Büyümeyen Çocukluğum
Bir ses geliyor pencereden. Yılın ilk yağmuru vuruyor usul usul. Masamın üzerinde onca kağıt onca kalem... Yine uyuyakalmıştım sanırım. Şu sıralar hayatın monoton havası ve boğucu kalabalığından kaçtığım tek yerdi odam. Dört duvarla kaplı odamda, beni yoranlardan uzak , romanımı yazmakla geçiyor zaman. Açlığın dayanılmaz etkisinden olacak ki karnım gurulduyor. Mutfağa gidip dünden kalma simidi ve bir fincan çay alıyorum. Dışarıyı izliyorum sonra. Yağmur öyle çarpıyor ki bağrına toprağın, bu ne özlem diye düşünüyorum kendimce. Ve sonra her yağmur yağdığında beni iliklerime dek saran hissiyatı fark ediyorum. Büyümeyen çocukluğum... Nedense yağmur yağdığında uyanıyor içimdeki misafir. Misafir demekle belki yanılıyorum. Gideceği hiç yok çünkü onun. Aslında ben de istemiyorum gitmesini. Hep derinlerde bir yerde uyukluyor. Bir çisenti yoklarsa yüreğimi, tarif edilemez bir sevinci oluyor çocukluğumun. Kendimi “ Kendim” gibi hissettiğim tek sığınaktı orası. Çocukluk anılarımdı antidepresanım. Ve anılara zeval gelmedikçe hep teselli olabileceğimi düşünürdüm. Şimdi uyanıktı o büyümeyen çocukluğum. Yüzüme yayılan bir tebessümle beraber yine dalıyorum dingin sulara.
15-20 yıl öncesiydi. Ağustos’un başında köye gelmiştik. O zamanlar köye gitmek bir ülkeyi görmeye gitmek gibiydi biz çocuklar için. Toprağına adım basar basmaz ilk anneanneme koşardık. Bilirdik avuçlarının şeker dolu olduğunu. Sonra köyün diğer çocukları da gelir, küçük dükkandan aldığımız dondurmalarla, kerpiç evlerin damında alırdık soluğu. Güneş canımızı hiç yakmazdı...Hep erirdi mesela dondurmalarımız. Parmaklarımızın üzerine azıcık dökülse başladık şapur şupur yemeye. Sonra damdan dama koşardık. Kızardı büyükler. Evler yapışık olduğundan yerimizde duramaz o damdan şu dama atlardık. Bir bakmışız Yusuf amcanın bahçesine inmişiz. Karabaş vardı o zaman. Çocukluğumuzun korkularından... Tasması zincirden olan o asi bakışlı köpek. Sonra ver Allah’ım kuvveti, koşardık yokuş aşağı arkamıza bakmadan. Terlerdik. Okulun oradaki çeşmeden içerdik suyumuzu. Öğlen oldu mu eve gelirdik. Kalabalık olurdu o zaman anneannemin evi. Teyzemler, dayımlar, komşular vs. herkes olurdu orada. Sarma ve dolma yaparlardı. Yanında bir de soğuk ayran oldu mu dünyanın en mutlusu bizmiş gibi sevinirdik. Hani o yanık nohutlar için ettiğimiz kavgaları da unuttum diyemem. Ayşe’si, Ahmet’i , Fatma’sı hep bir yarış olurdu yanık nohutlar için. Sonra tarlaya giderdik top oynamaya. Samanlığın orası futbol sahamızdı. Kayarak oynardık. Yepyeni elbiselerimize bulaşan tozu çamuru umursamazdık. Çiftçi amcalar gelip kovana kadar oynardık. Sonra yine dönerdik köy meydanına. Akşamüstü oldu mu hayvanlara giderdik. Sarı kızın yavrusuna dokunur, tavukları da kümeslerine kadar kovalardık. Düşenimiz olurdu... Dizlerimiz kanarken bile kahkaha atardık. Bize o mutluluğu veren neydi hiç bilemedim. Hiç anlam veremedim onca yaraya rağmen gülmelerimizi.
Sonra yavaş yavaş kararırdı gökyüzü. Evin az uzağında olan mezarlık kabusumuz olurdu. Çocukluk işte... Karanlık olunca oradan geçmeye kimse cesaret edemezdi. Bu sefer kerpiç odalardan birine girer televizyonu açardık. On kadar çocuktuk, bize Şaban’ı açarlardı. İnek Şaban’ı... Konuşmadan güldüren adamı izlerdik hep beraber. Köy evinde patlatmış mısır eşliğinde yeşil çam filmi izlemek gibisi yoktu. Bambaşka bir şeydi sanki. Gecenin geç saatlerine kadar gülerdik. Çenemiz ağrırdı ama umursayan yok. Sonra kapıyı kilitler, köşede duran yastıkları aldığımız gibi başlardık yastık savaşına. Yorulmak ne bilmezdi çocukluğumuz. Hep masumdu yaramazlıklarımız. Benim, senin , onun diye bir şey söz konusu değildi. “Biz” vardı sadece. O zamanlar teknoloji ile olan tek bağımız, televizyondan pac-man oynamaktı galiba. Sonra uyku vakti gelir bizi yataklara gönderirdi büyüklerimiz. Bir ablamız vardı masal anlatan. Onca çocuk, yorganların altında ses etmeden dinlerdik. Tahta ve kerpiçten yapılan tavana bakardık. Masallar tam bitmezdi. Ya da biz erken uyurduk hatırlamıyorum. Ama gözlerimiz kapalıyken bitirirdik masalları rüyamızda. En güzel uykular yan yana uyuduğumuz o günlerde saklıydı. Ve sabah horozdan önce uyanır, uyanmayanlara şu şakası yapardık. Bugün köyden gideceğimiz söylenince bir burukluk olurdu. Köyü baştan aşağı dolaşır, eğlenirdik son gün. Ve araba gelince suskun olurdu gözlerimiz. Kırılırdı bir yanımız ama kabullenirdik ayrılışı. Bir diğer sefere kalırdı dudaklarımızdan dökülen şarkının devamı:
“ ... Ayrılık geldi başa katlanmak gerek
Seni çok çok özledim arkadaşım eşek...”
Köyün çıkışına doğru giderken biz hep arkaya bakardık. Su kulesine... Tepesine çıkmak için merdivenlerine asıldığımız su kulesine. Sonra araya uzanıp giden tarlalar girerdi. Kırmızı, mavi traktörler olurdu bizi son uğurlayan. Ve o günlerden beri çocukluğum hep çocuk kaldı içimde. Büyümedi, geçmedi hiçbir zaman.
Şimdi yine kendi dünyamdayım. Sokaklar sırılsıklam. Duvardaki aile portresine bakıyorum. Ailem... Biriktirdiklerimiz dökülüyordu gözlerimizden. Şimdiki zamanlarda kalmadı o çocukluk günleri. Teknoloji malum altın çağında. Ama ben ne zaman yorulsam, boğulduğumu hissedersem hep bir tesellim oluyor anılarda. Romana devam etmeliyim. İçimde yarım kalmış bir mutluluk. Yanık nohutların kokusu geliyor burnuma. Gülümsüyorum.Cam kenarına vuran yağmura bırakıyorum çocukluğumun devamını. Belki zamanı tutamayabiliriz avuçlarımızla, belki yeşil çam ve Barış Manço pek gelmiyor akıllarımıza ama hep derinlerde bir yerlerdeydi bütün bunlar. Belki çocuk kalmak gibi bir seçeneğimiz olmadı hiç. Ama olsun diyorum kendi kendime. Puslu olsa da iyi ki vardı anılar. İyi ki hiç büyümedi çocukluğum. Şimdi yine eğiliyorum üzerine romanımın. Takır takır işliyor kelimler. Yağmur ha durdu ha duracak... Sanırım bir başka yağmura bir başka çisentiye kalıyor uyanış.