Çadırlarda Öğretmenlik Günleri (b.ö.r.-37-)

Bulutlara komşu, yeşillikler diyarı memleketim, Şavşat'tayım. Mesleğimi, göreve başladığım ilk gün heyecanı ile yapmamın nedeni öğretmenliği tutku düzeyinde sevmemden kaynaklanıyor. Çalışmalarımda hep dingin kalmamı da iki aylık yaz tatillerimi bu güzel beldede geçirmeme borçluyum. Köydeki evimiz bin bir renkte çiçeklerle bezenen yemyeşil çayırların içinde. Bir tarafımızda kudretten bitip büyümüş çam, ladin ve daha çok köknar ağaçlarının oluşturduğu güzel bir orman alabildiğine uzayıp gidiyor. Diğer tarafımızda ilkbaharlarda beyaz çiçeklere bürünen meyve ağaçları manzarayı tamamlıyor. Hemen yanı başımızda yaz-kış şırıl şırıl akan küçücük deremizi de öykümün içine katmazsam anlatımım yavan kalır. Güzel bir ağustos günü, evimizin balkonunda kahvaltıya hazırlanıyoruz. Güneş ufuktan yavaş yavaş yükselirken altın ışıklarını cömertçe gönderiyor yer karamıza. Günün daha ilk saatleri. Bir telefon çalıyor. Bu saatte kim ola acep diye meraklanıyoruz! İstanbul'dan kızım arıyor.

'Babacığım nasılsınız, iyi misiniz demeye kalmadı, başladı kızım hızlı hızlı anlatmaya. Baba galiba haberiniz yok! Dün gece Marmara Bölgesinin bazı illerini kapsayan bir deprem yaşadık. Deprem özellikle Sakarya ve Kocaeli'nde çok etkili olmuş. İstanbul'da biz de hayli etkilendik bu sarsıntıdan. Ağabeyim şu anda Adana'da. Hemen size haber vereyim dedim...' Köydeki evimizde televizyon yok. Dünya ile haberleş olanağından yoksun günlerimiz geçiyor. Biraz da sadece kitaplarla baş başa olmak adına bozulan televizyonun yerine yenisini edinmemiştim. Kahvaltımı çabucak bitirip Ardahan-Şavşat yolu üzerinde bulunan evimize yakın lokantada aldım soluğu. Bir an önce lokantadaki televizyondan haberleri izleyip deprem hakkında kapsamlı bir haber almak istiyorum.

Bir olayı uzaktan izlemekle yaşanan olayın vahametini anlamak hiç olası değil. Sanki yıllar önce yaşanmış Varto depremini konu alan bir siyah-beyaz Yeşilçam filmini beyaz perdeden izliyorum. Depremin yaşandığı yerlere yavaş yavaş giriliyor. Kurtarma ekipleri çalışıyor. Pek doyurucu haberler vermiyor televizyonlar. Bazı binaların yıkıldığı, yollarda çatlaklar oluştuğu gözlenebiliyor. İnsanlar şaşkın şaşkın yıkılan enkazların arasında dolaşıyorlar. Ölü ve yaralı sayısı hakkında kesin bir bilgi yok. Zaman ilerledikçe depremin ne kadar şiddetli olduğunu üzülerek öğreniyoruz izlediğimiz haberlerden. Bir taraftan haberleri izlerken diğer taraftan depremin yaşandığı yerlerdeki tanıdıklarla bağlantı kurmaya çalışıyorum. İlk edindiğim izlenim tanıdıklar arasında can kaybı yok.

İzmit'te oturan tanıdıklardan evlerimizin durumu ile ilgili bilgi edindim. Gecekondu önleme bölgesinde inşa edilen kooperatif konutlarından oluşan semtimizdeki yıkılan bina yokmuş. Bazı binalarda az hasar oluşturacak nitelikte çatlaklar varmış.

Yıllarca oturduğum ve mesleğimi icra ettiğim bölgemden, ilimden fazla ayrı kalamazdım. Dost ve komşularımla birlikte olmalı, onların acılarını paylaşmalıydım. Kısa süre içinde İzmit'e dönmeye karar verdim. Depremin ne ölçüde büyük ve yıkıcı olduğunu daha Sakarya ili hudutlarına girince gördüm. Yol kenarlarındaki yerleşim birimlerinde yıkılan evler, D-100 Kara Yolunda oluşan büyük yarılmalar ve bazı köprülerdeki kırılmalar ilk anda gördüğüm depremden kalan negatif görüntülerdi. İzmit'te girdiğimde gördüğüm insan manzaraları hiç normal değildi. Yüce dağ başlarında saatlerce yağan doluya tutulup, ıslanan, üşüyen, yorgun ve uykusuz insanların durumuna özgü manzaralar oluşturuyordu benim cefakâr depremzede hemşehrilerim.

Nihayet evimize vardım. Eşyalarımız yerli yerinde duruyordu. Sadece apartmanımızın üst katlarında oturan bazı komşuların eşyalarında çok az hasar vardı. Ertesi gün ilk iş olarak okulumu ziyaret ettim. Okulun bulunduğu mahallede hayli çok hasar gören ve yıkılan konutlar vardı. Okulda gözle görülebilecek düzeyde bir hasar durumu yoktu. Bu duruma elbette sevindim. Demek öğrencilerimizle okullar açıldığında normal bir biçimde ders yapabilecektik.

Halkımız kadirşinas ve yardımseverdir. Yurdun dört bucağından deprem felaketine uğrayan ilimize ve diğer illere adeta yardım yağıyordu. Paket paket yiyecekler ve giysi malzemelerinden oluşuyordu bu yardımlar. Deprem bir yerde kozmopolit şehir ortamında yozlaşmaya başlayan; komşuluk, yardımlaşma ve dayanışma duygularını yeniden hatırlattı halkımıza. İnsanlarımız daha hoşgörülü ve sevecen bir havaya büründü adeta.

Deprem, 17 Ağustos gecesi geriye yüzlerce ölü, yıkık bina bırakarak tam sonlanmamıştı. Gün gün artçı sarsıntılar ha bire devam ediyordu. Deprem Dede olarak ünlenen Profesör Işıkara, artçıların fazla etkili olmadığını ve yıkımlara neden olamayacaklarını söylüyordu hemen hemen her gün çıktığı televizyon programlarında. Ben de deprem dedeye inanarak daha çok eve kapanıp kitap okuyarak vaktimi geçiriyordum. Zaman zaman artçı depremlere evde yakalandığım oldu. Hele bir gün yatak odasında oturmuş kitabın sihirli dünyasına dalmışım. Etkili bir sarsıntıyla kitabın sihirli dünyasında çabucak çıkıverdim. Neredeyse duvarlar patlayacak. Gar dolabın kapıları açılıp örtülüyor. Hurra! Tüm komşular hızla sokağa çıktık. Bazı bayanlar ağlıyor, herkesin yüzünde renkten eser yok.

Gerçekten artçı depremler sonucu yıkılan binalar olmadı. Evde zaman geçirerek artçılara yakalanmaktan hayli zarar gördüm. İki yıl süreyle çoğu kere oturduğum yerde adeta sallandığımı hissediyordum. Artçıları evlerde yaşamanın verdiği tedirginlikle hemen hemen bütün komşularla birlikte evlerimizin yakınlarındaki boş alanlara çadırlar kurduk. Bay-bayan lise öğretmeni bir aile ile apartmanımızda yalnız yaşayan bayan bir komşumla üç aile benim çadırımda günlerce bir arada yattık. Daha büyük çadır kurup üç-beş ailenin aynı çadırda kaldığı da oldu. Deprem bizleri işte böyle birbirimize daha fazla yaklaştırdı.

Her gün yardım dağıtan araçlar mahalle mahalle dolaşıp yardım malzemelerini vatandaşlara dağıtıyor. Depremde, yardımlaşma, dayanışma duygularının doruk yapması ne kadar güzelse etik olmayan olgularla da karşılaşıyorduk. Dağıtım işi yapılırken; evi hiç hasar görmemiş, ekonomik durumu yeterli bazı vatandaşların yardıma ihtiyacı olmadığı halde ihtiyaç maddelerini çokça alıp evlerine istiflediğini üzülerek gözlemliyordum. Sularımız pek sağlıklı değildi o acı günlerde. Evime, sadece birkaç kere su aldım dağıtılan malzemelerden.

Bu arada okullar açıldı. Öğrencilerime kavuştum. Gelin görün ki, artçı depremler bizi bir türlü bırakmıyor. Bu kez okulun bahçesine askeriyede tedarik edilen iki büyük çadır kurduk. Sıraları sınıf sınıf bu çadırlara yerleştirip çadırlarda ders yapmaya başladık. Hani ders yapıyoruz derken sadece öğrencilerimizle birlikte zaman geçiriyoruz. Öğrencilerimize sınıf kitaplıklarından kitap dağıtıp, hep birlikte sessizce kitap okuyoruz.

Yavaş yavaş artçıların arkası kesildi. Sınıflara taşındık. Hayat normale döndü. Dersleri sınıflarda işlemeye başladık. Yaprakların sararıp yerlere dökülmeye başlandığı sonbaharın son günlerinde evimizde de büyük bir hazan mevsimi yaşadık. Yazdan kalma güneşli bir ekim gününde sevgili kızım ak gelinlikler içinde gelin gitti. On yedi yaşında nişanlanma ve çabucak evlenme, ilk gençlik günlerinin heyecan ve coşkusunu yaşamadan baba olma gibi duyguları tam olgunlaşmadan yaşamak kısmetmiş bana. Şimdi de Almanya'da geçen uzun gurbetlik yılları derken kızımla doya doya bir arada yaşayamadan kızım mutluluğa kanat açarak yuvadan bir anda uçuvermesi.

Yer karası sürekli dönüyor. Günler günleri, haftalar haftaları kovalıyor. Zaman su gibi akıp gidiyor. Okul, dersler devam ediyor. Öğrencilerim benim biricik yalansız, riyasız dostlarım. Onların arasında olmakla yaşamın tüm sıkıntı ve sorunlarını unutuveriyorum. Zamanın nasıl geçtiğini hiç fark etmiyorum. Tıpkı kitapların büyülü dünyalarına daldığım zamanlardaki gibi. Öğrencilerime bir yazılı anlatım konusu verdim bir derste. Babanızla kent merkezine gittiniz bir gün. Şehri dolaştınız. Eve döneceksiniz. Birden, sizlere salık verdiğim, 'Her kente gittiğinizde gün bir kitap alınız.' sözünü anımsıyorsunuz. Baba bana bir kitap al diyerek babanızla kitapçı dükkânına giriyorsunuz. Yazılı anlatım konusu bu. Öğrenciler kalemlere defterlere sarıldı, yazılarını yazıyorlar. Bende şafak attı, aniden. Sınıfımda yıkılan evlerinin enkazında babasını kaybeden bir öğrencim vardı. Evet, sevgili Burcu'mun babası yaşamıyordu. Öğrenciler yazacakları yazılarda babalarıyla birlikte gezip dolaşmanın güzelliklerini anlatacaklardı elbette. Acaba Burcu yazısında neler anlatacaktı! Burcu iki üst sınıfta okuyan ablası, annesi ve dedesiyle birlikte yaşıyor. Öğrencilerimden yazılı anlatım yapmalarını isterken öksüz öğrencimin durumunu düşünebilmeliydim. En azından gezmeye babanızla değil, anneniz ya da dedenizle gittiniz demeliydim. O gün ve sair günler sevgili yavruma istemeyerek babasız kaldığını hatırlatmanın hüznünü yaşadım.

Okullarımızda çalışmalarımızı sürdürürken bir yandan da önceki yıllarda başlayan dershanecilik furyası devam ediyor. Şehirlerimizde yerden darı bitercesine dershaneler türüyor. Okullarımız, maalesef dershanelere öğrenci devşirmede birer merdiven olarak kullanılıyor. İl ve ilçe müdürlükleri bu işlerde birer nefer gibi çalışıyor. Dershaneler soru kitapçıkları hazırlıyor. Dördüncü sınıflardan itibaren büyük sınıflar senede birkaç kez bu soru kitapçığı ile seviye sınavlarına tabi tutuluyor. Sınav günüleri küçük sınıflarla ders yapılmıyor. Seviyeleri belirlenen öğrenciler çeşitli yollar denenerek, örneğin indirimli kayıt hakkı elde ettiniz gibi safsatalarla bir biçimde öğrencilerin dershanelere kaydı yapılıyor.

Dershanecilik olgusu eğitim-öğretim çalışmalarına musallat olan bir urdan farksızdır. Çağdaş ülkelerin hiç birisinde böylesi uygulamalara rastlanmaz. Birebir gözlemlediğim Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde öğrenciler daha okula başladıkları günlerden itibaren gözlemlenen ve değerlendirilen akademik durumlarına göre üst okullara kabul edilirler. Bizde ise öğrencilerimiz ne çocukluğunu doya doya yaşar ne de ilk gençlik yıllarını. Hafta içi okul, hafta sonu ve günün belirli saatlerinde adeta sarayda yaşamaya mahkûm Osmanlı şehzadeleri gibi tutsak hayatı yaşar benim güzel ülkemin sevgili çocukları okul ve dershanede geçen zamanlarında. Velilerimiz de elbette nasibini alıyor bu girdaptan, tomar tomar para ödeyerek dershane baronlarına. Test soruları çözmekten çocuklarımız sosyal etkinliklere örneğin kitap okumaya zaman bulamaz. Böylece ülkemizde ezberci, olayları sorgulamayan kuşaklar yetişiyor.

Kişisel olarak bu sömürü düzenine karşı bir savaş açtım. Yurtdışıda çalışan öğretmenlerin, o ülkelerde gördükleri çağdaş çalışmaları kendi ülkelerinde anlatma gibi bir görevleri var. Elimden geldiğince, müfettişinden çeşitli kademesindeki müdürüne, belediye başkanlarına Avrupa ülkelerindeki okulculuk çalışmalarını anlatmaya çalıştım. Dershanecilik uygulamalarının yanlışlığını savundum. Sesimi kimselere duyuramadım. Bu kez şöyle bir çalışma işine girdim. Okulda kurslar açtım dershanelere rakip olarak. Milli eğitim müdürlüğünce takdir ettiği en düşük ücret talep ettim velilerimden. Gerçi ele geçen paradan okulun bahçesinde uçan kuşlara bile para kesiliyordu. Önce idareciler ve hizmetli...pay alıyordu okulda açtığım kurs ücretinden. Her gün dersten sonra bir ders saati öğrencilerime kurs veriyordum. Zümre sınıflarımdan da çalışmama katılan öğrencilerim oldu. Yönetmelik gereği kırk dakika sürmesi gereken günlük çalışma süresini öğrencilerin dikkatleri dağılmadığı müddetçe alabildiğine uzatıyordum. Bu çalışmamdan velilerim çok mutlu oldular.

Yapılan seviye sınavlarında sınıfım okuldaki zümre sınıflarına göre çok daha başarılı oldu. Bu çalışmalarımı dört ve beşinci sınıfları okuttuğum her yıl birinci ve ikinci dönemlerimde sürdürdüm. Okul idaresi ve zümre arkadaşlarım milliyetçi öğretmen gurubundan. Bense tarafsızım. Kalbimde ve ruhumda ülke insanımın ilerlemesinden öte bir düşüncem yok. Seviye sınavlarında sınıfımın elde ettiği başarılı sonuçlara müdürümüz mesafeli yaklaşıyor. Benim milliyetçi arkadaşlara göre daha başarılı olmam pek hoş karşılanmıyor! Hata bir sınavda trajikomik bir durum yaşadık. Müdür beyimiz sınıf öğretmeni arkadaşımızı kendi sınıfında ayırtman olarak görevlendirdi. Daha neler neler! Neyse ki daha sonraki günlerde seviye sınavlarında öğretmenler farklı okullarında görevlendirildi. Böylece sınavlar tarafsız bir ortamda yapıldı.

Okulumuzda spor kolunda çalışan özellikle futbolu çok seven bir arkadaşımız var. Okul idaresi ve bu arkadaşımızın eşgüdümünde dördüncü sınıflardan itibaren büyük sınıfların zümreleri arasında futbol turnuvası düzenlendi. Fikstür çekildi. Sınıflarında birinci olan takıma bir futbol topu hediye edileceği sözü verildi. Maçların günü belli oldu. Biz zümre olarak üç şubeyiz. Seksenli yıllardaki 15. Kolordu Okulundaki koçluk, şampiyon olduğumuz günlerimi anımsadım. Kanım daha hızlı dolaşmaya başladı damarlarımda. Öğrencilerime okulun bahçesinde antrenmanlar yaptık. Onlara maçlarda nasıl oynamaları gerektiğini bir bir teorik ve pratik anlattım. Maçlarımızı halı sahada oynadık. Velilerimizde oyunları izlediler. İki maçımızı da kazanıp birinci olduk. Sıra okulun önünde yapılacak törene geldi. Takım olarak öğrencilerimiz onura edilip hak ettikleri topu alacaklar. Okul idaresi maalesef sözünü tutmadı. Öğrencilerimi ve öğretmenlerini, öğretmenlerin ve öğrencilerin önünde alkışlatmadan itina etti. Milliyetçi öğretmenlerin gönlü kırılırmış bizlerin başarılarının afişe edilmesiyle!

Meslek yaşamımda sadece şunu istedim. Kişiler bu ülkede siyasi düşüncelerine göre değil çalışmalarına göre değerlendirilsin. Elbette bizlerin farklı görüşleri vardır. Farklı görüşlerimiz olmalı. Bu demokrat olmanın gereği. Görüşlerimizi işlerime katmak ne derece gerçekçi? Bu olgu hep tartışma konusu. Öğretmenler arasında iyiden, doğrudan ve güzelden yana sürekli iletişim olmalı. Öğrencilerimize daha yararlı olma adına aramızda dayanışma, yardımlaşma duygularını yaşama katmak gerek. Yardımlaşma ve dayanışma duygularını sadece afet zamanlarında örneğin depremlerde değil sürekli gündemde tutmak önemli. Ancak böyle yaparsak öğrencilerine çağdaş yöntemlerle eğitim-öğretim sağlayan ilerlemiş ülkelerin seviyesine çıkmakta güvenilir yol tutmuş oluruz.

15 Eylül 2016 13-14 dakika 208 öyküsü var.
Yorumlar (1)
  • 8 yıl önce

    öykümü günün yazısı seçen Şiirkolik'in seçki kuruluna teşekkür ederim.