Bu B/aşka Kahır 3
Üzerindeki eski kıyafetleri yıllardır okunmamış kitaplar gibi toz içinde, vücudunun parçası haline gelmiş, aksak bacağına yaverlik eden yorgun ve titrek ellerinin tuttuğu bastonuyla yanına bir ihtiyar yanaştı.
-Hayırdır evladım,kimi yolcu ettin? Kız meselesi mi yoksa?
-Boş ver be amca.
-Peki, keşke sen de boş versen. Üzgün görünüyorsun da, merak ettim.
-Söylesene amca, İnsan kendine veda eder mi? Ben az önce kendimi uğurladım da."
-Peki kalan sen mi yoksa giden sen mi daha üzgünsünüz?
-Bilmiyorum. Kalan yanım sefalet, giden tarafım kıyamet sanki.
-İnsan kendinden kaçamaz evlat. Çünkü kendinden başka bekleyeni yoktur aslında. Nereye gidersen git seni sen uğurlar, seni sen karşılarsın. Kimisi buna kahrolası yalnızlık der. Ama o yalnızlık çok kıymetlidir. Bence sen de kendinden gitmek yerine kendine gel! Bu hayatta seni kimse anlamıyor değil mi?
- Yani... Evet."
-Demek ki seni sadece sen anlıyorsun. O zaman en iyi arkadaşın da sensin. Kendine değer ver evlat. Varsa bana da bir sigara...
-Var amca vereyim. Peki, sen burada ne yapıyorsun?
-Yıllar önce karımı buradan ailesini görmek üzere yolcu etmiştim. Kaza yapıp ölüm haberini aldım. İhtiyarlık işte, unutmaktan korkuyorum. Hatıralarımı hafızamda canlı tutmaya çalışıyorum. O gün bugündür hep buralardayım. Yani uzun lafın kısası, zifiri karanlıkta gölgesini arayan biriyim.
-Başın sağ olsun. Ne tuhaf! Ben unutmaya çalışıyorum, sen hatırlamaya. Peki, daha sonra hiç evlenmedin mi?
-O beni orada beklerken nasıl evlenirim evlat! Yanına gidince yüzüne bakamam ki. Haydi, sağlıcakla kal.
Zaman paçalarından var gücüyle asılıp hayatın sonuna doğru çekerken, uçurumun kıyısında tek tutunduğu dal olan bastonundan destek alan ihtiyar, usul usul uzaklaştı yanından.
O gittikten sonra bir müddet peronlardaki insanları seyretti. Kimisi vedalaşırken, kimileri ise kavuşmanın mutluluğuyla birbirilerine sımsıkı sarılıyorlardı. Bir tarafta hüzün diğer tarafta mutluluk olmasına rağmen herkes aynı gözyaşını döküyordu.
Eve gitmek istemedi. Otogardan ağır adımlarla uzaklaşırken elini cebine atıp yeterli parası olup olmadığını kontrol ettikten sonra yaklaşık bir yıl önce tanıştığı hayat kadınını arayıp randevu talep etti. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ama "Tamam, haydi gel bekliyorum" diyerek olumlu yanıt verdi, feleğin çemberinden geçen, gözaltı torbalarında bıkkınlık birikmiş, 40 yaşına çürük basamaklı merdiven dayamış, ikinci baharını yaşamayı düşlerken, kar fırtınasının ortasında kalıp, dertlerini kapısının önünden kürüyemeyeceğini bilen, kendi hayalini gerçekleştirmek adına başkalarının arzularına gebe kalan kadın… Diğer erkeklere nazaran ona daha samimi davranıyordu.
Yanına gittiğinde her zamanki gibi gülümseyerek açtı kapıyı.
-Hoş geldin canım.
-Hoş buldum. Evde alkol vardır umarım.
-Var… Var da... Ulan bir kere de benim için gel şuraya be!
-Evde senden başka kimse yok değil mi?
-Yok. Neden sordun?
-Demek ki senin için geliyorum.
-O yüzden mi içkini içip, ilişkiye girmeden sadece sarılıp gidiyorsun?
-Bunu daha önce konuşmuştuk hatırlarsan.
-Biliyorum. ‘Bedensel değil duygusal orgazma ihtiyacın var. Hem ayrıca ücretini de ödüyorum niye şikâyet ediyorsun ki?’ Diyeceksin.
-Ee sorun ne o zaman?
-Bilmiyorum. Tuhaf adamsın. Akşama kadar kimlerle uğraşıyorum bir bilsen... Sarhoşu, geç boşalmak için hap kullananı, parası olmayanı, bir kere daha ilişkiye girmek için yalvaranı, tehdit edeni... Hatta beni bedavadan elde etmek için pezevengim olmayı teklif edenler oldu. Sen ise ücretimi ödeyip sarılıyor, biraz sohbet ettikten sonra çekip gidiyorsun. Sence seni tuhaf bulmakta haksız mıyım?
-Belki de bu yüzden yapmıyorumdur.
-Ne demek istedin?
-Seks dediğin karşılıklı tutkuyla yapılır. Şu an seninle sevişsem sadece ben zevk alacağım. O bahsettiğin kişilerden ne farkım kalır? En son ne zaman zevk alarak seviştiğini hatırlıyor musun?
-Belki de haklısın. İnsan bu işi para için yapınca zevk kavramı ortadan kayboluyor. Hatırlıyorum da, uzun zaman önce bir iş adamının yabancı misafiriyle zevk alarak birlikte olmuştum.
-Çok mu yakışıklıydı?
-Pek sayılmaz. Senin gibi sıradan bir tipi vardı.
-Benim gibi sıradan! İşte buna içilir. Teşekkürler iltifat için.
-Şaka yapıyorum, alınma hemen. Ya aslında tam olarak bilmiyorum. Yabancı dilim yok. İlişki sırasında kurduğu cümleleri anlamıyordum. Belki de bu yüzden değişik gelmiş olabilir. Yabancı dilin varsa test edebiliriz, ne dersin?
-Evet var. Artık herkese yabancı dilim. Sevda dilini bilirdim eskiden. Anladım ki insan yeniden âşık olamadıkça unutuyormuş öğrendiği her şeyi. Şimdi sadece sevgisizce! Biliyorum.
-Farkındayım. sevgisizce anadil olmuş sende. Baksana, leş gibi sigara kokuyorsun, umurunda değil. Bari biraz kendinle ilgilen.
-Boş ver. Güneş doğmadan gideyim. Sen de daha fazla uykusuz kalma.
-Bazen kendimi senin kahvehane arkadaşınmışım gibi hissediyorum. 1 yıldır belirli aralıklarla geliyorsun, yüzeysel sohbet edip gidiyorsun. Anlat derdini desem, hemen konu değiştiriyorsun. Tamam, hepsine eyvallah da, madem sevişmeyeceksin niye boş yere para veriyorsun be adam? Kendine sevgili bulsana!
-Bulmak, aramakla alakalı... Ve aranan şey ne kadar niteliksiz olursa olsun, bir anda kıymete biner. Ayrıca ben cehennemin tam ortasındayım. Başkalarını da yakamam.
-Yaşadıkların her ne ise belli ki seni çok yıpratmış. Tamam, ben güvenilir biri değilimdir belki, ama en azından samimiyetine inandığın birilerine anlat. Az da olsa rahatlarsın. İçine atmak çıldırtır, delirtir insanı.
-İyi niyetin için sağ ol. Senin yaptığın iş ile başıma gelenler arasında pek fark yok aslında..
-Ne o tecavüze mi uğradın yoksa!
-Saçmalama.
Aşk da fahişelik de aslında birbirine benzeyen şeylermiş demeye çalışıyorum. Hayvani isteklerin insancıl yaklaşımı… Sürekli memnun etme çabası... Benim olsun, bende kalsın savaşı... Sen karşılığında para alıyorsun, sevip âşık olan yara! İkisi de kirli hisler yaşatıyor insana.
-Duygusal olduğun aşikâr… Ne söylesem dinlemeyeceksin. Peki, acını dibine kadar yaşa ve yan. Yan ki küllerinden yeniden doğ. Ama şunu unutma: Hiçbirimiz mutlu değiliz, hepimizde farklı hikâyeler var. Sen benim yaptığım işi KPSS’ye girip kazandığımı mı sanıyorsun? Bir şekilde yaralarımızı saklayıp yaşamayı öğretiyor bize hayat. Kendini fazla üzmemeye çalış.
-
Sahibini bekleyen, her anahtarın açmadığı bir kilitti yüreklerimizdeki sırlar. Kiminin maymuncuk kullanıp, kiminin ise hiç acımadan çekiçle vurup parçalamaya çalıştığı. İçimizde masumiyete dair ne varsa alıp götürmek için uğraştığı…Vefasız aşklara aracılık etmekten utanıp, içi boş geçen sevgisiz, tebessüme siftahsız günlerin ardından, veresiye defterindeki mutluluğun ismini yırtıp atmış, kepenklerini indirip meçhule göç ederken, sonbahara devretmişti hüznünü faslı bahar...
Gece ayazdı. Gökyüzünde birkaç tane cılız yıldız isteksizce göz kırpıyor, insanlar evsizlere sıcak yataklarında dua etsinler diye, merhameti hatırlatırcasına acımasızca esiyordu rüzgâr. Yolda yürürken attığı adımların ve uzaklardan gelen köpeklerin havlama sesleri dışında ıssızdı sokaklar. Oysa çok kalabalıktı beynini kemiren düşünceler. Tepeden tırnağa çaresizlik doluydu. Tartıda hafif, fikirde ağır basıyordu yaşadıkları. Hayat kadınının söylediklerini düşündü yürürken. Beynindeki fikirlerin sonuçsuzluğu, istifra ettirecek kadar bunaltmıştı onu. Başından geçenleri anlatmak, rahatlamak, öneri almak istiyordu ama güvenemiyordu kimselere. Ayrıca kendisini de suçlu hissediyor, eleştirilmekten korkuyordu. Tüm bu içsel hesaplaşmaları bilinçaltıyla hareket etmesine neden oluyordu çoğu zaman.
Yine öyle olmuştu ve eve gidip uyumak yerine, kendini çocukluğunda en yakın arkadaşı olan Tarık’ın mezarının başında buldu. Dizlerinin üzerine çöküp bir müddet mezar taşını okşadıktan sonra, "Sen olsaydın kendimi bu kadar güçsüz ve çaresiz hissetmezdim" diyerek sessizce ağlamaya başladı. Gözyaşları bir çiçeği filizlendirecek kadar yoğun şekilde toprağa damlıyor, yaralı hisleriyle adeta can suyu veriyordu, ölümlü ruhlara.
Mezarın ayakucundaki Nar ağacına takıldı gözü. Tarık öldüğünde dikmişti ve Tarık’ın çocukluğunda sık sık ziyaret ettiği köyünde, masal anlatmayı seven pamuk sakallı, güleç yüzlü bir dededen dinleyip çok etkilendiği hikâyesi vardı bu ağacın.
Çok uzun zaman önce, fakir bir köyde birbirilerine körkütük aşık olan, ama yaşları küçük oldukları için ailelerinin bu birlikteliklerine pek sıcak bakmadıkları iki sevgili varmış. Kız, atları sulamanın, erkek ise güneşin yakıp kavurduğu sıcakta tarlada çalışırlarken, tükettikleri suyu doldurmanın bahanesiyle testilerini yanlarına alıp gözlerden ırak olan çeşme başında buluşurlarmış. Senebesene devam eden bu çocuksu ve masum buluşmaların birinde, erkek askere gitmesi gerektiğini söyleyivermiş birden sevdiği kıza. Ve fakirlik bu ya, maddi değer taşıyan hediye alamadığından, cebinden mendile sarılı nar çekirdeklerini çıkarıp verirken ”Ek bu çekirdekleri ve bekle beni. Söz veriyorum döneceğim. Dönünce birlikte yeriz meyvelerini” demiş. Ağlamaklı olmuş kız, sonra toparlamış kendini. Sağa sola bakınıp yakınında bulduğu ucu sivri sopayla toprağı kazıp çekirdekleri gömmüş. Ayağıyla toprağı düzleştirdikten sonra, “Kim bilir ne zaman döneceksin? Ama sen gidince seni unutmak bir yana, sevdamıza vefamız, bire bin katsın diye gömdüm bu Nar’ı. Ve sen gelene kadar her gün buraya gelip sulayacağım. Hem belki bir gün sen ben ve evlatlarımız, birlikte piknik yaparız bu yetişecek olan nar ağacının gölgesinde.” demiş.
Erkek askere gittikten sonra birkaç kez mektuplaşabilmişler sadece. Bir daha haber alamamışlar birbirilerinden. Kız hiç istemese de evlilik çağına geldiğinde ne çare ailesi başka birini bulmuş ve zorla evlendirmişler. Aradan yıllar geçse de hala her sabah çeşmenin başına gelerek ektiği narı sulamaya devam etmiş. Ve o nar filizlenip, diğer nar ağaçlarını kıskandırırcasına büyümüş, heybetli bir hal almış.
Köydeki herkes bu ağacın hikâyesini öğrendikleri için, biraz saygıdan, biraz da başımıza uğursuzluk gelir diyerek meyvelerini toplamaya korkar olmuşlar. Ve her yaz kendiliğinden çatlayan narların kan kırmızısı suyu toprağa damlarmış.
Günlerden bir gün uykusundan kan ter içinde fırlayarak uyanmış kadın. Sanki tanımadığı biri evinin bahçesine girmiş ve cama taş atmış hissine kapılıp ürpermiş. Kundakta ağlayan bebeğini emzirip uyuttuktan sonra, kocası uyanmasın diye zemini tahtadan olan yer döşemesinin gıcırtılı sesini önlemek için, ayakuçlarına basarak yanına su testisini de alıp henüz tam anlamıyla aydınlanmamış havaya aldırış etmeden çeşmenin başına doğru istemsizce yürümeye başlamış. Belki rüyanın etkisi belki de aydınlanmamış havanın tedirginliği attığı her adımda gözyaşı dökerek yürüyormuş. Çeşmeye yaklaştıkça kanadı tellere takılan bir serçenin çaresizliğine bürünüyormuş ruh hali. Ürkek ceylanı andıran gözleriyle bakışlarını ağaca doğru diktiğinde karaltı görmüş. Yumurtası yuvadan düşüp parçalanan bir kuşun çığlığı düğümlenmiş boğazına. Nar ağacına asılı ve yere kanı damlarken görmüş sevdiği adamı. Kurtarmak için ona doğru koşarken aralarındaki 20 metre kadar mesafe, 20 kilometre gibi gelmiş kadına. İpin sımsıkı sardığı boynunu görünce nefes alabilsin diye dizlerinden kavrayıp yukarı doğru kaldırmaya çalışmış. Bağıramamış. Fısıltıyla “Ne olur uyan. Ne olur dayan!” diyebilmiş sadece. Bir müddet mücadele etmiş ama nafile. Çoktan vermiş son nefesini sevdiği. Çığlığı, ağlama sesi duyulmasın diye sağ kolunu ısırarak gözpınarları kuruyana dek hıçkırıklara boğulmuş. Onu kurtarmak için mücadele ederken düşen kâğıdı ancak hava aydınlanmaya başladığında fark edebilmiş. Kan bulaşmış titreyen elleriyle kâğıdı almış yerden ve okumaya başlamış: “Canım… Canıma can olanım. Bir lokma ekmeğimizin ayrı düşmediği, hayallerimizi anlattığımız, sevdiklerimizden gelen mektupların içinden çıkan bebek patiklerini öpüp kokladığımız, aynı şeylere gülüp ağladığımız, yanımda şehit düşen arkadaşlarımı gördükçe delirecekken seni düşünüp kendimi yeniden toparladığım nazlı yârim… Savaşta esir düştüm ve yaralandım. Esir düştüm ama sonunda rehine takasıyla kurtuldum. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Sadece sana kavuşmak istiyordum. Birliğime dönünce yaralarımın iyileşmesi için istirahate çekilip dinlenmem gerektiği söylendi. Bu ne mümkün? Ya ülkem için savaşmalıydım, ya da sana koşmalıydım. Yaram derindi. Belli etmeseler de tabipler ve hemşireler de umutsuzca bakıyorlardı bana. Tüfeğimi yanıma alıp bir fırsatını bulup kaçtım. Nihayetinde düşmana esir düştüğüm an bile senin hasretinin esareti kadar zor değildi. Yolda kağnı görüp durdurdum. Beni bizim köyün çeşmesinin başına kadar bırakırlarsa tüfeğimi onlara vereceğimi söyledim. Bırakmazlarsa da vuracağımı. Ya iyi niyetlerinden ya da korkularından beni köyümüze kadar bıraktılar. Zaten bizim köydeki hemen herkesi tanıyorlarmış. Yolda seni sordum. Evlendi dediler, inanmak istemedim. Evini sorup öğrendim. Evinize gelip pencerenin aralığından gizlice baktım. İçeriyi aydınlatan gaz lambasının ışıltısında eşinin yanında yatan seni ve kundaktaki çocuğunuzu gördüm. İşte orada öldüm. Sakın benim için üzülme. Ne dönmeye ne de seninle eskisi gibi olmaya mecalim yoktu zaten. Söz vermiştim sana döneceğim diye ve sözümü tuttum. Hakkını helal et. Nar ağacığımız, darağacımmış.
( Ve o günden sonra Narın kırmızı rengi aşıkların kanından geldiği söylenir.)