Büyük Telaş
Dört adam kahvenin bir köşesinde hanidir oyun oynuyorlar. İçerisi oldukça tenha. Kahveyi çalıştıran polis emeklisi Ali Bey, elinde çay tepsisi oyunu seyrediyor.
Tan Gazetesinin tapusunu alan Ziya Efendi, sabahtan beri baka baka gazeteyi eskittiğinin farkında bile değil(!) Oysa masanın üzerinde daha beş çeşit gazete var; ama elini bile sürmüyor.
Ziraat ile uğraşan Hayri Ağabey iskambil falıyla meşgul. Meteorolojinin her akşam müjdelediği yağmur, üç aydır kasabanın yolunu unutmuşa benziyor. Hayri Ağabeye göre bütün umut açılacak olan kağıtlarda.
Kahvenin renkli simalarından Fakiroğlu burnundaki kılları yola yola bitiremedi. Herhalde başından dökülen saçlar burnunda bitiyor.
Yirmi iki yıllık öğretmen Murat Bey pişti yaparken masayı delecek. Onun sert vuruşları Ziya Efendinin canını sıkıyor.
- Yavaşın yahu, şurada doğru dürüst bir gazete bile okutmuyorsunuz, diye çıkışıyor Ziya Efendi.
- Sabahtan beri hatim ettin be Ziya Efendi. Oyna, sinek beşli...
- Aç avcunu, aç, diyor Tahsildar Kemal; Bursa işi oldu bu.
- Hiç beşli çıkmış mı Allahaşkına?..
- Ne yapayım, hepsi çürük.
- Hadi canım sen de...
Kahveci Ali Bey'in kahkahası dışarıdan duyulacak gibi; koca kahveyi çınlatıyor.
Öğretmen Murat Bey sigarasını yakmak için ceplerini yokluyor. Aradığını bulamadığı yüzünden belli. Ama nasıl olur? Yok canım, her halde evde unutmuş olmalı. Yok yok, o aramaya devam ediyor. Öyle ya, daha bu gün almıştı. Fakat... Birden ayağa fırlayınca, elindeki kağıtlar masanın üzerine saçılıveriyor. Kare kızı ile kupa ası, iki valenin arasında yeterince sıkılmışlardı zaten. Masadakiler bir anlam veremiyorlar bu ani kalkışa:
- Yahu nereye kaçıyorsun, daha oyun bitmedi?
- Bırakın adamı yahu, diyor kahveci Ali.
- Ben kabul etmem çayları, diyor Tahsildar.
- Hesaba yazıldı bile...
Caddeye çıktığında: ?Okulda olmalı,? diyor Murat Bey. ?Mutlaka dolapta unuttum.? Birkaç adım sonra geri dönüyor. Öyle ya, kahveye gelmeden, ayakkabıcı Hüseyin'in dükkanında oturmuştu bir süre. Bir an gözleri gülüyor. Şimdi hatırlıyor işte: Ayakkabıcı Hüseyin'e göstermiş, onun beğenisi üzerine daha da sevinmiş, hatta ucuza aldığına bile inanmıştı.
Aniden giriyor dükkana. Ayakkabıcı Hüseyin'in bir şey söylemesine fırsat vermeden soruyor:
- Benim çakmak burada mı?
- Yoo!..
- Hadi canım. Bırak numarayı...
- Vallahi yok Murat Bey!
- Az önce beraber baktık ya...
- Baktık.
- İyi ya. Burada unutmuşum.
- Vallahi ben görmedim.
- Allah kahretsin.
Geldiği gibi çıkıyor dışarıya.?Okulda kalmış olmalı,? diyor. Elinin tersiyle alnını silerek, okula doğru yöneliyor. Gömleğinin koltuk altları, sırtı ter içinde; aldırdığı yok. O, koşar adımlarla okula doğru büyük bir inançla yürümekte. Yanından geçen öğrencilerinin selamını bile göremiyor. Kan ter içinde okula ulaşıyor nihayet.
Son bir gayret; bir, iki, üç... Merdivenler çıkılıyor. Öğretmenler odasının kapısı. Ve dolap. Evet... Yoo, yoo, olamaz! Burada da yok! Peki ne oldu bu zıkkıma!? Ooof, başı çatlayacak gibi zonkluyor. Nereye gider bu çakmak? Allah kahretsin, neyine yetmezdi onun bir kutu kibrit. Zaten almayayım diye kaç kez söylemişti kendi kendine. Ay sonunda nasıl da kıymıştı. Onca paraya. Rengine mi vurulmuştu? Yoksa, arkadaşlarının sözlerine mi kanmıştı?.. Sanki onlar da pazarlama uzmanı kesilmişlerdi başına. Hayır hayır., onların günahını boşuna alıyordu. Bütün kabahat sigara tiryakisi oluşundaydı. Demek kabahat sigarada idi, öyle mi? Öyle ise, o da...
- Paaat!..
Büyük bir hırsla fırlattığı paket zeminin tozunu yalıyor sanki. Aaa, o da ne?! Çakmak!.. Evet, evet! Sigara paketinin içinden fırlayan çakmağı suçunu kabullenmiş öğrenci edasıyla bakıyor ona.
10.08.1986 Karacabey