Çatlayan Toprak
Üzerine taşlar yığılmış gibi uyanamıyordu uykusundan Berivan. Defalarca öldüğü hayatını düşündü. Evlendiği gün, erkek kardeşinin mayına asması sonucu ölümüyle inancının da sessizce ölüşünü... Ölü doğan umutlarını gömüşünü, ölmek üzere olan umutlarının da yaşam ünitelerine, solunum cihazlarına bağlanışını... Kim bilir hangi zalim tarafından çekilecekti fişi? Korkuyla büyümüşlüğün, korkuyla atan kalbini... Kim bilir, kim durduracaktı?
Hiç sevinçle atmış mıydı ki bu kalp? Daha ufacık bir çocukken bir buzağının doğumunu ve onun doğar doğmaz yürümeye çalışma mücadelesini sevinçle izlemişti. İşte hatırladığı tek sevinç dolu kalp atışı o an yaşanmıştı.
Çok geçmeden, Zozan'ını alacaktı kucağına. Anne olmanın sevincini tarifsiz bir acı gibi yaşayacaktı. O yüzden buruktu hep gülümsemesi. Sevgisini verirken Zozan'ına annesinin kaderini paylaşmasın diye döktüğü gözyaşlarını, Yaradan dua olarak kabul etsin, diye dilerdi. Ve sonra çok geçmeden Ferman doğdu ne sancılarla.
Buralarda kadın olabilmek de erkek olabilmek de zordu. Kadın doğarken ölürdü. Evlendiği adamın bir gün mutlaka ölümle burun buruna geleceği alnına kazınırdı daha doğarken. Erkekse elbet bir gün, savaşın içinde bulurdu kendini. Ferman doğduğunda ise yine buruktu sevgisi kadının. Yine Yaradan, onun gözyaşlarını dua olarak bilsin istemeye devam etti.
Berivan uyanamıyordu uykusundan. Taşlar daha bir yığılmış gibiydi üzerine.
Canı acıdıkça içi; içi acıdıkça da toprağı sancıyordu Berivan'ın. Toprak... İnsan içindi. İnsan ve diğer canlılar uyum içinde yaşasın diyeydi. Uyanmalıydı artık dünya. Bu zalim uykudan uyanmalıydı. Yeniden oluşur gibi o büyük patlamadaki heyecanla...
Önce Zozan uyanırdı uykudan, sonra Ferman... Uyanınca acıkmış olurlardı. Önce kısık sesle mızırdanır, sonra ağlamaya başlarlardı. İşte o yüzden uyanmalıydı. Ağlarlarsa gözünden sakındığı bebeleri, Berivan onların birer damla gözyaşına sel olur nehirlere kapılırdı. Anaydı o. Canının parçasıydı bebeleri.
Doyasıya oynayamadığı ve ağlayamadığı çocukluğunu düşündü. Bir kadın gibi ağlamayı, hüzünlenmeyi daha ufacık bir çocukken ona öğreten toplum düzenini... Evlat sahibi olmanın sevinciyle, çocukluğunu yaşayamamanın hüznünün dramatik birlikteliğini... Ağırlığı daha bir arttı. Gözlerinin kıpırdandığını hissediyor, ama uyanamıyordu.
Burnu toprak kokusu alıyordu. Toprak...
Topraktı ya paylaşılamayan... İnsanlığa, diğer canlılara hayat vermekten başka görevi olmayan toprak... Birlikte üretmenin kardeşçe güzelliğinin yaşanacağı toprak... Paylaşılamıyordu yüzyıllardır. İnsan kanıyla sulanıyordu. Suni amaçlarla birbirlerine düşen insanlar, gizli amaçlara piyon oluyordu habersizce. Ne zaman birbirlerine dostça uzanacaktı bu eller? Ne zaman silahı hayatlarından çıkaracaklardı insanlar? Ne zaman 'bu toprak tüm insanlığın' diyeceklerdi?
Zozan büyümeden acıyı mı tadacaktı annesi gibi? Ferman gençliğinin baharında toprağa mı düşecekti cansız ve kan içinde? Ve Berivan ne zaman uyanacaktı uykusundan? Bir el ona ne zaman uzanacaktı?
Acıkacaktı Zozan ve Ferman. Acıkınca ağlarlardı.
Ve kocası... Severek evlendiği, aşkı çat pat öğrenerek koynuna girdiği adam... Yine de evinin direği bilirdi beynine kodlanmış gibi. O da uykudaydı. Sonsuz bir uykuda... 'Gitme, bebelerini babasız koyma' diye direndiyse de Berivan; dinlemedi Ferhat. O da diğerleri gibi toprağa kanlar içinde düşerken, daha nice evler direksiz, nice analar evlatsız kalırken ağlayamadı bile doğru dürüst. Acının, ölümün tarafı olur muydu? Onlar yiterken zenginliklerini katlayan zalime lanet okuyabildi sessizce. Ana olmayı öğrenirken bir de baba olmaya çalışarak evlatlarına, sırtına yüklenen bu ağırlığın acısıyla daha bir eziliyordu sanki bir yıkıntının altında. Oysa sevgiydi her şeyin çözümü. Bir çatı altında el ele ve özgürce yaşanabilirdi. 'Kim sıktı o kurşunu sana Ferhat? Kim düşürdü seni?' diye haykırabilmişti son bir güçle toprağa verirken onu.
Toprak... Kardeşlik üretmeliydi oysaki.
Zozan ve Ferman'ın sesleri gelmeye başladı. Mızırdanıyorlardı. Ama bu sefer daha bir sıkıntılı geliyordu sesleri. 'Bekleyin yavrularım, geliyorum.' diyemedi Berivan. Uykusundan uyanmıştı. Ama diyemedi. Karanlıktı etraf. Ve adeta sıkışmıştı kadın. Yıllar yılı sıkıştığından daha fazla arada kalmıştı şu an. Etine batıyordu ağırlıklar. Neydi üstündeki tozlu yığın? Taştı. Gözünü açtığında hatırlamaya başladı. Bebelerini öğle uykusuna yatırıp kısa bir uyku için kanepeye uzanmıştı. Güçlü bir gürültü duyup uyanmış ve sonra da acı içinde bayılmıştı. Evet, hatırlıyordu. Ev yıkılmıştı. Üzerindeki ağırlığın açıklaması buydu. Peki ya evlatları? Ağlamaya başlamışlardı. Solukları kesilircesine haykırıyorlardı.
'Ağlamayın yavrularım. Büyüyeceksiniz. Bu ülkenin kardeşlik umutlarını yeşerteceksiniz. Ellerinizde demetlerce çiçekle kapı kapı güzellik dağıtacaksınız. Öyle yetiştireceğim ben sizi. İnsanları sevdikçe sevgiyi almayı öğreteceğim. Zalime direnmeyi öğretmeye devam edeceğim daha. Acılar içinde büyüdük yavrularım. Ama siz umutla, sevgiyle büyüyeceksiniz.' dedi Berivan. Dilinden nasıl dökülmüştü bu sözler? Bilemedi. Herkesin dilinden kardeşlik sözleri duymaya hasret genç bir ananın sevgisi ve isyanıyla sarsıldı toprak bir kez daha. Bu sefer üzerindeki taşları hafifletti bu sarsıntı.
Bir nokta belirdi tepesinde. Bir ışık girdi içeri. Yüzünü aydınlattı. O sırada bebelerinin sesi kesilmişti. Ne olmuştu? Gitti mi ufacık bedenlerini bırakıp da tazecik ruhlar? Yüzü hüzünle gölgelendi ışığa inat. Acıyla kırıştı gözlerinin çevresi. Gülerek kırışırdı ya kiminin, onunki acıyla kırıştı. Bedeninin acısı yürek acısına karıştı. Haykıracaktı. Haykıramadı. Sustu. Hep yaptığı gibi sustu. Bir güç yüreğine bastırıyor, ciğerlerini sıkıyordu. Nefes alamıyordu. 'Zozan' dedi fısıltıyla ve ağlamaklı. 'Ferman' dedi.
Onlar büyümeliydi. Evlatlar dünyaya getirmeliydiler aşkla birlikteliklerinin meyvesi. Sevgi ve özgürlük hâkim olmalıydı dünyalarına. Toprağa kanları değil, emekleri dökülmeliydi. Emek emek işlemeliydiler toprağı. Kardeşinin kanıyla değil, alın teriyle tüm yurdu güzelliklerle donatmalıydılar. Sonra dünyayı sarmalıydı bu kardeşlik. Sınırları yıkmalıydı. Zalimin kaleleri bir bir düşmeliydi. Direnmeliydi toprak. Acıya ve zulme... Direnmeliydi Zozanlar, Fermanlar, Denizler, Mustafalar... Dünyanın her karışına can vermeliydiler. Öyle bilmeliydiler yaşamanın onurunu. Gırtlaklarına değil, ellerine, omuzlarına sarılmalıydılar birbirlerinin. Öyle olsun diyeydi Berivan'ın sevinç ve hüznünün dramatik karışımı. Biliyordu ki ne analar vardı bunu dileyen. Gözyaşlarını dua eyleyen... Yeni doğan bir bebeğe adını söyleyerek ezberletirsin ya, yeni doğan günlere kardeşlik adını ezberletmek bundan daha mı zordu?
'Peki ya evlatlarım niye sustu?' diye düşündü Berivan. Kime öğretecekti güzellikleri gittilerse? Ölüme yürüdülerse... Işık daha da artıyordu üzerinde. Yüzü daha bir aydınlanıyordu. Nasıl bir çelişkiydi, yüzü aydınlanırken aklını karartan kaygı?
Dışarıdaki uğultu daha da belirginleşiyordu. Uzaktan feryat sesleri geliyordu. Acıyla sarsılıyordu gün. Farkına varıyordu iyice Berivan olanın bitenin. Büyük bir sarsıntı olmuştu. Bir depremdi bizi vuran... Bir çırpıda talan etmişti barkları. Acılar inşa etmişti yıkılan hayatların yerine. Ama birileri vardı dışarıda. Yıkıntıları kaldırıp hayatları kurtarmak isteyen birileri Cesur canlar sarmıştı etrafı. Güzelliklerin umudu olmak için koşup gelmişlerdi. İnsanlık, düşmanlığı körükleyenlere karşı direniyordu.
Evlatları direnememiş miydi?
Sesler daha da yükseliyordu artık. Üzerine gün ışığı düşmeye ve düştüğü yerde genişlemeye devam ediyordu. Yukarıdaki yaşam, aşağıdakilerin yaşamı için kavga veriyordu. Berivan evlatlarının başına gelmiş olabilecekleri düşündükçe umuttan uzaklaşıyor, acıya boğuluyordu. En sonunda bağırmaya başladı. Dışarıdakiler sesini duymuştu. İlgiyi bulunduğu noktaya taşımıştı Berivan. 'Zozan'ım, Ferman'ım' diye bağırıyordu acıyla.
Acıyla büyümüştü. Kadınlığını tadamamıştı. Acısını bile doğru dürüst yaşayamamıştı. Yoksullukla cebelleşiyordu. Hayatta kalmanın en ağır yükünü, analığın en ağır sorumluluğunu tek başına üstlenmişti. Şimdi bir başına mı kalacaktı? Neden yaşamalıydı? Yaşam ona acıdan başka ne vermişti? Demek ki tek umudu bebeleriydi Berivan'ın. Tek zenginliği... Tam o sırada bir öfke dalgası yakaladı yüreğini. Her şeye... Hayata... Kendine... Dağa, suya, her şeye... Birilerinin rüyalarının, yok ediş planlarının vatanın kâbusu oluşuna... Bir arada kurdukları vatanda onu kardeşlerinden ayrı düşürenlere... Herkese, her şeye...
Savaşa, kana, baruta lanet okuyordu sessiz bir öfkeyle. Uyanmıştı tamamen artık. Herkesin uyanmasını dileyerek...
Yukarıda açılan delikten artık insanları görebiliyordu. Bir adamla göz göze geldi. Yüzündeki endişeli ifade, canlı bir insan görmenin mutluluğuna dönüşüyordu. Kim bilir kaç canı kurtarmıştı bugün? Kim bilir kaç cesedi kucaklamıştı hüzünle? İçlerinde Berivan'ın bebekleri var mıydı? Bebek ağlaması duymuyordu Berivan. Önceleri olsa ağlamalarına dayanamazdı. Ama şimdi ağlamamaları onu endişelendiriyor, acıya boğuyordu.
Üzerindeki taşlar gittikçe hafifliyordu. Demirlerin kesildiğini duyuyordu. Tiz bir çığlık gibi sesler çıkarıyordu demirler. Belki de ondan duymuyordu bebelerinin sesini. Belki hala ağlıyorlardı ve belki de çok acıkmış olduklarından yorgun düşmüşlerdi zavallılar. Ama anaları yetişecekti yardımlarına. Onları besleyecek, bağrına basacaktı. Ve büyümeye devam edecekti umutlar. Ama ses yoktu hala. Bu düşüncelerini dua bilmesini diledi Yaradan'ın.
Bir süre sonra artık hareket edebilecek hale gelmişti Berivan. Bacaklarını oynatabiliyordu. Kollarını da. Demek ki kırık yoktu. Ya da travmanın etkisiyle farkında değildi henüz. Ama yaşıyordu. Kurtarıcıyla yeniden göz göze geldi. Artık bulunduğu yerden çıkabilecek kadar büyümüştü üstündeki delik. Hatta etrafında neredeyse hiçbir taş yığını kalmamıştı. Berivan kurtarıcısının gözlerindeki sevgi ve merhameti gördü. Bu bakışlara minnettarlıkla ve hüzünle cevap verdi kadın.
'Bebelerim...' dedi kadın.
'Güvendeler, merak etmeyin.' dedi adam çocuk gözlerle kadına bakarak. Gözlerindeki gururu gördü Berivan. Umutla parlayan yüzünü okşamak istedi.
'Gerçek mi? Kurtardınız mı?' diye sordu.
'Evet, doğruyu söylüyorum. Elinizi uzatın.' dedi gencecik kurtarıcısı. Sevgiyle parlıyordu gözleri. Elini tuttu. Kardeşliğin sıcaklığıydı ikisinin de hissettiği. Başkaları sedye getirdi. İlk müdahale sonrası sedyeye kondu Berivan. Enkazdan çıkarılırken ambulansın içinde iki ayrı adam tarafından süt dolu biberonlarla beslenen bebeklere baktı. Biri Zozan, diğeri Ferman'dı. Ve güvendeydiler.
'Artık daha çok kardeşimsin' dedi kadın sedyenin yanında ona eşlik etmiş kurtarıcısına. Adam gururla gülümsedi. Berivan bebeklerinin olduğu ambulansa bindirilirken adam enkaz yerine doğru koşmaktaydı.
Güneydoğu'nun hüzünlü, bir o kadar insan kokan, bir o kadar acı dolu hikayeleri bunlar. Berivan'lar, Zozan'lar, Ferman'lar da bu ülkenin değerleri, ki eğer vatanlarına yaşadıkları topraklara hainlik etmiyorlarsa, Mehmet'ler, Ayşe'ler Hüseyin'ler de bu memleketin değerleri. Bir ara da huzur içinde yaşamak varken niye kavga gürültü. Vatanını seven bir insanın ayağına diken batsa Hakkari'de ya da Kars'da biz de acısını hissetmeliyiz yüreğimizde. Onlar bize şunu yaptıydı, biz de onlara bunu yapalım gibi kısır kavgalarla kaybedecek bir saniyemiz yoktur. Güzel bir öykü kutladım Doğan bey içtenlikle...👍
Teşekkür ederim Ahmet Bey :)