuşmalarına cezaydı unutma, telefonu yüzüne kapatışım. İtiraf etsen de ne değişecek, saçmalıyordun işte, besbelli morarmıştı suratın. Hazmedemiyordun bir de. Burada koptuk seninle. Oysa sebebi farklıydı o akşam arayışımın ve senle o saate sözleşmiştik, arayacaktın. Bundan sonra söz verdim kendime, dönüşün olsa da ben dönmeyeceğime. Öyle de yaptım. Gurur denen şey, herkesin içinde muhakkak olmalı, yoksa başta unuttuğu kendi...

Kahvenin telvesinde, gecelerin hülyasında, öyle veya böyle hayatında 'ben vardım hani?' demeyeceğim. Çocuk değilim artık, üstelik senden önce olduğu gibi, seninle olduğu gibi, senden sonra da yalnız gezebiliyorum sokakta. Bundan önce sen mi vardın sanki? Üçüncü bir sessiz güvercinleri tek elimle tek başıma yemliyorum. Hem o eski yerleşkeleri tadilatta, daraltmışlar yurtlarını. Sen, bütün bu sırtımı döndüğüm mezarlıklardan, fışkıracakmışsın gibi.

Martı çığlıklarıydı, güvercinlerimizi dağıtan, yakalayıp parçalayan. Ellerinde ıhlamurlar, ellerinde söğütler, ellerinde hanımelileri, ellerinde mısırlar... Ağlamaklı. Ellerimde koca bedenin, taşıyamıyorum. Ne zaman değişeceğiz diye soramıyorum, sen beni götürmüş, hafiflemişsin kendinden.

Seni sevmek;

Küvetin içine su doldurup bir yaz günü, benimle konuşurken pencerene konan güvercinleri selamlayışındı.
Fışkıyelerin altında ıslanır gibi, yakın bir bankta otururken Eyüplü güvercinleri ikimiz adına yemleyişiydi ellerimin.
Isınan telefonu kâh o zaman, kâh bu zaman çaldırıp, şarj bitene kadar duyurmaktı sesini...
Bir klavye kadar yakın parmaklarımda taşımaktı, siyah gözlerinin karanlık odasındaki aydınlığını, görebilmekti.
Evimin kapısında sorutup, ıhlamur çiçekleri arasında hayal edebilmekti seni. Günün tüm olumsuzluklarına rağmen bir koşu çıkıp sana gelebilmekti.
Sevmesem de, sen seviyorsun diye sabahları çay demlemekti seni sevmek. Her gün sayısız bardaklar yudumlanışını bilmekti. İstesem, bana da bir neskafe yapabileceğini söyleyen sesini hâlâ duyabilmekti. Sen yokken bile seni beklemekti. Saksıda boy veren limonları haber verip, beklediğimiz günün gelişini müjdelemekti.

Ama olmadı. Ne ben gurur camına yumruk vuracak kadar yumuşak, ne de sen; üçüncü fırsatı hak eden, imgelem turnasını yakalayabilecek bir kahramandın.

Delimsirek sirenlerin uğultusunda, ne kadar inkâr etsem de çok hastalandım. Tek başıma, ikimizin yüküydü ellerimdeki. Ve bu mektubun sonu, inatla sana yollamayacağım her satırdan ibaret, kalın kaplı defterimin bitişindedir. Tavan arasında, sevdiğin gibi karanlıklar içinde uzanıyor. Belki de yakmalıyım artık... Siyah denizde, koyu lacivert bir homurdanış işte...

04.11. 2010 Perşembe

14 Kasım 2010 9-10 dakika 3 öyküsü var.
Yorumlar